Taşın altı boş


    Başbakan Erdoğan, Anayasa'da değişiklik öngören paket için, taşın altına elimizi değil, bedenimizi koyduk diyor. Bunun anlamı, AKP'nin parti olarak bu paket uğruna yaşamsal bir tehlikeyi göze aldığıdır. Başbakan'ın bu sözünün etik bir boyutu var.
   Etik mesele ilk adımda bazı soruları çağırıyor: Burada AKP için gerçekten yaşamsal bir tehlike var mı? Partinin ya da iktidarının bekasını tehlikeye atan bir paket mi bu? Eğer öyleyse, AKP bu tehlikeyi ne uğruna göze alıyor?
   Anayasa değişikliği paketinin AKP açısından gerçekten yaşamsal bir tehlike taşıması için, ya Anayasa'daki 'Başlangıç' ve 'Genel Esaslar' gibi giriş bölümlerinin Kürt sorununu çözecek yönde yeniden yazılması ya da dokunulmazlıkların kaldırılması ve seçim barajının düşürülmesi gerekirdi. Böyle öneriler hiç kuşkusuz milliyetçi-ulusalcı kesimlerin demagojik karşı propagandasıyla başa çıkmak zorunda kalacak olan AKP'yi zorlayabilirdi.
   Oysa pakette böyle bir öneri yok. Meclis'e sunulan öneriler, AKP'nin ömrünü kısaltmak ya da varlığını tehlikeye düşürmek şöyle dursun, uzun erimdeki selametini gözeten birer önlem niteliğinde; özellikle de parti kapatma ile ilgili olanları. Genel grev, emekliler gibi konularda son dakikada eklenen maddeler de AKP'nin güçlenmesine, seçimlerde ve olası bir referandumda oyunu artırmasına yarayabilecek türden.
   Meclis'e sunulan paketteki önerilerin içinde, demokrasi açısından bir psikolojik eşiğin aşılması anlamına gelip gelmediği tartışılabilecek tek madde, pakete son anda eklendiği duyurulan ve üst düzey komutanlar ile meclis başkanının da diğer üst düzey devlet yöneticileri gibi Yüce Divan'da yargılanabilmesini öngören değişiklik. Bir de geçici 15. madde var ama, onu bu çerçevede ele almak artık zor; otuz yıldır süren mücadelelerin geldiği noktada neredeyse kendiliğinden düştü denebilecek kadar çürümüş durumda o hüküm; hiç savunucusu kalmadı. Yüce Divan'a ilişkin madde de öyle: Darbelerin ve Ergenekon sürecinin toplumda yarattığı duygunun doğal bir uzantısı olarak kabul görüyor.
   Kısacası, paketin içeriği açısından AKP için yaşamsal bir tehlike görünmüyor ufukta. Akla gelebilecek tek tehlike usulle ilgili, yani paketin Meclis'te gerekli oyu bulamayıp referanduma götürülmesi tehlikesi. Paketteki önerilerin tümü de, AKP'nin parti olarak kendi bekası ve uzun erimli çıkarlarıyla uyumlu. Toplumun en kritik, yaşamsal ve ilkesel ihtiyaçlarına ise açıkça sırtını dönmüş durumda: dokunulmazlık, Kürt sorunu, seçim yasası vb.
   Kendini korumak saygıdeğer bir iştir, çıkarcılığa dönüşmediği ölçüde. AKP kendini korurken belirli ve sınırlı açılardan bazı demokratik adımlar da atmış oluyor. Ama bunun yanında, kısa ya da uzun erimde kendine dokunabilecek, yani gerçek özveriler gerektirecek ilkesel girişimlere yanaşmıyor ve tam tersine davranıyor. Bu nedenle, AKP'nin ufkunda etik meselenin esamesi okunmuyor diyebiliriz: Etik açıdan, taşın altı boş.

*
Başbakan'dan söz etmişken:
   Erdoğan, Türkiye'deki Ermenistanlıların sayısı konusunda yanıltıldıktan sonra, Türkiye Ermenileri konusunda da mı yanıltıldı?
   Bir grup Ermeni yurttaşın yayımladığı "Biz başka bir Türkiye’de yaşıyoruz" başlıklı bildiri, Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi Vakfı Başkanı Bedros Şirinoğlu’nun açıklamalarına karşı çıkıyor ve Şirinoğlu'nun, iddia ettiğinin tersine Türkiye Ermenilerini temsil yetkisine sahip olmadığını bildiriyor. Bildirinin tamamı için:
http://bizbaskabirturkiyedeyasiyoruz.blogspot.com/
http://www.facebook.com/group.php?gid=106820886015591


&

'Doğrudan muhatap' anlayışı[2]


   Muhatap deyince bir süredir akla önce Kürt sorunu ve iki yanlı bir ilişki (devlet kiminle görüşecek meselesi) geliyor. Ben bu yazıda, yolu bununla da kesişen, biraz farklı bir 'muhatap' kavramından söz edeceğim: Tüm ayrımcılık alanlarında ortaya çıkan, 'doğrudan muhatap' anlayışından.
   Bu anlayış, sözgelimi kadınların gadre uğraması söz konusu olduğunda, "kadınların işi zor"der. Kürt sorunu söz konusuysa, Kürtler "ne istediklerini ve kimin muhatap olacağını" bilip bildirmelidir. Vicdani retçiler, LGBTT'ler, türbanlı kadınlar, etnik gruplar ya da inanç grupları... Bunların hangisinden biraz uzunca konuşulsa, "konunun doğrudan muhatapları" sözü, bir biçimde devreye girecektir.
   Modern zihnin gereği olarak, 'doğrudan muhatap' sözünün söylendiği yerde 'dolaylı muhatap' sözüne de yer açılmış oluyor. Başka bir deyişle, ufkumuza ikili bir ayrım daha yerleşiyor. Uygulamada bu ikilinin yanında bir de ayrımcılığın failleri, yani 'ayrımcılar' kategorisi var elbette. Kısacası, 'doğrudan muhatap' anlayışının işleyişi, üç kategoriye dayanıyor:
   Ayrımcılar: Ayrımcı politikaların uygulayıcıları ve zihniyetin taşıyıcıları (ırkçılar, milliyetçiler, militaristler, etnikçiler, cinsiyetçiler, antisemitler, laikçiler, zalimler vb.).
   Doğrudan muhataplar: Ayrımcılığın ilk eldeki hedefleri.
   Dolaylı muhataplar: İlgili ayrımcılık türüne karşı, 'doğrudan muhatap'larla eşduyum ya da dayanışma gösterenler ve yeri geldiğinde genel ilkeler çerçevesinde mücadele edenler.
   İlk bakışta, nesnel gerçeklik bu 'doğrudan/ dolaylı' durumunu az çok kaçınılmaz kılıyor gibidir: Ne de olsa, 'ağlamayan çocuğa meme vermezler', hatta, ağlamayan çocuğun bazen varlığından bile haberdar olmazlar. Ayrıca, ateş düştüğü yeri yakar vb.
   Doğada gerçekten de böyle: Gadre uğrayanın sorunu esas olarak kendisinin sorunu oluyor. Bir yaşa kadar da, 'kendisi'nden ayrı algılanamayan annenin sorunu.
   Oysa biz insanlar, doğaldan çok kültüreliz. Doğayla olan ilişkisini artık başlangıcı bilemeyecek kadar değişikliğe uğratmış bir türüz. Sözgelimi, doğada anne-çocuk ilişkisi dışında pek görülmeyen 'dayanışma' kavramını yaratmışız.
   Yine de, bu 'doğrudan muhatap'lık anlayışında bir sorun var. 'Her koyun kendi bacağından asılır' düzeyine fazla uzak olmayan bir düzey bu: "Kadınların işi zor"!
   Böyle bakınca, çoğu kez toplumsalın ulaşabildiği en yüksek düzey gibi algılanan 'dayanışma' ilkesinin de temelde nerede durduğu ortaya çıkıyor. Dayanışmada bulunan, sonuçta dolaylı bir muhataptır, dışarıdaki biridir.
   Anayasa tartışmalarında da yeri olan bir eğitim sorununa bakalım:
   Egemen siyasal ve kültürel çevreler, anadili Türkçe olanlar için 'anadilinde eğitim' istiyor ama, anadili Türkçe olmayan yurttaşlardan bu yönde bir talep geldiğinde bunu bölücülük sayıyor. Ağlayan çocuğa meme verme ilkesinden bile geriye düşen bir tavır bu.
   Mağdurlar, madunlar, mazlumlar, ezilenler, sömürülenler, ikincilleştirilenler, ötekileştirilenler, dünyanın lanetlileri...
   Bütün bunlardan kim sorumludur? 'Sebep olanlar' mı? Sebep olunanlar mı? Konunun resmî muhatapları mı? Kimin sorumluluğu nerede başlar? Dayanışmanın sınırları nedir?
   Son yıllarda, toplumsalın ulaşabildiği en yüksek düzey, 'dayanışma'nın aşılması oldu: "Hepimiz Filistinliyiz" diye başlayıp en çok "Hepimiz Hrant'ız, hepimiz Ermeniyiz"le ses getiren, "Hepimiz Romanız"la devam eden tavır. Cinsiyetçiliğe karşı, bir grup erkeğin "Biz erkek değiliz" grubunu kurması da böyleydi. Bunlar, 'doğrudan muhatap/ dolaylı muhatap' anlayışına son veren uğraklar oldu. Ruhu zorlayıcı başarılar bunlar. Zor işler.
   Dayanışma, ayrımcılığın yeniden üretilmesini önlemeyen bir mekanizma. Oysa 'hepimiz' muhatap olduğumuz an, o ayrımcılığı bütün hat boyunca göğüslemiş oluyoruz. Hepimiz engelliyiz diye düşünebildiğimizi hayal etmeye çalışıyorum. Müthiş iyi geliyor.


&

Hukuk isteyen çocuklar[3]


   Dersim'de ve Ovacık'ta konuştuğum gençler, bazı polislerin, Kürtsen, Aleviysen, sana peşin peşin düşmanca davrandığını anlatıyor. Dersimli gençler en az liseyi bitirinceye kadar okuyor. Kentte bir meslek lisesi var ama, üniversite yok. Su istercesine üniversite istiyorlar. Soruyorum, hangi fakülteden başlamalı diye, hiç şaşmadan "hukuk" diye başlıyor hepsi...
   Bu sözleri, 2004 yazında Munzur Festivali dönüşü yazmıştım (8.8.2004 tarihli Radikal İki). Geçen cuma İstanbul Film Festivali çerçevesinde art arda gösterilen iki belgeselden ikincisinde konuşan TMY mağduru çocuklar da hukuk okumak istediklerini söylüyorlardı. Yalnızca biri SBF diyordu, eh o da hukuktan bağımsız değil.
   'Hukuk' sözcüğü, 'hak'kın çoğulu. Bu çocukların tümünün hukuk okumak istemesi rastlantı olabilir mi? Kanun, nizam ve hukuk adına karşılarına çıkan ne varsa A'dan Z'ye felaket olduğunu bizzat yaşayarak gördüler onlar, hâlâ görüyorlar, dolayısıyla hukuka müdahil olmak istemeleri kaçınılmaz ve mükemmel bir seçim.
   Cenk Örtülü ile Zeynel Koç'un yönettiği, Hüseyin Karabey yapımı "Taşlaşan Vicdanlar" adlı belgeselde sunulan bütün tanıklıklar, sayıları dört bini bulan TMY mağduru çocuklara, 12 Eylül döneminde kaldığı sanılan bir atmosferin aynısının yaşatıldığını açıkça gösteriyor. Röportaj yapılan, poliste ve cezaevinde kalmış çocuklar, yaşadıklarını anlatırken, "okulu bile" özlediklerini söylüyorlar. Belli ki en fazla on beşini süren bir kız çocuk, görüş gününde babasıyla karşılaşmalarını anlatırken, ayna tutar gibi elinin ayasını yüzüne karşı tutuyor. Eminim, elinin ayasında, babasının yüzünü görerek konuşuyor. Ağlayan, ama aynı ölçüde dirençli bir sesle.
   İlk belgeselin odak noktasında da iki eski çocuk var. "İki Tutam Saç: Dersim'in Kayıp Kızları", daha önce "Munzur Akmazsa" adlı belgeseli yapmış olan Nezahat Gündoğan'ın yönettiği birinci sınıf bir yapım. Onur Öymen ve onun gibi düşünenler bu tanıklıkları tekrar tekrar, her sahneye yeniden dikkat ederek izlese keşke.
   'Dersim isyanı'nı ve 'Dersim katliamı' sözlerini çocukken işitmiştim. Tunceli'nin Çemişgezek ilçesinin daha önceki bir yazımda da sözünü ettiğim Germili nahiyesinde geçen yılların birinde, o zamanlar eve gelen belki de tek erişkin dergisi olan Hayat dergisinde Sıdıka Avar'la ilgili uzun bir röportaj okuduğumu hatırlıyorum. Kuş desenli bir bluz giymiş olan Avar'ın fotoğrafları da vardı dergide. Köylerden kız çocuklarını yatılı okula götürüp okuttuğu, meslek sahibi kadınlar yetiştirdiği, o kadınların Avar'ı ne kadar sevdiği vb. anlatılıyor ve o arada "misyoner" sözcüğü kullanılıyordu.
Bu sözcüğü anlamayıp, aile büyüklerime sormuştum. Dehşetli kızıp dergiyi elimden almışlardı, sen nelerle ilgileniyorsun öyle, diye. Sanıyorum olayın belleğimde kalması bu öfkeden ötürüdür. Neden kızdıklarını çok sonra anlayacaktım: 'Misyoner' sözcüğü Türkçede daha çok Hıristiyan dinini yaymaya çalışanları niteleyen bir sıfattı ve misyonerler bir tür düşman gibi görülüyordu, tıpkı bugünkü gibi. Oysa sözcük geniş anlamıyla, herhangi bir inancı ya da fikri yaymayı iş edinen kimse demek...
   Dergi olayından bir süre sonra, Sıdıka Avar'ın öğrencilerinden bir genç kadın, Germili'ye üç aylık bir dikiş kursunun öğretmeni olarak gelmişti. Semiha öğretmenden dikiş nakış öğrendiğimi hatırlıyorum. Onun denetiminde işlediğim bir el çantasını hâlâ kullanırım.
   'Misyoner sözcüğünü öğrenmiştim ama, 'asimilasyon' sözcüğüne hiç rastlamamıştım o zaman. Bazen olay burnunuzun dibindedir, sizinse ne adından haberiniz vardır, ne olayın bütününden, ne de ilgili politika ve düşüncelerden.
   Nezahat Gündoğan'ın çalışması, zora dayalı asimilasyonun ne mene bir şey olduğunu hissettiriyor insana. En etkileyicilerinden bir sahne: Sahne bile değil, bir anlık görüntü: İhtiyarlığında kuzenine kavuşan "Dersim'in kayıp kızları"ından Huriye Aslan. Yüzünün her çizgisine yerleşmiş bir yaşlılığın içinden, Dersim katliamı sırasında kız çocuğu olarak ailesinden koparılışını ve sonrasını anlatıyor. Anlatırken, 'emanet edildiği' erkeklerin sözünü etmek zorunda kaldığı bir an, takılıyor, ağzından bir söz çıkmadan önce kendi yanağından bilinçsiz ve hırçın bir tedirginlikle bir çimdik alıyor. Herhalde filmi seyrettiğinde kendisi de şaşacaktır, şaşmıştır bu anlık hareketine, o ânı hatırlayacaktır ama, çimdiği hatırlamayacaktır. Müthiş bir an.
   "Hiç unutulmaz! Ne ananı unutursun, ne babanı unutursun, ne unutabilirsin".
   Belgesel bize sararmış bir fotoğrafı tam gerektiği miktarda ve gereken yakınlıkta, tekrar tekrar gösteriyor: Fotoğrafta erler, on kadarı, silah elde yan yana dizilip poz vermişler. Önlerinde, yere oturmuş, paçavralar içinde eğri büğrü küçük çocuk 'siviller'.
   "Anne beni neden bıraktın?" O eski çocukların sormuş olduğu sorulardan biri. "Sofi'nin seçimi"...
   Her iki belgeselin de geçişleri çok iyi. "Taşlaşan Vicdanlar"da bir kargaşa sırasında coplar inanılmaz bir fütursuzlukla inip kalkıyor, bir çocuğun tepesinde beş coplu. Birinin kolunu şiddetle arkaya kıvırıyor polis, salonun göğsünden yükselen iç çekme, herkesin Filistinli çocukları hatırladığına işaret. Koltuk komşumla, salya sümük ağlıyoruz. "Çocuk onlar, çocuk."
   Filmlerin gösterimi bitince yönetmenlere sorulan sorulardan biri, açık bir dilek içeriyor: Yeniden gösterilecek mi? Yönetmenler, talep olan her yerde, her zaman hazırız diyorlar. "Dersim'in Kayıp Kızları"nın kitap da olacağı haber veriliyor.
   Evet, tanıklıklar hakiki tarih. En insani düzeyden bakıyor.
*
TMY mağduru çocuklarla ilgili duyurular:
   İzmir Kitap Fuarı'ndaki destek karikatürleri sergisi sürüyor.
   İstanbul Beyoğlu'nda, Cüneyd Özen'in "BİR Çentik" karikatür sergisi de sürüyor. Adres: Mustafa Çelebi Mah., Tel Sokak, No. 26/A.
   SU TV'de her perşembe canlı olarak yayımlanan "Ötekileştir -me" programının bugünkü konusu TMY mağduru çocuklar. Saat: 22.00-01.00.


&

Devekuşu politikaları[4]


   CHP'yi de içine alan ve solculuk iddiasında olan geniş bir kesimin gözünde, demokrasi ve insan hakları söylemleri bu ülkeye AB emperyalizmi ve onun uzantıları tarafından sokulmaktadır, amaç ise ülkeyi zayıflatmak ya da bölmektir. Bu çerçevedeki güncel suçlama sözleri arasında, yoksulluk ve işsizlik gibi toplumsal sorunlarla ilgilenilmeyip etnik sorunlarda yoğunlaşıldığı da yer alıyor.
   Bu yaygın söylemin başlıca özelliği, sanki gerçekte var olmayan etnik farklılıkları, azınlıkları ya da onlarla ilgili sorunları birileri yaratmaya çalışıyormuş gibi bir mantık üzerine kurulmuş olmasıdır: Türkiye'de çeşitli azınlıkların ve etnik farklılıkların yaşamsal sorunları yokmuş, cumhuriyet boyunca böyle sorunlar olmamış da, birtakım iç ve dış münafıklar bunları yoktan var etmeye çalışıyormuş gibi. Ve eğer siz yokmuş gibi davranırsanız, o sorunlar da yok olabilirmiş gibi.
   Söylemin en göz önündeki şampiyonu CHP olduğuna göre, konuyu somutlaştıracak yazılı kaynağı da ondan alıyorum: CHP'nin Parti Meclisi'ne sunulmuş, 6 Şubat 2008 tarihli MYK raporu. Bu belgeyi partinin internet sitesinden aldım. Daha yeni tarihli raporları açmayı başaramadığım için buna başvuruyorum ama, güncelliği izleyen herkes, aynı tavrın, aynı söylemin sürüp gittiğini biliyor.
   Berbat bir Türkçesi olan bu uzun raporda, sözünü ettiğim anlayışın bütün çıkmazlarını bulabiliyorsunuz: "Sol adına ortaya çıkan söylemlerin çok azı ekonomik ve sosyal içerikli bir söylem olarak kendisini gösteriyor"dan tutun, "çoğu çevrenin solculuk anlayışı bu etnik ayrıştırmaya destek verme anlamında bir solculuk" olduğuna kadar.
   Kendisi de "sol adına" ortaya çıkan bir kurumun, "Sol adına ortaya çıkan söylemlerin çok azı ekonomik ve sosyal içerikli bir söylem olarak kendisini gösteriyor" demesi ne anlama gelir? Bu tür 'kendini bilme' sorunlarını geçiyorum. Daha önemlisi ve yaygın söylem açısından belirtisel olanı şu ki, raporun başlıca konuşanı olan Deniz Baykal açıkça gerçekdışı sözler etmekte, sözgelimi şöyle diyebilmektedir:
   "80 yıldır savaşmadan bir tek kişinin burnu kanamadan o anlayışı ülkemize taşıyarak barış ve huzur içinde kalkınmanın yollarını, kapısını bize açan kadro bugün geldiğimiz noktada artık bir kenara itilmek isteniyor." (agy)
   Cümledeki olgusal 'yanlış'a bakınız: "80 yıldır savaşmadan" diyor. Peki, 1950'li yıllardaki Kore ne olacak? 1974'teki Kıbrıs ne olacak? 1984'ten beri süren ve "düşük yoğunluklu" deneni ne olacak?
   Ve aynı cümle, "... bir tek kişinin burnu kanamadan... barış ve huzur içinde..." diyor. Burun kanaması bahsinde, az önce saydığım savaşlardan başka, idam edilenleri, Dersim, Çorum, Sivas, Kahramanmaraş katliamlarını, işkencede ölenleri, faili meçhulleri nereye saklamayı düşünüyor acaba Baykal?
   Yirmi bilmem kaç Kürt isyanı, Kürtler "barış ve huzur içinde" oldukları için mi çıktı, yoksa Kürtlük inkâr edildiği için mi? Salt dillerini ve kültürlerini yaşatmak istedikleri için cezaevlerine atılan silahsız Kürtler "barış ve huzur içinde" mi olageldiler? Ya 6-7 Eylül sırasında ve 1964'te kafileler halinde ülkeyi terk etmeye zorlanan yurttaşlar, onlar da yerlerini yurtlarını "barış ve huzur içinde" mi terk ettiler? 1 Mayıslar "barış ve huzur içinde" mi kutlanageldi?
   Parti ve devlet olarak bir özeleştiri ihtiyacını duymaları gerekirken, gözümüze baka baka bir cennet uyduruyor Baykal.
   Bu alıntıların istisna değil, tipik örnekler olduğunu biliyoruz. CHP, Baykal'ın ağzından hem her tür inkâr politikasını sürdürüyor, hem de temelindeki bu inkârcı ve âyinci gelenek bir kenara itilmek istendiği için ah vah ediyor. Devekuşunun korunma politikası bile bundan daha ciddidir.
   Gerçekten de, Oral Çalışlar'ın dünkü yazısını bitirirken dediği gibi, "Demokrasiyi AKP'ye bırakıp 'ilerici' geçinmek, ilginç bir paradoks".


&

Trajik olan[5]


   Baykal olayı ve CHP içi diğer olaylar ön plana geçince Kürt sorunu göz önünden uzaklaşmış gibi dursa da, bu sorun, CHP'yle ilgili olan dahil diğer tüm sorunların ayrılmaz bir parçası. Güncel gerçekliği gösteren bir tabloyu Kürt öğesini dışlayarak çizmek olanaksız. Nereden baksanız, kendi içindeki farklılıklar ne olursa olsun, köklü yapısal taleplerle hareket eden bir halk ve durmadan can alan, aldığının üç ya da dört misli kadar da kendisi can veren bir silahlı mücadele söz konusu.
   Baykal'ın Kılıçdaroğlu karşısındaki ilk sözü de Kürt sorununa ilişmiş olarak yorumlandı ve ABD'nin o eski, Obama öncesine ait gizli şiarı gibi algılandı: "Başkan WASP olmalıdır" (WASP: White [beyaz], AngloSaxon, Protestant). Başka bir deyişle Baykal CHP'de Obamalara yer yok demiş gibi oldu. Ama sanıyorum bunun sakıncası çabuk fark edildi, dolayısıyla bu nokta çabucak geçildi ve Gandi nitelemesi öne çıktı. Ne de olsa Gandi sakıncasızdır, bizim topluma hayli uzak, hem sempatik hem de yeterince yabancı bir imgedir. Sivil itaatsizlik nedir, yenir mi içilir mi bilmeyiz ayrıca biz. Zaten Kılıçdaroğlu'ndan da bu tür tuhaf sözler işitmiş değiliz.
   Aslına bakılırsa, bizim buralarda itaatsizliğin daniskası vardır. Mahatma Gandi'ninki gibi barışçıl direniş olarak değil de, sözcük anlamıyla, yani her tür 'yurttaş itaatsizliği' olarak alacak olursak, bizde gerçekten daniskası vardır bunun, her zaman da olmuştur. "Ferman padişahın, dağlar bizimdir" misali. Cenderesi dardır çünkü devletin.
   Yurttaşlık açısından baktığımızda, meteorolojideki "hissedilen sıcaklık" gibi, "hissedilen yurttaşlık" diyebileceğimiz bir olgu geçerli. Dışlanmışlık, haksızlığa uğramışlık duygusu ağır basıyorsa, hissedilen yurttaşlık "ölçülen"den farklı demektir. Böyle durumlarda, bu fark ölçüsünde, itaatsizlik herhalde kaçınılmazdır.
   Bunları "Gandi Kemal"e beklenti yöneltmek için yazmıyorum. Toplumsal hallerimizi gözden geçirmek için yazıyorum. "Hissedilen yurttaşlık"ta trajik bir yön var demeye çalışıyorum.
Bunu güncel meselelerin tümünde görmek mümkün: Anayasa tartışmalarında, ana muhalefet partisinde, en çok da şehit cenazelerinde.
   "Şehitler ölmez" sözü iki dilde söyleniyor bizim ülkemizde. Bunlardan birini, Türkçe olanını, yıllardır, bayraklara sarılmış tabutlar eşliğinde, gitgide kalabalıklaşan törenlerde her gün izleyip işitiyoruz.
   Diğerini, Kürtçe olanını ise ülkenin batısında pek az işitiyoruz, belki hayatında işitmemiş olanımız bile vardır: "Şehit namırın". Ancak, biliyoruz ki söyleniyor bu söz, derin ve içten yankılar bula bula seslendiriliyor. Ve kâğıt üstünde birbirine çevrildiğinde aynı anlama gelen bu iki söz, "şehitler ölmez" ve "şehit namırın", bugünkü çatışma ortamında aynı anlama gelmiyor, gelemiyor. Oysa biz bu iki anadilinin konuşanları, aynı ülkenin yurttaşlarıyız, ruhlarımız iç içe, bedenlerimiz yüz yüze... Tragedya, trajik olan, tam da böyle durumlara verilen addır. Ve insanlığın asli sorunları, tragedyalarda yatmaktadır.


&

Fikritakip[6]


   Dünün haberlerinden: Van'ın Özalp ilçesindeki Muğlalı Kışlası'nın arkasında açık alanda mühimmat. Çocuklar bulup kurcalıyor: Bir ölü, beş yaralı.
   Kışlaya adı verilen General Mustafa Muğlalı'nın 1943 yılında kurşuna dizdirdiği 33 köylü (evet, Ahmed Arif'in "Otuz Üç Kurşun" adlı şiirindeki köylüler) arasında da 11 yaşında bir çocuğun bulunduğu söylenir...
   Benzer olayların kurbanı olan çocuk sayısının dört yüzü aştığı bildiriliyor. Yurttaşların güvenliğinden kim sorumluydu? İçişleri Bakanı? Savunma Bakanı? TSK? Başbakan?
*
   Çocuklar İçin Adalet Çağrıcıları (ÇİAÇ) sözcüsü Mehmet Atak, TMK Mağduru Çocuklar probleminin en önemli boyutlarından birinin de yargı olduğuna dikkat çekiyor:

"Çocukların yarısından çoğunun dosyasında tek bir somut (rasyonel) delil yokken savcıların iddianame hazırlaması, mahkemelerin bu iddianameler üzerinden dava açması, hakimlerin duruşmaları sürdürüp ceza vermesi, Yargıtay'ın bu cezaları onaması (...)"

   Bir süre önce Atak, ÇİAÇ'tan Lale Mansur ve Mehmet Ucum ile birlikte Başbakan'la görüşmüşlerdi. Atak, 45 dakika süren görüşmede, Başbakan'ın parlamentodaki üç maddelik tasarının çözüm getirmeyeceğine ikna olarak, Bekir Bozdağ'ı "tam çözüm" için 8 maddelik yeni bir tasarı hazırlamakla görevlendirdiğini hatırlatıyor.
   Bekir Bozdağ, Atak'ın "Ötekileştir-me" adlı haftalık televizyon programında canlı yayına katıldığında, en geç mayıs sonunda bu yeni tasarının parlamentodan geçeceğini ve gerekli kanun değişikliklerinin yapılacağını açıklamış. "Mayıs sonuna geliyoruz, henüz ses yok" diye yazıyor Atak. Bu arada çocuklar, ölümlerden ölüm beğeniyor.


&

Yüksek gerilim[7]


   Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu'nun (İngilizcesi: ITUC) Gazze'yle ilgili dünkü duyurusunu okurken, duyuruda yardım filosuna saldırı olayıyla ilgili tepkilerine yer verilen sendikal örgütlerin arasında Uluslararası Gazeteciler Federasyonu'nun (IFJ), Uluslararası Taşımacılık İşçileri Federasyonu'nun (ITF) ve Güney Afrika'dan COSATU'nun yanı sıra İsrail'den Histadrut'un da tepkisini görünce, bu yazının adını "Barışın işaretleri" diye değiştirebilirim umuduna kapıldım. Ne de olsa barış ancak saldırgan bünyenin kendi içinde dayanak bulduğunda kalıcılaşabiliyor. Bkz. geçen yüzyılın büyük barışlarından Fransa-Almanya, Fransa-Cezayir vb.
   ITUC duyurusunda bildirildiğine göre Histadrut, her iyi sendikal örgütten bekleneceği üzere her zaman barış için diyalogdan yana tavır almış. İsrail'in yardım filosuna yönelik saldırısına tepki olarak da, dayanışma içinde olmayı ilke edindiği Filistinli emekçilerle (özellikle Filistinli Sendikalar Federasyonu PGFTU ile) olan sendikal bağların güçlendirilmesi çağrısında bulunmuş.
   Evet, İsrail'de ve Filistin'de, kendilerini birbirlerinin yerine koymaya çalışan, 'kalıcı bir barış için iki halk iki devlet' ilkesini savunan ve tüm sorunlara kapsamlı çözüm için görüşmeleri şart koşan işçi federasyonlarının var olduğu anlaşılıyor.
   Gelgelelim, Histadrut'un bildirisinde İsrail devletinin hukuksuzluklarına karşı hayli yüksek bir hoşgörü dozu görülüyor. Bildiri, sanki İsrail devleti Gazze'ye yardım için elinden geleni yapıyormuş gibi konuşuyor ve yardım filolarını, İsrail'in çağrısına uyarak yüklerini şimdi boşaltıldıkları limana barışçıl bir biçimde boşaltmamakla suçluyor. Öyle anlaşılıyor ki Histadrut, filonun asıl amacı Hamas'ın elini güçlendirmektir diye düşünmektedir...
   Filoda yer alan altı yüz küsur yardım gönüllüsünün içinde, hatta filoyu organize edenlerin arasında böyle bir amaç güdenler de bulunmuş olabilir. Ancak, aylardır en güvenilir kaynaklardan gelen bilgiler, Gazze halkının gerçekten de ilaç ve mama dahil en temel ihtiyaçlarını karşılayamadığı koşullara terk edildiğini, "insani bir kriz"le karşı karşıya olduğumuzu, dolayısıyla yardım iletmek konusunda İsrail resmî makamlarına güvenmenin artık büsbütün olanaksızlaştığını gösteriyor. Ve bu gemilerin yalnızca yardım malzemesi taşıdığı en baştan beri biliniyor.
   Üstelik herkes, İsrail komandolarının saldırıyı uluslararası sularda gerçekleştirdiğinde hemfikir. Sözün kısası, İsrail hukuken de, etik açıdan da, savunulabilecek durumda değil. Bu koşullarda Histadrut'un tavrını milliyetçi eğilim dışında açıklamak olanağı bulunmuyor.
*
İsrail devleti,
-- Yardım filosundan gözaltına aldığı tüm insan hakları savunucularını derhal serbest bırakmalıdır;
-- Gazze'deki kuşatma ve ablukayı kaldırmalıdır;
-- Yardım filosuna yaptığı saldırıdan ötürü adil bir biçimde yargılanmalıdır;
-- İsrail uluslararası hukuka itaat edinceye kadar ABD İsrail'e yaptığı yardımları kesmelidir.
   Yukarıda sıralanan talepleri gerçekte İngilizce bir çağrı metninden çevirdim. Tırnak içine almadım, benimsediğimi göstermek için. Sanıyorum bu taleplere katılmayacak pek az kimse çıkar.
Söz konusu çağrıyı ayrıca barışın güçlü işaretlerinden biri sayıyorum ben, çünkü çağrı, ünlü dilbilimci Noam Chomsky'nin de desteklediği "Jewish Voice for Peace (Barışçı Yahudilerin Sesi)" adlı grup adına yapılmıştır ve bu grup Filistin sorunu konusunda genellikle son derece yerinde açıklamalar yayımlamaktadır. Belli ki İsrail'in içinde de destekçileri olan, ama daha çok ABD başta olmak üzere İsrail dışında yaşayan Yahudilerden oluşan bir grup bu.
   Elbette barışçılarla bile her zaman harfi harfine aynı fikirde olmak zor. Söz konusu çağrıda da, yukarıdaki taleplerin altında şu satır okunuyor:
   "Bu taleplere katılıyorsanız, bunları ABD Başkanı Obama'ya da bildiriniz."
   Bence ABD içinde yaşayanlar çağrılarından birini ABD devletine yöneltseler de, genel olarak asıl çağrı İsrail devletine yöneltilmeli, İsrail devleti hukuk tanımazlığından ve kendi uyguladığı terörden kendisi sorumlu tutulmalıdır.
   Aslına bakılırsa İsrail devleti hukuk tanımazlık ve terör konusunda ABD abisi ile aynı yolun yolcusu. Ancak, tuhaftır, İsrail'e bakılırken bazen bu durum unutuluyor ve neredeyse ABD'den medet umuluyor.
   Oysa, Gazze ablukası ile Küba ablukası arasındaki benzerlik çok çarpıcı. ABD'nin Irak'a ve Afganistan'a olan saldırıları da İsrail'in Filistinlilere yönelik saldırılarından daha hukuki değil. "Ulusal çıkarları"nın peşinden giderken uluslararası hukuku hiçe saymak konusunda bu iki devletin birbirinden aşağı kalır yanı yok. Hâlâ yok. ABD'de Obama'nın seçilmesi henüz herhangi bir politika değişikliği yaratmış görünmüyor. ABD'nin şahinleri başkanlık seçimlerinde Obama'nın yolunu kesmediyse, bunun nedeni büyük olasılıkla kriz döneminde kestaneleri ateşten alabilmek için en uygun adayın o olmasıydı...
   Her durumda İsrail devletinin politikaları ne yazık ki kopya çekmişçesine ABD'nin politikalarına benziyor.


&

Çıkış nereye?[8]


   Filistin sorunu, Kürt sorunu gibi büyük sorunlar, karmaşık labirentlere benziyor: Çıkışın ne yöne olacağı belirsiz.
   Her yeni olayda tarihin kötü örnekleri kendini hatırlatır, Şahlık dönemi İran'ı da öyle. 1960'lı ve 70'li yıllarda gazetelerin ve dergilerin sayfaları, fotoromansa dönüşmüş Rıza Şah Pehlevi, Prenses Süreyya ve Farah Diba haberleriyle süslenirken, İranlı öğrenci arkadaşlarımız Tahran varoşlarıyla zindanlarında olup bitenleri anlatırlardı. Kötü ünlü rejimler listesinin ilk sıralarında yer alır Pehlevi rejimi.
   1970'li yılların sonuna doğru Şah karşıtı hareketlerin seller gibi bir anda taşıp yükseldiği sıralar (devrimci durum dönemi), dünyanın önünde, sonraki İran'a benzeyen bir örnek bulunmuyordu. Hiçbir çıkış ülkeyi Pehlevi rejiminden daha kötü bir yere götüremez duygusu vardı... Humeyni'yle gelen İslamcı çıkış için 'daha kötü' ya da 'daha iyi'den çok, aynı derecede kötü, farklı bir biçimde kötü demek gerekir bence, en azından özgürlükler açısından.
   Şimdi bir yandan FKÖ'deki yozlaşmalar bir yandan da İsrail mezalimi, Gazze'yi yeni bir İslamcı selin aktığı bir labirente dönüştürdü. Gazze'yle dayanışmanın, pardon Gazze'ye insani yardım selinin getirdiği meşruluğu kuşanarak öne çıkanın İslamcılık olduğunda kuşku yok.
   İddialar, bu sefer yükselenin tıpkı "İHH"nın adındaki gibi "insan hak ve hürriyetleri"ne dayalı bir İslamcılık olduğu yönünde. Umarım öyledir. Gerçi İran'da da öyleydi: Şahın devrilmesi için tüm muhalif güçler hareket halindeydi ve içlerinden önemli bir bölümü tıpkı Mavi Marmara'daki gibi bir araya gelebiliyordu.
   Ve Hamas yöneticileri, maddi açıdan zenginleşmeyen kişilikleriyle, El Fetih yöneticilerinden de, Erbakan ve Erdoğan örneklerinden de farklılaşarak, daha çok Ahmedinejad örneğine yakınlık gösteriyorlar.
*
   "Çıkış nereye" sorusu, başka bir çerçevede, bugünlerin diğer büyük sorunu olan Kürt sorunu için de geçerli. Az çok toplumsal duyarlığı olan herkesin farkında olduğu üzere, buradaki birikim de çıkışları zorluyor.
   2.6.2010 tarihli "güvenlik zirvesi" sonrasında yapılan açıklamada "terörün istismar ettiği koşulların ortadan kaldırılması"ndan söz ediliyordu. Devlet bu "terör" indirgemesinden bir türlü vazgeçemedi. Oysa bu güvenlik metinleri bağlamındaki "terör" sözcüğünün temsil ettiği şeyin hayli karmaşık bir olgusal gerçeklik olduğunu herkes biliyor: Yer yer terörü ve her tür silahlı mücadeleyi de içeren, yaygın ve köklü bir var olma iradesi. Bu iradeyi kendi amacına uygun bir çıkışa yöneltmek isteyen farklı güç odaklarının varlığı da çok açık. Çıkış kapılarının üzerinde 'demokratik cumhuriyet', 'federasyon', 'demokratik federasyon', 'bağımsız Kürdistan' gibi yazılar bulunuyor.
   Devlet zirvesi nasıl bir çıkış gösteriyor? "Koşullar" sözcüğünden kastedilen nedir?
   Kötümser yorum, "sosyal ve iktisadi koşullar" teranesinin yinelenmiş olmasıdır, yani çıkmazda ayak direnmesi. İyimser yorum ise, operasyonları durdurma çağrısına kulak verilmesi ve bir an önce demokratik çözüm sinyali verilmesi olabilir.
   DİSK, KESK, TTB gibi büyük kitle örgütlerinin temsilcileri, tarihsel bir jest yaparak, son aylarda haksızlığa uğrayan Kürt temsilcilere ziyaretlerde bulundular.
   Haksızlığa uğrayanlar arasında, İHD Diyarbakır Şube Başkanı Muharrem Erbey, seçilmiş belediye başkanları ve çok sayıda DTP'linin yanı sıra, Kürtçe gazete yayıncıları ve çalışanları da bulunuyor.
Bu arada, Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu (TGDP) sözcüsü Necati Abay'ın bildirdiğine göre, ülkenin tek Kürtçe gazetesi Azadiya Welat'ın Elazığ temsilcisi Ali Konar ve gazete çalışanı Nuri Yeşil 27 Mayıs 2010 günü gözaltına alınmış. Abay, halen cezaevlerinde tutuklu 36 gazeteci ve yazar bulunduğunu bildiriyor.
   4 Haziran Cuma günü gazeteci İrfan Aktan ve Express dergisi ceza aldı. 1 Haziran Salı günü de Barış Meclisi üyesi gazeteci yazar Hakan Tahmaz'ın duruşması vardı, bir röportajından ötürü. Duruşma ekim ayına ertelendi.
   Bu insanlar hepimizin gözü önünde kalıcı bir barış için mücadele ediyor ama, TMY (Terörle Mücadele Yasası) uyarınca yargılanıyor!
*
   "Çıkış nereye" sorusunun canlı kısmıyla hiç ilgilenmemiş bir politikacı olan Deniz Baykal, Kandil’den ve Mahmur’dan kendilerine "Barış ve Çözüm Grubu" adını vererek gelen 34 kişinin aklandığını söylemişti. Bu nasıl aklanmaysa, bu gruplar Diyarbakır 4, 5 ve 6. Ağır Ceza mahkemelerinde yargılanıyor. Üç ayrı grup halinde yapılacak olan yargılamalarda ilk iki grubun duruşmaları 17 Haziran Perşembe günü, 3. grubun duruşması ise 24 Hazıran'da yapılacak.
Barış Meclisi bu konuda, Dönem Sözcüsü Dr. Metin Bakkalcı imzasını taşıyan 7 Haziran tarihli bir çağrı yayımladı. Çağrının bir bölümü şöyle:

"Hiç kuşkusuz bu dava Türkiye’nin son yıllardaki en önemli Barış Davası olacaktır. Son bir yıldır Kürt Açılımı veya Milli Birlik Projesi ekseninde yaşananlar ve son günlerde çatışma ve askeri operasyonların yoğunlaşmış olması dikkate alındığında bu davanın önemi kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
   Bu sürecin, başlangıçta kısa bir süre için heyecan ve umut yaratsa da, hızla tıkanma noktasına geldiği, dahası toplumsal kutuplaşmanın daha da derinleşmesi tehlikesi göz önüne alındığında barışa dair yapılacakların yaşamsal önem kazandığı kanısındayız.
   Bu konuda ortaya konulacak kamuoyu duyarlığı sadece davanın kaderini belirlemede önemli işlev görmeyecek. Gösterilecek duyarlılık, aynı zamanda bizi çözüme o derece yaklaştıracak, milliyetçiliğin gelişimine set örülmesine ciddi katkı sunacaktır.
   Türkiye Barış Meclisi, Kürt Sorunu'nun demokratik ve barışçı yöntemlerle çözülmesinde ciddi öneme sahip bu Barış Davası’nın tanığı ve gözlemcisi olunması gerektiğini düşünüyor. Aynı zamanda gerektiğinde barış için elindeki silahı bırakmaya hazır olanları cesaretlendirmek için duruşma günü davayı izlemek üzere aydın, yazar, gazeteci, akademisyen ve barış aktivistlerinden oluşan bir heyetle Diyarbakır’da olacağız."


&

İkidilli eğitim modellerine genel bakış[9]

                                                          
   Demokratik Toplum Kongresi'ne bu önemli toplantıyı düzenlediği ve beni de çağırarak onurlandırdığı için çok teşekkür ederim.
   Eşitlik, adalet ve saygı. Biz insanlar arasındaki her tür ilişkide ve sorunların çözülmesinde bu üç ilkenin geçerli olması gerektiğine inanıyorum. 64 yıllık hayatımın bütün tecrübeleri bana bunu gösterdi.
   Anadili Kürtçe olan pek çok dilci, kendisinin ya da tanıdığı çocukların okula başladıkları zaman Türkçe ve tekkültürlü eğitim nedeniyle yaşadıklarını dile getirirken, bunun tam bir travma olduğunu belirtir. Kürtçe konuşmanın yasaklandığı, hatta para cezasına bağlandığı, çocukların Kürtçe konuştu diye birbirlerini ihbar etmeye zorlandıkları dönemler anlatılır. Bütün bu olguların içinde en vahim olanlarından biri de bu koşullarda çocukların kendi anadillerinden ve kültürlerinden utanır hale getirildiğini anlamak olmuştur.
   İnsanların, özellikle de çocukların, anadillerinden ötürü utanç duymalarına sebep olmak, bu toplumun ve devletin büyük ayıplarından biridir. Bunun için Kürtlere bir özür borcu vardır, ben kendi payıma, özür diliyorum.
   Her ülkenin ortak dile ihtiyacı vardır, dünyanın da ortak dile ihtiyacı vardır. Ancak, bunu sağlamanın yolu asimilasyon olmamalıdır. Bütün dillerin eşit değerde olduğunu en iyi dilbilimciler söylüyor. Demek ki ortak dilin, ikidilli ve üçdilli eğitim yoluyla sağlanması gerekmektedir.
   UNESCO'nun öğretimle ilgili bölümü de yıllardır aynı gerçeği söylüyor.
   İkidilli eğitim terimi, öğrencilerin bir yabancı dil, ikinci bir dil öğrenmesi anlamına gelmiyor. Bunun yanı sıra, ders konularının iki dilde de işlenmesi anlamına geliyor.
   Gerçekte şu an Türkiye'de iki türlü ikidilli eğitim var. Bunlardan birincisi, resmen tanınmış olan azınlıkların okullarında verilen eğitimdir. Bu okullarda bazı dersler Türkçe, bazı dersler ise öğrencinin kendi anadilinde, yani Rumca ya da Ermenice yapılmaktadır.
   Türkiye'deki diğer ikidilli eğitim türü, adı "yabancı dilde eğitim" olan eğitimdir. Kolejler ve ODTÜ, Boğaziçi gibi üniversiteler ile vakıf üniversitelerinde "yabancı dilde eğitim" adı altında, bazı dersler Türkçe, bazıları ise İngilizce yapılmaktadır.
   Kürtçe gibi, azınlık sayılmayan anadillerini konuşan çocuklar için de ikidilli eğitim sağlanabilir. Çocukların yaşadığı travmanın aşılabilmesi için düşünülebilecek başlıca yöntem budur.
   İkidilli eğitimde en temel nokta, hedefin ne olduğu, hangi amaca ulaşılmak istendiğidir.
   Bizim gibi çokdilli olan ülkelerden bazılarında ikidilli eğitimde amaç her yurttaşın diğerlerinin dilini öğrenmesidir: İsviçre, Belçika, Lüksemburg, Kanada, Paraguay gibi. Bunlar, çeşitli sorunları olsa da, çokdilli eğitimin başarıyla uygulandığı örnekler. Eski Sovyetler Birliği'nde de bu amaca yönelik ikidilli eğitim programları uygulanıyordu. Ancak, bilindiği üzere, oradaki gelişme yarım kaldı.
   Bu açıdan ABD de önemli örneklerden biri.
   Herkesin göçmen olduğu bir çokkültürlü ülke olan ABD'ye ilk göç dalgalarıyla gelenler genellikle çocuklarını ikidilli okullara ya da anadilllerinde eğitim veren okullara kaydettirmişler. İlk ikidilli eğitim yasası 1839 yılında, Ohio eyaletinde kabul edilmiş. Bu yasayla, velilerin talebi halinde Almanca-İngilizce olmak üzere ikidilli eğitime izin verilmiş. Sonraki yıllarda, nüfus durumuna göre diğer eyaletlerde de Fransızca-İngilizce ve İspanyolca-İngilizce eğitime izin verilmiş. Yanı sıra, Norveççe, İtalyanca, Polonya dili, Çekçe ve bir yerli dili olan Cherokee gibi, çok çeşitli dillerde, İngilizceyle birlikte ikidilli eğitim düzenlenmiş.
    1864 yılında, ABD Kongresi anadilinde eğitimi, dolayısıyla ikidilli eğitimi yasaklamış. Dünyada gitgide yükselen milliyetçilik nedeniyle farklı anadillerinin sadakati konusunda kuşkular oluşmuş ve bu grupları "Amerikalılaştırmak" amacı ağır basmaya başlamış. O yüzyılın sonlarında eyaletlerin çoğunda yasalara tek eğitim dili İngilizcedir biçiminde hükümler konulmuş.
   Bu tekdilli (yalnızca İngilizce) eğitim, anadili farklı olan öğrencilerde yarattığı başarı düşüklüğü alarm verici bir hale gelinceye kadar devam etmiş.
   Yurttaş hareketlerinin de yükselmesiyle, 1968 yılında, İkidilli Eğitim Yasası kabul edilmiş. Yerel okullarda anadilinde eğitim için fon sağlanmaya başlanmış. Eyaletlerden çoğu da bundan yararlanarak kendi ikidilli eğitim yasalarını çıkarmışlar ya da en azından, okullarda diğer dillerin kullanılmasını suç olmaktan çıkarmışlar. ABD Kongresi'nin 1974'te çıkardığı Eğitimde Fırsat Eşitliği Yasası bu ilkeyi desteklemiş.
   Bazı eyaletlerde amaç, anadili farklı olan çocukların İngilizceye geçişini travmasız bir biçimde 3-5 yıl içinde sağlamak. Bu durumda çocuklar önce derslerinin yalnızca %10'unu İngilizce görüyor, sonra bu oran azar azar artırılıyor.
   Tüm yurttaşların birbirinin dilini öğrenmesini amaçlayan bazı eyaletlerde ise, anadili İngilizce olan öğrenciler eğitimlerini önce İngilizce olarak değil, İspanyolca olarak görüyorlar. Bu ilkeye "eşit ikidillilik" diyebiliriz.
   Bütün bu yöntemlerin başarı derecesi konusunda farklı istatistikler var. Çelişen istatistiklerin siyasi ölçülerle derlendiği ileri sürülüyor. Başarısızlık iddiasıyla Kongre'ye ikidilli eğitimin kaldırılması ve yeniden tekdilli eğitime dönülmesi için yasa tasarısı verilmiş ama, bu tasarı reddedilmiş.
   Ancak, bazı yasalarda ikidilli eğitimi zora sokan hükümlerin de bulunduğu belirtiliyor.
   Eşit ikidilliliği savunanlar solculukla ve etnikçilikle suçlanıyor...
   Bu noktada, Kürtlerin anadilinde eğitim taleplerinin gücü önem taşıyor. Ve siyasi belirsizlik faktörü devreye giriyor.
   Soru şu: Kürtler siyasi birlik için mi anadilinde eğitim istiyor, yoksa anadilinde eğitim için mi siyasi birlik istiyor?
   Bu bir tavuk-yumurta meselesi değil. Henüz hangisinin geçerli olacağında bir belirsizlik var.
   Esas olan anadilinde eğitimse, bunun çözülmesi için bağımsızlık veya federasyon şart değil. Ancak, devlet böyle bir önyargıyla davranmaya devam ediyor. Asıl kısır döngü burada. Devlet bu tavrıyla gerçekte Kürtleri uzaklaştırmış oluyor.
   Oysa demokratik bir cumhuriyette Kurmançi ve Dımili dahil bütün anadilleri için ikidilli eğitim düşünülebilir.
   İngilizcenin ise en son öğretilmesi gerektiğini başlıca dilbilimciler ortaya koymuştur. Çocuk anadilinde belirli bir düzeye gelmeden İngilizce öğretilmeye başlanmamalıdır. Aksi halde çocuğun dille ilişkisi ve akademik (öğrenme) başarısı zayıflamaya başlamaktadır.
   Türkiye bir an önce ikidilli eğitim konusunu gündeme almalıdır.


&

Nahoşem[10]


   12-13 Haziran 2010'da Diyarbakır'da "Uluslararası Dil ve Eğitim Çalıştayı" yapıldı. Düzenleyen, Milli Eğitim Bakanlığı değil, Demokratik Toplum Kongresi'ydi, çalışma dili ise Kurmançi.
   Anadilinde eğitim, Kürt sorununun belki en temel boyutu. Devlete ve Deniz Baykal CHP'sine bakılırsa, Kürtler anadili sorununu siyasi birlik ve giderek ayrılık için istemekte, yani bahane etmektedirler. Siyasi birlik fikrinin canlı olduğu Kürtler ise, en azından benim izlenimime göre, bu fikre başka çareleri kalmadığı ölçüde kapılıyorlar; çok büyük çoğunluk için esas olan, anadilleri, kültürleri ve tarihleridir. Bunları ne pahasına olursa olsun ("behemehal") korumak ve geliştirmek meselesi. Karşılarına çıkarılan her engel, uygulanan her baskı, onları kendilerine ait bir kamuya doğru biraz daha itiyor.
   Dil ve eğitim konusunda epey toplantıya çağrılmışlığım var. Bu seferki yeniliklerden biri, toplantıyı büyük ölçüde kulaklıkla izlemem oldu. Eşzamanlı çeviri yapıldı, Zazakiden ve Kürtçenin Sorani gibi lehçelerinden Türkçeye ve Kurmançiye.
   Toplantının "uluslararası" niteliği de diğer ülkelerden gelen Kürtlerin varlığıyla ilgiliydi. İsveç'ten Horasan'a, Moskova'dan Kürdistan'a kadar farklı ülkelerden gelmişti konuşmacılar.
   İlk gün öne çıkan izleklerden biri, Kürt özgürlük hareketini temsil edenlerin kamu önünde anadillerini konuşmamaları, anadillerinde konuşma yetilerini geliştirmek için yeterli çaba harcamamalarıydı. Asimilasyon nedeniyle durumunuz anlayışla karşılanabilirdi ama, eğer Kürtlerin temsilciliğine soyunmuşsanız, anadilinizi geliştirmek ve her yerde anadilinizi konuşmak zorundaydınız...
   Bu, yeni ve hayli ağırlık kazanmış bir görüş. Çalıştayın Kürt katılımcıları gerçekten de devletten umutlarını büyük ölçüde yitirmiş bir biçimde, kendi sorunlarını kendi olanaklarıyla çözmenin yollarını aramakta ve kendi içlerine dönmekteler. Eğitim dahil, sosyal ve kültürel alanlarda çok sayıda yeni girişim, dernek, dernekler arası koordinasyon gibi sivil çalışma yordamlarını devreye sokuyorlar.
   Çalıştayda yapılan konuşmalar arasında iki hekim katılımcının söyledikleri, anadili meselesinin neden yaşamsal bir boyut olduğunu sözcüğün gerçek anlamıyla ortaya koyuyordu:
   Kürt kadınlarının önemli bir bölümü Türkçe bilmediğinden ve yakın zamanda öğrenmeleri gibi bir perspektif de bulunmadığından, bölgede çalışmakta olan kırk hekime geçen yıl Diyarbakır Tabip Odası tarafından gereken ölçüde Kürtçe öğrenmeleri amacıyla kurs verilmiş ve aynı amaç için iki de kitap yayımlanmış.
   Hekimler için dil açısından "gereken ölçü" denen şey, "anamnez" adını verdikleri hastalık öyküsünü tam olarak almalarına ve hastaya açıklama yapmalarına yetecek Kürtçedir. Bunun olmadığı koşulları düşünmek zor olmamalı. Hekimlerin hastaya uygulanacak müdahaleler konusunda hastayı bilgilendirip onun iznini almaları zorunluluğunun bu koşullarda hayli lüks kaldığı anlaşılıyor, tıpkı diğer haklar gibi.
   Diyarbakır'da yaşayan ve çalıştay dışında görüşüp bir röportaj yapma fırsatını bulduğum üçüncü bir hekim, Necdet İpekyüz, çoğu Türkçe bilmeyen hastaların doktor karşısında sarf ettikleri tek sözün "Nahoşem" olduğunu anlattı. Doktor sordukça hasta yineliyor: "Nahoşem".
   Tıpkı Gülsüm Cengiz'in ünlü "Kamber Ateş" şiirindeki "nasılsın" sözcüğü gibi yankılanıyor şimdi zihnimde bu söz.
   Çalıştaydaki doktorlar, öğrenim çağına geldiğinde dil nedeniyle dışsal zorlamalarla karşılaşan çocuklarda, "beyin atrofisi (daralma)" dahil çok sayıda fiziksel rahatsızlığın ve konuşma yitimi ya da zorluğu gibi belirtilerin ortaya çıkabildiğini anlattılar.
..............
*
Dil meseleleri
   Aşağıdaki alıntıların kaynağını tahmin etmeye çalışmak iyi bir zihin egzersizi olabilir.
I
"Anadili dersi kuşkusuz bu dersin sınırlarını aşan çok yönlü bir derstir. Bütün öteki derslerde de anadilinden yararlanma, anadilini iyi bilme söz konusudur. Aynı zamanda bütün öteki dersler de anadili dersinin malzemesini, kaynağını oluştururlar. Böylece anadili dersi yalnız bu dersin sınırları içinde kalmamakta, bütün öteki derslerle tamamlayıcı bir nitelik taşımaktadır." (...)
"Dile egemenliğin yetersizliği, öğrencinin bilgilerini genişletme ve derinleştirme etkinliğinde de olumsuz etkisini göstermektedir."
II
"Bu bilgisizlik ve bilinçsizlik ana diline karşı duyarsız nesillerin yetişmesine ve yukarıda belirtilen sorunların ortaya çıkmasına yol açmaktadır."[11]


&

Travmaya çatı altı[12]


   Hekimlerin ve diğer sağlık görevlilerinin varlık gösterdiği bir ortamın ruh hali farklılaşıyor, genellikle bir güven ve iyilik arız oluyor insanlara. 12-13 Haziran'da "Dil ve Eğitim" konulu çalıştay için gittiğim Diyarbakır'da, çalıştayın iki hekim katılımcısı kadar, çalıştay dışında görüştüğüm Necdet İpekyüz de benzer şeyler düşündürdü bana.[13] Çoğumuzun ahkâm kesmekle yetindiği şu ortamda onarıcı bir şeylerden söz ediyordu İpekyüz. Onarıcı, sağaltıcı... Kürt sorunuyla ilgili çatışmada her iki tarafta derinleşen travmayla ilgili esaslı bir çalışmanın ilk adımlarıydı bunlar. Bu bilginin herkese iyi geleceğini düşünerek bir röportaj önerdim, kabul etti, zaman ayırdı.

Necmiye Alpay - Fikir tam olarak nedir?

Necdet İpekyüz - Türkiye’de otuz yıldır yaşanan çatışmaların ürünü, bu kutuplaşmış ve son derece travmatize olmuş toplum oldu. Çatışmalar bugün de devam ediyor. Türkiye’de ismi konularak Kürt sorunu konuşulmaya başlandı. Tartışmalar genellikle açık şiddetin nasıl biteceği ekseninde dönüyor ama, uzun yılların toplum dokusundaki tahribatını ve dönüşümleri düşünürsek, açık şiddetin bitmesi durumunda bile bu travmatik tarihle nasıl yüzleşeceğimiz, mağduriyetleri nasıl telafi edeceğimiz gibi soruların baki olduğunu görürüz.
   Dolayısıyla, Türkiye İnsan Hakları Vakfı olarak uzlaşma sürecine katkı sunmak amacıyla kapsamlı bir toplumsal travma projesi başlattık. Bu projede, genel olarak şiddete maruz kalmış kişilere, onların yakınlarına ve şiddet hikayelerini dinleyen ve arşivleyen STK üyelerine psikolojik yardım var. Yanı sıra, çatışma ortamında kaybedilenlerin bedenlerinin bulunup gereğince gömülmesi ve suçluların cezalandırılması için çalışmalar yapmayı, bireylerin bu şiddet tarihindeki deneyimlerini, hatırladıklarını ve bu hafızanın bugünü nasıl biçimlendirdiğini anlamamızı sağlayacak bir sözlü tarih çalışmasını da kapsıyor.
   30 yıllık süreçteki ölümleri, kayıpları, göçleri haksızlıkları düşünürsek Türkiye’de ne kadar büyük bir felaketle karşı karşıya olduğumuzu anlayabiliriz.
    Bu tür olaylarda bireylerin ruhsal yapıları zedelendiği gibi toplumların da ruhsal yapısı etkilenir. Tıpta, travma sonrası stres bozukluğu (TSSB), gerçek bir ölüm ya da ölüm tehdidi, ağır bir yaralanma gibi bireyin doğrudan yaşadığı bir stres etkeni ile karşılaşmanın ardından gelişen özgül belirtileri tanımlar. Bu olaylar yaygın ve uzun süreli olursa, bireyler gibi toplum da aynı duruma gelir.
   Askerliğini Güneydoğu Anadolu'da yapanların çocukları bugün bu bölgede asker, polis, hemşire, öğretmen, memur, doktor ve savcı olarak görev yapmaya gelebiliyor. Nitekim son olaylarda Şemdinli ve İskenderun’da yaşamını yitiren iki askerin babaları, çocuklarının askerlik yaptığı yerde daha önce kendilerinin de askerlik yapmış olduğunu dile getirdiler.
   Kaba bir hesapla, son 25 yılda bölgede operasyonlara katılanlarla birlikte görev yapan kolluk güçlerinin yılda en az 200 bin kişi olduğunu varsayarsak bunu 25 ile çarptığımızda 5 milyon kişi eder. Eş, çocuk ve anne babalarıyla hesaplarsak sayının ne kadar yüksek olduğunu anlarız.
   Buna bir de bölgedeki faili meçhul cinayetler, dağda yaşamını yitirenler, yargısız infazlar, kayıplar, gözaltılar, ceza alanlar, zorunlu göç edenler gibi mağdurları ve ailelerini de eklersek aslında bu süreçten etkilenen nüfusun büyüklüğü de ortaya çıkar. Tüm bu süreçte mağdur olanların şu andaki anne baba eş ve çocuklarını yeterince düşünüyor muyuz? Düşünsek bile destek oluyor muyuz veya öykülerini dinliyor muyuz? Yoksa yaşadıkları travmayla baş başa mı kalıyorlar?
   TSK'nın, sözünü ettiğim askerlerle ilgili olarak bu süreçte yaptığı rehabilitasyon programları sadece fiziki hasarlara yönelik. Belki muvazzaflar ruhsal açıdan destek alıyorlardır ama erlere yönelik bir ruhsal rehabilitasyon programı olmadığını biliyoruz. Büyük çoğunluğun terhis olduktan sonra ruhsal açıdan nasıl olduğu, ailesi ve çevresiyle ilişkileri bilinmiyor. Yeri gelmişken: Bu bölgede olaylardan etkilenmemiş kimse çok azdır. Ve bunların erkek çocukları askerlik eğitimine gittiğinde örgüt ile Kürtler bir tutulup kin ve öfke dolu bir eğitimden geçirildiğinde oluşan travmayı düşünebiliyor musunuz?
   Toplumsal travmayla baş etmek için geniş kapsamlı programlar geliştirmek zorundayız.

N. A. - Ne zaman netleşti bu fikir? Beklentiler neler?

N. İ. - Dünyanın başka ülkelerinde, Şili, Arjantin, Güney Afrika, Bosna, Almanya gibi birçok ülkede toplumsal travmayla ilgili baş etme çalışmaları yapılmış daha önce, biliyoruz. Arkadaşlarla birlikte bunları inceliyoruz. İnsani ve vicdani boyutu içselleştiren genç akademisyenlerden bir grup arkadaşla başladık önce çalışmaya. Akabinde, TİHV (Türkiye İnsan Hakları Vakfı) yönetiminde konuyu ele alıp öncelikli programımıza dahil ettik. Aynı çerçevede, kayıplarla ilgili çalışmalara da başladık.
   Bu alanda daha çok Güney Afrika'daki Yüzleşme komisyonları konuşuluyor. Biz ise her yönüyle araştırıyoruz, Türkiye'deki sürecin başka ülkelerde yaşananlara çok benzemediğini biliyoruz.
   Aslında Türkiye'de kayıplarla, göç edenlerle, çocuklarla ilgili çalışan kurumlar var. Bu kurumların etkisi yaygın mı, pek emin değilim. Sorunun üstesinden tek başına gelinemeyeceğini düşünüyoruz. Yapılabilecekleri ve hangi kurumların rol alabileceğini de ortaya çıkarmak gerekiyor.
   Toplumsal travmayla baş etme konusunda siyasi partiler, sivil toplum örgütleri, üniversiteler, medya, yerel yönetimler ne yapabilir, bunları da araştırıyoruz. Mesele birçok bilim dalını ilgilendiriyor. İlk akla gelen, ruhsal problemler ve psikiyatri olsa da, tek başına bu doğru ve yeterli değil. Yaklaşım ve rehabilitasyon süreci multidisipliner olmak zorunda.
   Devlet ve devletin kurumları da bu çalışmaya destek olmalıdır. En basitinden, başlangıç olarak bu süreci bilen yöneticilerin bölgede görev almasının bile önemli bir aşama olacağını düşünüyorum. Bölge konum açısından acemi, sürgün, mecburi hizmet, şark hizmeti bölgesi değil; bölgeyi ve süreci bilen, çözüm konusunda barışı içselleştiren, hak ve haksız yargısına girmeden dinleyip anlamayı bilen yöneticilere ihtiyaç var.

N. A. - Büyük proje...

N. İ. - Karmaşayı önlemek için, olayları veri inceleme, proje boyutuna da indirgemeden toplumsal travmayla baş etmede çatı olabilecek bir yapılanmaya ihtiyaç olduğu ortaya çıkıyor.

N. A. - Nelere ihtiyaç duyulacak, ihtiyaçlar nasıl karşılanacak?

N. İ. - Bu süreçte ana rol devlete düşüyor. Çünkü 30 yıllık sürecin kendisinde devletin ve kurumlarının uygulamaları ana belirleyici olmuştur. Tüm kamu kurumları batısıyla doğusuyla kuzeyiyle güneyi ile toplumsal travma ile baş etme programında rol almalı. Toplumda zedelenen güvenin onarılması için, hak ve özgürlüklere duyarlı kurumlarla işbirliği içinde olmaları gerekir. Sorun yıllarca güvenlik diye ele alındı, toplumda kurumlara karşı güvenin azaldığını unutmamalıyız.
   En önemlisi bu işe kafa yoranların gelişen şövenist ortamda bu duyguları kabartarak kahraman olmayı değil, insani duyguları ön plana çıkarmalarıdır. Ajitatif kahramanlık söylemleri işin kolayıdır. Gün, zor olanı yapabilme günü. Yeni kuşağın geleceğini kin, nefret ve şovenizmle düşmanlık üzerine kurmayalım. Bölünme söyleminin artık duygulara da yansıdığını göz ardı etmeyelim. Bölünmenin en tehlikelisi duygu bölünmesidir. Bunu unutmayalım.

N. A. - Çalışmanın ilkesi ne, kimlere ulaşmak gerekiyor?

N. İ. - Kitlesel travmaların yaşandığı ülkelerde aranan toplumsal uzlaşma, saldırgan ile mağdurun uzlaşması olarak ele alınmamalı. Burada uzlaşma,  yaşananlara seyirci kalanların acılara ortak olması ve birbirini anlamasıyla başlıyor. Bizler de dinlemeliyiz, öykülerimizi ortaklaştırmayı becermeliyiz.


&

Teslim olmamak[14]


   Başbakan Erdoğan, 19 Haziran'daki çatışmada kaybettiğimiz askerler için Van'da düzenlenen törende, "Şiddet sarmalına teslim olmadık, olmayacağız" demiş. Demiş ama, sözlerini, "silahlı kuvvetlerimiz gereken cevabı verecektir" diye bitirmiş, yani daha sözünü bitirirken teslim olmuş şiddet sarmalına.
   Ancak, belki de pazartesi günü Kılıçdaroğlu'ndan gelen olumlu sinyallerin de etkisiyledir, salı günü televizyonlarda Başbakan'ı Meclis'te "açılım"ın süreceğini söylerken izledik. Hükümet hangi yolu tutacak? Şiddet sarmalını mı, gerçek bir açılımın yolunu mu?
   Belki bundan da önce sorulması gereken soru, ilk açılım hamlesinin neden başlayamadan başarısızlığa uğradığı, savaş mantığına neden geri dönüldüğüdür.
   Yirmi altı yıllık çatışma süreci içinde, barışa, yani huzura, yani öldürmemeye, birbirinin gerçeğine varma iradesine yönelmiş dolaysız jest olarak ne gördük? İki şey: Birincisi, "Barış Grupları" çerçevesinde belirli aralıklarla sınır ötesinden gelip teslim olan gerilla grupları; ikincisi hükümetin "açılım" kavramını gündeme alması.
   Bu iki adım da barış mantığının gerekleriydi ve umut yarattı. Gelgelelim, hükümet eşit yurttaşlık yönünde adım atamadı, o ortamda baskılar ve tutuklama furyaları art arda geldi. En son, üçüncü Barış Grubu'yla gelmiş olanların çoğu 17 Haziran'daki ilk duruşmada tutuklandığında, "açılım" sıfıra ineli çok olmuş, haziran başlarında PKK yeniden saldırıya geçmişti.
*
   Askeriye yeniden kayıp vermeye başlayınca, televizyonlar da yeniden şehit ailelerinin yakın plan çekimlerini, annelerinin, babalarının, kardeşlerinin ve silah arkadaşlarının acılarını bütün ayrıntılarıyla vermeye başladı.
   Oysa bu "düşük yoğunluklu savaş" yüzünden ocağına ateş düşen aileler yalnızca asker aileleri değil. Seksen yıl boyunca Kürtleri yok sayma hatası işlendiği gibi, şimdi de kayıplarını yok sayma hatası işleniyor. Oğulun ya da kızın yasadışı olması, öldüğünde ocağına ateş düşmesini engeller mi? Engellemez. Tam tersine, Kürtlerin kültürüne bu yönde yeni öğeler ekleniyor. "Yas evleri" mesela.
Eskiden "yas evi" demek, bir mensubunu yeni kaybetmiş ailenin evi demekti. Şimdi bu terimin Diyarbakır ve bütün bölgedeki anlamı değişmiş: Kahveler gibi düzayak, yalnızca taziye ziyaretlerinin kabulü amacıyla kullanılan bir tür mahfil anlamına geliyor "yas evi" sözü. Bölgede son on yıl içerisinde bu evlerin sayısı hızla artmış. Her mahallede, neredeyse her sokakta yas evleri kurmak zorunluluğu doğmuş. Savaş mantığının geri dönmesiyle birlikte yine karşısından ayrılamadığımız televizyonlarda, "Şehit namırın" sözleri gibi, yas evleri de görmezden, duymazdan geliniyor.
Ve emekli generaller yeniden vazgeçilmez söz sahipleri konumunda.
   Bu kez emekli generallerde bir söylem özelliği göze çarpıyor ki hayli şaşırtıcı geliyor bana: 'İstihbarat ya da araç gereç eksikliği', 'ordunun şu haliyle savaşma yetisinin tartışılabilirliği' gibi, batılıların 'yenilgici söylem (propos défaitiste/ defeatist remark)' dedikleri türden bir söyleme başvurmaktan kaçınmıyor bu kimseler. Asker olmayanların, gazetecilerin bu tür eleştirileri dile getirmesi normaldir, hatta görevleri sayılabilir. Ama benim bildiğim, düzenli ordular başta olmak üzere kendisinden silahlı mücadele beklenen hiçbir güç, yenilgici söyleme başvurmaz.
   Bu dediğimin epey örneği var ama, izleyebildiğim en uç örnek, şimdi bir partinin başkanlığını yapan emekli General Osman Pamukoğlu oldu. Eski silah arkadaşlarına yönelik ağır sözler etti CNN Türk'teki 5N1K programında.
   Gerçi emekli generaller kendilerinden artık silahlı mücadele beklenen kimseler değiller. Yine de, "yenilgici söylemden kaçınma" ilkesini kolay kolay bırakmamaları beklenir, çünkü diğer pek çok açıdan, askerliğin, bırakınız normalleşmiş özelliklerini, bir meslek hastalığına dönüşmüş halini de üzerlerinde taşıyorlar.
   Askerliğin meslek hastalığına dönüşmüş hali, saldırmayı ve öldürmeyi başlıca çözüm bellemektir. Özellikle PKK ile olan gibi yıllar sürmüş çatışmalı dönemlerde bu hastalığın her iki tarafta da başgöstermesi tehlikesi vardır: Sıcak çatışma demek, ya öl ya öldür demek.
   Emekli generaller de bu uzun çatışmalarda taraf olmanın belirlediği bir zihinle, karşılarında yalnızca bir "düşman", birtakım "vatan hainleri" görmekten kendilerini alamıyorlar. Silahlı hareketlerle ilgili her şeyi düşmanlık çerçevesinde açıklayamayacağımızı, açıklasak bile "düşman"la ilelebet düşman kalınamayacağını unutmuş görünüyorlar.
   Bir yandan böyle bir psikoloji içindeler, bir yandan da yenilgici söylemlere başvuruyorlar. Bu iki tavrın aynı zihinde buluşması tuhaf ve sanıyorum ancak sorunu kişiselleştirmiş olmakla açıklanabilir.
*
   Militarizmin bütün türleriyle dolu ve içselleştirilmiş bir "askeri vesayet"in etkisi altındaki bir toplumda gerçek bir açılım nasıl mümkün olabilir? Galiba barış mantığını ciddiye alan herkesin uğraştığı ve uğraşacağı soru böyle bir şey.
   Hükümet geçen yılki "açılım" ilânında, kendisine yalnızca moderatör rolü biçmiş gibiydi. Anayasal yurttaşlık, anadilinde eğitim ve yerinden yönetim gibi, barış mantığının en yaşamsal öğelerine ilişkin somut öneride bulunmak işini kendisi üstlenmeyip diğer partilere bırakmıştı. Diğer partiler dediğimiz, MHP ve CHP. MHP'yi tarife hacet yok: Herhalde hariçten gazel okumanın kolaylığıyladır, asker kökenli militaristlerden daha militaristtir. CHP ise, biraz MHP'ye benzediği ve askerî vesayetin kraldan çok kralcısı görünmeyi önemsediği için, ret yolunu seçti. Elbette, yaklaşan seçimlere en milliyetçisinden ve şoveninden bir demagojiyle girmenin çekiciliği de vardı tüm partiler için hesapta.
Şimdi ise toplum canhıraş bir biçimde, cesur ve geniş ufuklu bir siyaset ihtiyacı içinde. Elinizi silahtan çekin! Bir ölümün bir toplumsal patlamayı tetikleyebileceği hallerdeyiz.
*
Dil meseleleri
   Bir okurdan, geçen hafta "nahoşem" biçiminde yazdığım sözcüğün Kurmançi imlasını belirten bir mektup geldi: "Nahoş" sözcüğü "nexweş" biçiminde yazılır, bunun birinci kişiye göre çekimlenmiş hâli de "nexweşim"dir, diyor okur. Kendisine teşekkür ederim.
*    
   Başka bir okur mektubunda, "Nahoşem" başlıklı yazıda sözünü ettiğim anadili olgularına birinci elden bir tanıklığın yanı sıra, bu konuyu işleyen, Zazaca bir romandan söz ediliyor: İlhami Sertkaya'nın "Kılama Şîlane" (Şilan'ın Türküsü). Umarım Türkçeye çevrilir.
*
   Bir okur da, Birikim dergisinin "Çokdilliliğin İmkânları" konulu bir dosyayı Mayıs ve Haziran 2010 sayılarında iki bölüm halinde yayımladığını hatırlatıyor.


&

Bozuk plaklar[15]


   "Bu işin sadece askerî yöntemlerle çözülmesi mümkün değil."
   Kürt sorunuyla ilgili olarak her gün yinelenen cümlelerden biri bu. İlk bakışta askerî yöntemler sorgulanıyor bu cümleyle. Gerçekten öyle mi?
   Anlamak için öğelerine biraz yakından bakalım. Belirleyici öğelerinden biri, "sadece" sözcüğü. Bizi askerî yöntemlerden kurtaracak bir iksir damlası gibi duruyor orada bu sözcük. Peki, gerçek işlevi ne?
   Sadece'nin işlevini açığa çıkarabilmek için, cümleye bir de bu öğe olmadan bakalım:
"Bu işin askerî yöntemlerle çözülmesi mümkün değil."
   Demek ki "sadece" sözcüğü, ilk bakışta göründüğünün tam tersi bir işlev görüyor burada: Askerî yöntemleri dışlama işlevini değil, dahil etme işlevini görüyor. Askerî yöntemlerden kurtulmayı öneriyormuş gibi görünüp, o yöntemleri kalıcılaştırıyor.
*
   "PKK hareketine karşı askerî yöntemleri kullanmak gerekse bile..."
   Yukarıdaki "sadece"li cümlenin ardından genellikle bu ikincisi geliyor. Yine soralım: Böyle diyen kişiye göre, 'askerî yöntemleri kullanmak gerekir' mi, yoksa gerekmez mi?
   İlk cümle olmasaydı, yani bozuk plak "Bu işin sadece askerî yöntemlerle çözülmesi mümkün değil" diye başlamasaydı, cümleleri kullanan kişi askerî yöntemi yalnızca dışsal, ikincil bir olasılık olarak göz önünde bulunduruyor diyebilirdik. Ancak, birinci cümleyle birlikte kullanıldığında, kullanan kişinin, askerî yöntemleri dışsal bir olasılıktan öte, zorunlu bir bileşen, demirbaş bir yöntem olarak gördüğü anlamı oluşuyor.
*
   "Terör özgürlüklerin düşmanıdır."
   Konuşmuyor diye eleştiriliyordu, son günlerde uzun uzun konuştu İçişleri Bakanı. Ve böyle dedi, "Terör özgürlüklerin düşmanıdır."
   Devlet teröründen söz ediyor olsa, iki kere iki dört eder dercesine haklı olacak. Ama söz konusu ettiği, devlet terörü değil, PKK terörü. Bakan, bütün bir silahlı mücadeleyi "terör" terimine indirgemekle daha ilk anda devekuşu politikasına dahil oluyor. Bu, bir.
   İkincisi bir soru, bence Kürt sorununun çözümünde temel önemdeki sorulardan biri:
   PKK hareketi ya da 28 Kürt isyanı olmasaydı ve toplumcak tıpkı şimdiki gibi demokratikleşme iddiasında bulunsaydık, anadillerinin ve etnik kültürlerin toplumdaki yerini nasıl biçimlendirmek gerekirdi?
   Soru bence budur ve terörün ya da her tür çatışmanın varlığından ya da yokluğundan bağımsız olarak bir demokratik ilke sorunudur. Aynı zamanda da bilimsel etik sorunu. Çünkü modern bilim ilkesi, toplum gerçekliğinde ne var ne yok, bunların incelenmesini, değerlendirilmesini, eğitim konusu haline getirilmesini gerektirir. Ve elbette bütün bunların en geniş özgürlük ve saygı ortamı içinde yaşanmasını.
   Demek istediğim, "Terör özgürlüklerin düşmanıdır" sözü tipik bir bahaneden ibaret.
*
"BDP muhatap olmuyor, başka adres gösteriyor."
   2 Temmuz günü Avrupa Sosyal Forumu çerçevesinde Barış Meclisi'nin düzenlediği forumdaki konuşmacılardan biri de BDP'nin TBMM Grup Başkanvekili Bengi Yıldız'dı. Yıldız, muhatap meselesinin, tam tersine işleyen, daha doğrusu işlemeyen yüzünü dile getirdi: Muhatap bulamayan asıl biziz dedi. TBMM ve hükümet içinde kiminle konuşsalar, dertlerini hangi düzeyde açsalar, bir yetkisizlikle, bir duvarla, kısıtlılık hissiyle karşılaştıklarını anlattı. Çözüm için muhataba da ihtiyaç yok dedi Yıldız; Kürtlerin talepleri ana hatlarıyla belli olmuştur. Anayasada "Kürt" sözcüğünün geçmesi de gerekmez. Anayasal yurttaşlık, anadilinde eğitim, yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması.
   Esas olan bunlarsa, ki öyle görünüyor, demokratik bir devletin kendiliğinden biçimlendirmesi gereken yönlerdir bunlar. Yani yalnızca Kürtlerin değil, hepimizin talebi.
*
Kitap
   Eğitim-Sen, anadili konusunda ilkini 2003'te, ikincisini 2009'da düzenlediği "uluslararası katılımlı" iki sempozyumu kitaplaştırdı ve anadilinin önemi konulu bir de broşür yayımladı.
*
Dil meseleleri
   'Genel af' dendikçe ayağa fırlayanlar oluyor. Belli ki genel affın verilmiş tüm hükümleri kapsayan bir af türü olduğu sanılıyor. Oysa öyle değil.
   Daha önce de yazmıştım, belki başka yazan da olmuştur:
   Genel af, bir af yasasıyla belirlenen bir ya da birkaç suç çeşidi için çıkarılır. "Genel" olan tarafı, verilmiş bir cezanın, sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırılmasıdır. 'Özel af'  ise, ilgili kişiyi yalnızca cezanın uygulanmasından kurtarır; tamamlayıcı cezadan ve cezanın diğer sonuçlarından, sabıkasından kurtarmaz.
   Sözün kısası, genel af da bir hayli sınırlama içeren bir af türüdür. Türkçe Sözlük'te bu af türü için verilen tanım şöyledir:
   "Genel af: Kamu yararına uygunluğu saptandığında belli bir ya da birkaç suç çeşidi için yapılan kovuşturmaların durdurulması, verilmiş cezaların kaldırılması ya da azaltılması."
*
Toplumsal bellek
   2 Temmuz 2010'da saat 11'de Galatasaray'da, "yakınlarını siyasi cinayetlerde kaybedenler"in oluşturduğu "Toplumsal Bellek Platformu" üyesi bir avuç insan, o gün Sivas'a gidememiş olanlar, bir basın toplantısı düzenledi. Bildiride, 2 Temmuz'u iki sayfaya sığdırmaya çalışıyor ve "Madımak utanç müzesi olmalı" diyorlardı: "'Utanç Müzesi'nin kimilerinin iddia ettiği gibi ayrıştırıcı değil bütünleştirici olacağı fikrinde birleşiyoruz."
   Dünyada utanç müzeleri, insanlığın ibret belgeleridir. Bu müzelere ihtiyacımız var. Yoksa Sivas'ta sanatçıların yakıldığını, Çorum'da ve Kahramanmaraş'ta Alevilerin kadın erkek çoluk çocuk katledildiğini, siyasette "Dersim usulü" diye bir terimin yer bulduğunu kavramak mümkün olmayacak.
   Gerçi Avrupa'nın utanç müzeleri, bir temmuz ayında Srebrenitza'da sekiz bin Bosnalının katledilmesini önlemedi. Yine de, müzeler elle tutulur kılar olup biteni. Hrant Dink cinayetinde geniş bir kesimin o insanı hissedebilmesi için, altı delik ayakkabılarını görmesi gerekmişti. Utanç müzesinde de Metin Altıok'un terlikleri, elinde tuttuğu süpürge ve kitapları ve resimleri, Âşık Nesimi'nin sazı ve plakları ve şiirleri, müzikleri, Asaf Koçak'ın karikatürleri ve defterleri ve hepsinin ürünleri, gömlekleri ve fotoğrafları, çocuklarıyla ve çocukluklarıyla... Belki bunları görmek iyileştirici etki yapar.
   Ve bazı devlet mensuplarının uyguladığı anlaşılan "gaz politikaları"nı fark etmeye başlarız.
*
   Füsun Akatlı, eleştirmen, felsefeci, Kadın Eserleri Kütüphanesi'nin kurucularından. Onu da bu 2 Temmuz'lu günlerde toprağa verdik. Çocuğunun babası 2 Temmuz'da yakılanlar arasındaydı.
*
2 Temmuz, 22 Temmuz... 22 Temmuz'da, Kemal Türkler cinayetiyle ilgili davanın 30. yılı dolacak. 30 YIL! Adalete bakanlar, bakanlar, bakanlar... 


&

Murat Eroğlu’nun sorularına yanıtlar[16]


1) PKK tarafından 99 yılında ateşkes ilan edildi. Türkiye'de uzun biz zaman tek taraflı bir ateşkes süreci yaşandı, bu çatışmazlık süreci değerlendirilemedi, ardından 'Demokratik açılım' ile başlayan bir sürecin ardından tekrar çatışmalar yükselmeye başladı. Bu çatışmalı ortama tekrar nasıl gelindi?

Necmiye Alpay -- Bu çatışmalı ortama tekrar gelindi, çünkü önce Kürt sorununu, ardından da PKK sorununu çözmesi gereken devlet, bu yönde gerçek bir adım atmadı. Habur olayı sırasında adım atacak gibi yaptı, adli görevlileri sınıra gönderdi, ancak bundan hemen geri döndü, barış için gerekli cesareti gösteremedi. Daha önce bir yazımda da belirttiğim gibi, bu durumda savaş mantığı yeniden yürürlüğe girmiş oldu.

2) Hükümet bir taraftan askeri operasyonlar ve Kürt siyasetçilere 'KCK operasyonları' adı altında bir yönelim içine girerken, bir taraftan 'Demokratik açılım' yaptı. Bu siyaset açılımın başarılı olmasında ne kadar gerçekçi olacaktır?

N. A. -- Devlet, Kürt sorununda ne yazık ki hiç gelişme kaydedemedi. Açılım kavramı bir zihniyet devrimi anlamına gelmek zorundaydı, bu yönde gerek Cumhurbaşkanı gerekse Başbakan büyük laflar da söyledi, ancak arkasından yine ufuksuz, dar görüşlü uygulamalar devam etti.
   Uzak görüşlü politikacılar çıkmadı şimdiye kadar. Devletin içinde de tıpkı siyasi partilerin içindeki gibi demokrasi kıtlığı yaşandığı anlaşılıyor. Devlet mensuplarının birbirlerinden korktuklarına eminim. Bir de tarih önünde ülkenin bölünmesine neden olmuş görünmekten korkuyor olabilirler. Bunlar ketleyici korkular. Dolayısıyla, Kürt sorunu konusunda boyuna gerçek adımlar atmak yerine kurnazlığa başvuruyorlar.
   Devlet Kürt sorununu çözmek için, etnik vurgu içermeyen, anadilinde eğitim hakkını içeren ve yerel yönetimleri güçlendiren demokratik bir anayasa için girişim başlatmalıdır. Bunun yanında, PKK sorununun çözülmesi için de önce operasyonları durdurmalı, sonra bir af yasası hazırlamalı ve çatışma sürecinin bütünüyle sona ermesi için neler yapılabileceği konusunda dolaylı/dolaysız görüşmelerde bulunmalıdır.
   Bütün bunlar yerine, TRT6 gibi bir tecrite sıkıştırıldı açılım. Kürtçe televizyon kurulması iyidir, hoştur. Ancak, yalnızca bunu yaptığınızda, Kürtçeyi yine bir tecrite atmış oluyorsunuz. Ben Türkçe konuşulan televizyonların hiçbirinde Kürt kültürüyle, diliyle, edebiyatıyla, tarihiyle ilgili bir program görmedim. Habire "terör" sözcüğüne indirgenmiş bir "mücadele" konuşuluyor. Hele okul kitaplarında, hiçbir şey yok. Bu yönde bir girişim de olmadı.
   Oysa demokratik açılım, bütün bunlarla, en azından bütün bunların konuşulup planlanmasıyla, meşrulaştırılmasıyla, korkusuz bir ortam yaratılmasıyla başlamalıdır. Bunun yerine ne görüyoruz, Azadiya Welat gazetesi kapatılıyor, tutuklamalar ve baskılar artırılıyor. Ortaya çıkan soru şu:
   Bir devlet politikası olduğu söylenen bu "Açılım", kararlı bir demokratikleşme programı mıdır, yoksa oyalama programı mı? AKP oy kaygısıyla, hamle içindeymiş "gibi" mi yapıyor? Ne yazık ki her gün biraz daha ağırlık kazanan bu ikinci tespittir.

3) Çatışmalar bu şekille yükselmeye devam ederse, Türkiye'de nasıl bir ortam yaşanır, üçüncü güçlerin, sivil toplum kuruluşları, aydınlar vb. bu sürecin barışa evrilmesinde nasıl bir rolü olmalı?

N. A. -- Geçenlerde DİSK, KESK ve TTB yöneticileri, tutuklanan BDP'lilere ve belediye yöneticilerine ziyarette bulundular. Bence bu çok değerli bir jestti. Emekçi kesimden ilk kez böyle bir dayanışma işareti veriliyordu. Kürt sorunuyla ilgili olarak devletin yapması gerekenleri yukarıda belirttim. Bunlar yalnızca benim görüşlerim değil; bugün hem Kürtlerin, hem de demokratikleşmeye ihtiyaç duyan geniş kesimlerin talepleri. Geçenlerde 40 aydının yayımladığı "Ortak Akıl" bildirisinde de aynı talepler vardı. Bir arada yaşamamızın yolunu yordamını gösteren çıkışlardır bunlar. Bu taleplerin olabilecek en güçlü biçimde seslendirilmesi gerekiyor.

4) Abdullah Öcalan'ın son olarak önerdiği çözüm önerilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

N. A. -- Abdullah Öcalan, benim kişisel olarak yakınlık duymadığım bir mücadele biçiminin, yani silahlı mücadelenin insanı. Onun söylediklerine ve yazdıklarına benim "savaş mantığı" dediğim mantık egemen. "Çatışmaların şehirlere yayılması tehlikesi"nden söz ettiği zaman, herkes haklı olarak bunu bir terör tehdidi olarak algılıyor. Benim bu mantığa katılmama imkân yok.
   Ancak, izleyebildiğim kadarıyla Öcalan'ın çözüm önerilerinin yukarıda sözünü ettiğim taleplerle ortaklaşan yanları da var ve bu da bence iyi bir şey. Önerdiği yordamların ve önlemlerin bazıları barış için kafa yoranların yıllardır dile getirdiği fikirler. Sözgelimi, hakikatleri araştırma komisyonu gibi uygulamalar, çatışmalı dönemlerden geçmiş diğer ülkelerin deneyimlerinden öğrenip yıllardır dile getirdiğimiz yordamlardır.
    Bu coğrafyanın tarihinde de "âkil adamlar" ve "ihtiyarlar heyeti" gibi gelenekler vardır. "Âkil" demek, aklına güvenilir demek. "İhtiyar" sözcüğü de bu bağlamda 'yaşlı' anlamına değil, 'hayrı, iyiliği çok olan kimse' anlamına gelir. Bence Tarık Ziya Ekinci, Gencay Gürsoy ve Büşra Ersanlı gibi barışa emeği geçen âkil kimseler başta olmak üzere, böyle yaşına ve başına herkesin saygı duyacağı bir komisyon oluşturulabilir. Böylece "açılım" sürecinin sivil yani devlet dışı kesimlerinin çabaları daha iyi toparlanabilir. 

5) Şiddet ortamının yaşanmasında medyanın şiddet dilini kulanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

N. A. -- Devlete yaranma duygusunun egemenliği olarak değerlendiriyorum. Her yaranma duygusu berbattır ve düzey düşürücüdür, bu da öyle. Elbette yalnızca yaranma değil, başka duygular da rol oynuyor. Korku mesela. İhanetle suçlanma korkusu vb. Böyle olunca, kullanılacak bütün terimler devletin açıklamalarına uyarlanıyor: "Şu kadar terörist ölü ele geçirildi", "bebek katilleri", "bölücüler" vb.
   Elbette bu dili kendi içsel ideolojisine uygun bulan, hatta daha ileriye gidip "kan" üzerinden kışkırtıcılık yapan odaklar da var. Ancak, 'ana akım' denen yaygın medyada kullanılan dilin başlıca kaynağı bence devlete yaranma ve devletten korku meselesidir. Böylece devlet medyayı, medya da devleti gitgide daha şoven, daha milliyetçi bir dil kullanmaya zorlamış oluyor.


&

Quo vadis?[17]


   CHP, Kürt sorunu için yeni bir rapor hazırlayacakmış.
   Konuyla ilgili olarak Haluk Koç açıklama yapıyor ve partisinin nasıl bir manevra içinde olduğu ortaya seriliyor (13 Temmuz 2010 Salı, NTV 17.00 haberleri). Koç'un söylediği her şey, daha doğrusu döndürdüğü plak öyle gösteriyor ki CHP, yeni bir rapor hazırlama kararıyla, sorunun çözümü için ivedi öneriler geliştirmenin değil, bir önceki raporunu da geri almanın peşindedir.
   AKP'ninkinden daha gerilerde bir yere konumlanmak istiyor CHP. Daha doğrusu, zaten öyle konumlanmıştı ve bu nedenle de bölgeden silinmişti, şimdi bu konumunu raporuyla da kayda geçirmek, eski kayıtlarından kurtulmak istiyor. Görünüşe bakılırsa, bunu bir sosyal demagojiyle başarabileceğini sanıyor.
   Tek umut, rapora hazırlık çerçevesinde halkla görüşmek üzere bölgeye gideceği söylenen CHP ekibinin gerçekten halkla görüşüp bir şeyler anlamaya başlaması ve dönüşte partilerini de etkilemesidir.
   Başbakan gibi Haluk Koç da BDP'yle görüşülmesini doğru bulmadıklarını söylüyor. Gerekçeleri aynı: "BDP terörü lanetlemiyor".
   Haluk Koç'a soru: Sizin partiniz, cumhuriyet tarihi boyunca uygulanan devlet terörünün başlıca dayanaklarından biri olmamış mıdır? Siz o terörü hiç söz konusu ettiniz mi? Zorlanıyorsanız, zora dayalı asimilasyon politikasının sahibi hangi partiydi, onu düşünün. Son Dersim tartışmasını hatırlayın. Bir de, asimilasyonun insanlık suçu olup olmadığını...
   Asimilasyonu insanlık suçu sayan Başbakan Erdoğan ise, BDP'yle görüşmemek konusunda gerekçe olarak bir de "terörden nemalanma" suçlamasını yöneltiyor. Terörden kimlerin nemalandığını gerçekten bilmiyor mu, yoksa bölgedeki bir numaralı rakibine yönelik bir seçim manevrası mı bu?
   Bu "nemalanma" konusunu yeni ve birinci elden bir tanıktan öğrenmek isteyen herkes, Neşe Düzel'in 12.7.2010 tarihli Taraf gazetesinde yayımlanan Hüseyin Oğuz röportajını okumalıdır. Oğuz, bölgede yıllarca görev yapmış bir emekli Assubay. Anlattıkları, bir Kurtlar Vadisi faşizmini bütün açıklığıyla ortaya seriyor. Okurken insanın aklına ister istemez Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un Uğur Dündar programındaki söylemi geliyor.
   Dündar'ın yaranma kokulu sorularını yanıtlarken "kan" söylemine sığınmış Başbuğ. Hem de bir dil sürçmesi olarak değil, tam dört kez "Türk kanı taşıdıklarından şüphe" diyerek.
   Hangi çağdayız diye sormuyorum. İnsanlığın aynı çağlardan hep birlikte geçmediğini öğreneli çok oldu.
   Tepelerde bunlar olunca, bir savcı da tutup İsmail Beşikçi'yi yeniden yargılamaya kalkıyor işte. Galile'yi yeniden yargılamaya kalkarcasına.
*
Medya
   10 ve 13 Temmuz tarihli gazeteler. Bir patlamada 65, diğerinde 73 kişi ölmüş. İlki 10., ikincisi 13. sayfada, küçücük haberler.
   Soru: Sizce bu patlamalar Londra'da, Roma'da ya da buna benzer yerlerde meydana gelmiş olabilir mi?


&

Sandığın iki yönü[18]


   Referandum konusunda kendimi en yakın hissettiğim açıklama Gencay Gürsoy'unki oldu. Konuyu yazmak için benim de kendi kendime aklımdan geçirdiğim cümlelerin esas olarak aynısını söylüyor Gürsoy, şöyle diyor:

   "Öncelikle hayırcılardan değilim bunu belirtmek istiyorum. Referandumda evet demek ile bu anayasa değişikliğini boykot etmek arasında git-gel yaşıyorum ve henüz karar verebilmiş değilim. Karar verme konusunda da AKP'nin seçim barajını indirme hususundaki tavrına göre karar vermeyi düşünüyorum. Eğer seçim barajında anlamlı -CHP'nin iddia ettiği gibi %7'ye değil de en az %5'e indirme konusunda bir esneme görürsem evet diyeceğim. Görmezsem, diğer gelişmeleri izleyerek boykot edeceğim ve seçime katılmayacağım. Bir süre daha gündemi izleyeceğim." (17 Temmuz 2010 tarihli BirGün gazetesi)

   Referandum konusunda şu ana kadar ortaya konulmuş olan tavırlar, belirli ana fikirlerin etrafında oluştu. "Hayır"cılar, kendi içlerinde farklı nedenlerle olmak üzere, bu referandumu AKP karşıtı bir güven oylamasına dönüştürme fikrini esas alıyor. "Evet"çilere göre ise esas olan paketin içeriğidir ve bu paket şu anki Anayasa'yı daha kötü değil, daha iyi bir duruma getirecektir. "Yetmez ama evet"in mantığı da böyle.
   Tam çoğu kişi bu "evet/hayır"ın cenderesine sıkışmışken, bence bu olay için en iyi siyasal mücadele aracı olarak, boykot fikri ortaya çıktı. Boykot önerisini bu meselede neden en iyi tavır saydığımı açıklamaya çalışacağım.
   En önemli noktayı en önce söyleyeyim: Referandum meselesinde hem toplumun hem de AKP'nin içinde bulunduğu süreci demokratik yönden sınamanın ve etkilemenin birincil yolu boykottur. "Hayır"cılık, böyle bir olanağı baştan kapatıyor ve AKP'ye demokrasi havarilerini oynaması için mükemmel bir fırsat sunuyor: "Bakın, biz yolu açmak istiyoruz, onlar kapatıyorlar".
   "Evet" tavrı ise, AKP'ye açık çek veriyor. AKP'ye neden açık çek verilemeyeceğini, bu referandumla ilgili gerekçeleriyle birlikte aşağıda açıklamaya çalışacağım. Bu arada, "Yetmez ama evet"çilik de, yetmezlik durumunu AKP'ye söyletmiş olmuyor, yalnızca kendisi söylemiş oluyor. Emanet oy veriyor yani. Emanet oy da verilebilir elbette, eğer daha iyi bir yol bulunamazsa. Ancak, bu olayda daha iyi bir yol var: Gencay Gürsoy'un dediğini demek, AKP'ye, senin kurduğun sandığa gitmiyorum diyebilmek. AKP, oyunu yalnız başına oynadığı sürece bunu hak edecektir.
   İktidar partisi AKP, paketi hazırlama sürecinde bir başına hareket etti, yani antidemokratik davrandı. Şimdi Başbakan, diğer partilerin başkanlarıyla görüşme politikası izlediğini söylüyor ama, BDP ile hâlâ görüşmüyor. Görüşmemek için her seferinde bir başka bahane buluyor.
   Bu süreçte AKP'nin, demokratik ilkeleri değil, yalnızca kendi partisinin çıkarlarını gözettiğini gösteren bir başka olgu şu oldu: Değişiklik paketinin Meclis'e sunulan ilk halinde, AKP'nin ve onunla benzer siyasal konumda olabilecek partilerin kapatılmasını zorlaştıran bir madde vardı. İlginç bir biçimde Meclis'ten geçemeyen o madde, Meclis'in şu anki bileşimine göre AKP'yi kapatılmaktan kurtarıyor, ama BDP'yi kurtarmıyordu. AKP pakete yalnızca kendini kurtaracak bir madde eklemekte sakınca görmemişti.[19]
   Ancak, tuhaftır, maddenin BDP'yi de kurtaracağını söyleyenler oldu. Hâlâ da oluyor. En son, Oral Çalışlar, 18 Temmuz 2010 Pazar tarihli Radikal'deki yazısında, o maddeden söz ederken "bu durumda BDP’nin kapatılamayacağını da hesaba katarak..." diyordu.
   Ben o madde uyarınca BDP'nin kapatılamayacağı sonucuna nasıl varılabildiğini anlayabilmiş değilim. Umarım yanılmışımdır da AKP paketin ilk halinde bile olsa BDP'yi hesaba katmış, böylece geniş görüşlü bir adım atabilmiştir. Sonuçta madde düşmüş bile olsa, bu girişim önem kazanır, AKP'nin olumlu puan hanesine yazılırdı o zaman. Ama durum bu değil:
   O madde, partilerin kapatılmasını Meclis'in iznine bağlıyordu. İzin meselesini görüşmek için, Meclis’te grubu bulunan her partinin 5 üyeyle katılacağı bir komisyon kurulacaktı. Komisyonun üye tam sayısının üçte ikisi bir partinin kapatılması için dava açılmasına ‘evet’ derse Anayasa Mahkemesi'nde kapatma davası açılabilecekti.
   Çalışlar, bu hükmü Meclis'te şu anki yapıya uyarladığımızda, grubu bulunan 4 parti 5’er üyeyle katılınca 20 üyeli bir komisyonun ortaya çıkacağını yazıyor. Doğru. 20 üyeden 14'ü ‘evet’ demedikçe kapatma davası açılamayacağı için en az üç partinin ittifakı gerekiyor diyor, bu da doğru. Ancak, Çalışlar, "AK Parti içindeki milliyetçi çekirdek, bu durumda BDP’nin kapatılamayacağını da hesaba katarak, bu maddeye oy vermedi" diye devam ediyor ki, anlamadığım nokta da bu: Maddeye göre BDP'yi kapatma izni verilmesi için gerekli olan en az üç partili ittifak koşulu, AKP, CHP ve MHP'yi bir araya getiremez mi? Bence rahatlıkla getirebilir ve AKP de o maddeyi bunu bilerek eklemiştir pakete. Ve bu girişim, AKP'nin son süreçteki güvenilmezlik hanesini kabartan olgulardan biridir.
   İktisat hocam Sadun Aren'den öğrendiğim ve sonra da hep doğrulandığını gördüğüm bir ilke var: Dinamizm ya da süreç ilkesi. Aren'in söylediği kabaca şuydu: Hiçbir nesne ya da olguya kendi başına, kalıcı ve mutlak olarak 'iyi' ya da 'kötü' diyemeyiz. Dinamik açıdan, yani hangi eğilim içinde olduğuna bakarak değerlendirmemiz gerekir. Aren'in deyişiyle, iyiye giden bir kötü şey, kötüye giden bir iyi şeyden daha iyi olabilir.
   Demokratik gelişmenin bir gereği olan her adım, hangi iktidarın attığına bakmaksızın desteklenebilir. Ancak, Aren'in dediği gibi, bir yandan da gidişata bakarak. AKP'nin gidişatı iyi (yani demokratik) değil. Şu haliyle, "hayır"dan da öte bir güvensizlik, bir yalnız bırakma göstergesi olarak boykotu hak etmektedir.


&

Komşuma dokunma![20]


   Yine tüm yazıları soruların doldurduğu günlere girdik. Dört başı bayındır bir provokasyonla karşı karşıya olduğumuz kanısı yaygın. Sorular ise provokasyonun kaynağına ya da kaynaklarına ilişkin.
Açıkça söylenen ya da ima edilen kaynaklar arasında, PKK, MHP ve Ergenekon türü bir derin devlet olasılığı var: Çatışmalar PKK'ya, saldırgan sivillerin el hareketleri ve sloganları MHP ve Ülkü Ocakları'na, zamanlama ise Ergenekon türü, yani taktik amaçlarla kargaşa yaratmak isteyebilecek türden bir derin devlet hareketi olasılığına işaret ediyor.
   Dünkü Radikal'de yer alan haberlere göre BDP Eşbaşkanı Kışanak, Dörtyol olayları için, elinde silah olanlar bahane edilerek sivil yurttaşlara saldırıldığına dikkat çekiyor. Kışanak'ın sözleri, sivil saldırı olaylarında PKK'nın payı olmadığı anlamına geliyor.
   Aynı habere göre, Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Galip Ensarioğlu ise "çok iyi tasarlanmış bir senaryo"dan söz ediyor ve "Senaryonun içinde PKK'nın da rolü var" diyor: "PKK'nın eylem biçimi de olan bitene hizmet ediyor".
   Bence içinde bulunduğumuz koşullar için en önemli sorular da bu noktada ortaya çıkıyor: Kışanak mı haklı, yoksa devletin ve PKK'nın şimdiye kadar savaş mantığı temelinde yürüttüğü çatışma, şimdi iç savaş mantığına mı dönüştürülüyor? Öcalan "Çatışmaların şehirlere yayılması tehlikesi"nden söz ederken tehdit mi ediyordu, yoksa "tehlike" sözcüğünü gerçek anlamıyla mı kullanıyordu?
   Ben bu soruların net yanıtlarını bilmiyorum. Çoğu kez görüldüğü üzere, devletin de PKK'nın da şahinlerinden ve güvercinlerinden söz edilebileceğini sanıyorum. Her ikisinin de denetleyemedikleri halde kendilerini sahip çıkmak zorunda hissettikleri "derin" iç yapılanmaları olabilir. Benzer bir durum, MHP ve SA'lar, pardon Ülkü Ocakları için de geçerli; bunlar geleneksel olarak paramiliter zihniyetli güçlerdir.
*
......................
   Prof. Çiğdem Kâğıtçıbaşı da İnegöl olayları dolayısıyla konuşurken benzer şeyler söylüyor, ancak yanı sıra BDP'lileri "PKK'yı reddetmedikleri" için eleştiriyordu (NTV, 27 Temmuz Salı, öğlen haberleri).
   Elbette canlı yayında kısa bir yorumda bulunuyorsanız, bu tür değerlendirmeleri yeterince geliştirme fırsatınız olmuyor. "PKK'yı reddetmek" sözü, belki bir fikir veriyor ama, pek net bir fikir değil aslında bu. PKK olgusu, başlayalı beri bin bir biçimde reddedilegeldi. "Terörist" sıfatı başta olmak üzere bin bir çeşit sıfat ve nefret sözleri, bu ret biçimlerinin başında geliyor.
   Reddin bu biçimi kesintisiz 25 küsur yıl sürdü. Bir devlet politikasıydı ve suretihaktan görünmek isteyen herkes tarafından tepe tepe kullanıldı. Sonuçta parlamaya hazır bir kuru saman yığınına eşdeğer hınç birikimleri yarattı bu söylem.
   Hınç birikiminde bu söylemin yanı sıra, devletin gelinen her kritik noktada savaş mantığını sürdürmesi, bir türlü gerçek bir barış politikasına geçmeyişi, Kürt varlığıyla ilgili olarak bütünsel bir bilinç yükseltme çabasına girişmemesi de rol oynadı.
   Kürt sorunuyla ilgili savaş mantığı, her tür provokasyona açık bir yol. Ben bu yolu değil de barışçıl, silahsız mücadele yolunu seçtiği için BDP'lilerin de esas olarak PKK'yı reddeden bir çerçevede yer aldıklarını düşünüyorum. BDP'nin mücadelesi, nesnel olarak, savaş mantığına değil, demokratik mantığa, barış mantığına uygundur.
   PKK'ya "terörist" demek, PKK'yı reddetmenin tek yolu ya da barışın ön şartı gibi sunuluyor. Oysa bu sıfatın PKK'ya tam olarak uymadığını herhalde en iyi bilenler, sivil ve asker devlet mensuplarıdır. Ancak, tıpkı diğer devletler gibi Türkiye Cumhuriyeti de bu sıfatı duruma göre kullanılan bir mücadele aracına dönüştürmüş durumda.
   Çok yazıldı: Hangi devletin ne zaman, kime ve hangi örgüte 'terörist' diyeceği belli olmuyor. Devletleri bir yana bırakacak olursak dünya kamuoyunca oybirliğiyle 'terörist' sayılanlar ancak Baader-Meinhoff gibi yalnızca terör yöntemine başvuran ve halk desteği olmayan örgütlerdir. PKK ise, 'gerilla' terimi için verilen tanıma uyan ve zaman zaman da terör eylemlerine karışan bir örgüt. Bu niteliğiyle, daha çok FKÖ'ye ve IRA'ya benziyor. AB'nin, ABD'nin ve daha başka devletlerin bu örgütlere "terörist" demesi eminim yığınla pazarlık sonucu elde edilmiş birer sonuçtur. Devlet dışı varlıklar olarak bizlerin PKK'yı reddetmenin başka yollarını bulmamız gerekiyor.
*
   Yazıyı bitirirken, İçişleri Bakanı Beşir Atalay'ın canlı yayındaki açıklamasını izliyorum. İnegöl'deki olayların herhangi bir hazırlıklı provokasyon olmadığını, spor amigolarının infialinden ibaret olduğunu söylüyor. Umarım söylediklerine kendisi de inanıyordur.
   Bakan, hiç kimsenin devletin yerine geçerek suçluları cezalandırma ayrıcalığı olmadığını da söylüyor ayrıca. "12 Eylül öncesi"ni hatırlayacak yaşta olanlar, bu sözün, "devletin yerine geçerek suçluları cezalandırma ayrıcalığı" sözünün, hangi kesim için kullanıldığını gayet iyi bilir. Her provokasyon döneminin demirbaşıdır bu söz.
  Bu kez cezalandırılmaya kalkılanlar ise, suçlular filan değil, düpedüz sivil Kürt yurttaşlar oldu. Kapısına çarpı işareti koymak yerine bayrak asmış mı asmamış mı diye bakan gruplar tarafından.
Öyle görünüyor ki önümüzdeki günlerin esası, "Komşuma dokunma!" fikri olacak.


&




[1] 1.4.2010 tarihli Radikal
[2] 8.4.2010 tarihli Radikal
[3] 22.4.2010 tarihli Radikal
[4] 29.4.2010 tarihli Radikal
[5] 20.5.2010 tarihli Radikal
[6] 27.5.2010 tarihli Radikal
[7] 3.6.2010 tarihli Radikal
[8] 10.6.2010 tarihli Radikal
[9] Demokratik Toplum Kongresi’nin düzenlediği “Uluslararası Dil ve Eğitim Kurultayı”, Diyarbakır, 12-13 Haziran 2010.
[10] 17.6.2010 tarihli Radikal.
[11] Yanıtlar (24.6.2010 tarihli Radikal):
I numaralı alıntının kaynağı: Nuran Tezcan, "Yükseköğretimde Anadili Öğretimi", Türk Dili dergisi, Dil Öğretim özel sayısı, Sayı 379-380, TDK yayını, Temmuz-Ağustos 1983, s. 75.
II numaralı alıntının kaynağı: Prof. Dr. Ahmet B. Ercilasun, Türk Dil Kurumu Başkanı, Avrupa'da Yaşayan Türk Çocuklarının Ana Dili Sorunları Toplantısı, AKDTYKTDK Yay., Ankara, 2000, s. 5.
[12]20.6.2010 tarihli Radikal İki.
[13] Dr. Necdet İpekyüz, 1994-96 yılları arasında Diyarbakır, Mardin, Siirt, Batman, Şırnak Tabip Odası Genel Sekreteri, 1997-98'de de aynı illerin Tabip Odası Başkanı'ydı. Bölgedeki tabip odalarından çoğunun kurulmasında da görev aldı.
2001-2004 yılları arasında, Diyarbakır Tabip Odası Başkanı'ydı. 2006-2008 yıllarında Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi'nde yer aldı. 2006'dan bu yana ise Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Yönetim Kurulu üyesi.
Zorunlu göç, bölgede bulaşıcı hastalıklar ve koruyucu sağlık, OHAL'de sağlık sorunları, sağlık ve insan hakları, bölgede adli tıp, işkencenin önlenmesinde sağlık çalışanlarının rolü, barış ve sağlık, travma ve ruhsal durum, anadil ve sağlık gibi raporların, GAP Bölgesi'nde Sağlık Master Planı'na önerilerin hazırlanmasında koordinatörlük yaptı.
Şimdi TİHV bünyesinde Toplumsal Travma ile Başetme programının koordinatörlüğünü sürdürüyor.
[14] 24.6.2010 tarihli Radikal
[15] 8.7.2010 tarihli Radikal.
[16] 11.7.2010, DİHA. 23.7.2010 tarihli Günlük gazetesinde özet olarak haber formatında yayımlandı.
[17] 15.7.2010 tarihli Radikal.
[18] 22.7.2010 tarihli Radikal
[19] AKP sözcüleri bu olayı hâlâ ‘BDP parti kapatmayı zorlaştıran maddeyi reddetti’ biçiminde sunuyor. İktidar partisi bu tür yanıltmacalara çok başvuruyor. Geniş kitleler ne yazık ki en çok iktidar partilerine kulak verir, iktidara inanmak ister, çünkü kararı eninde sonunda verecek olan o partilerdir. AKP işte bu “olanağı” sonuna kadar kullanıyor, tarih önünde düşeceği duruma aldırmaksızın. Aldığı oy miktarında bu demagojik politikanın büyük payı var. -Kasım 2014.
[20] 29.7.2010 tarihli Radikal.