Haberde bir yanlışlık yoksa, Atilla Kıyat
ünlü Fransız yazar Emile Zola'nın "Suçluyorum!" başlıklı yazısındaki
cesaretin aynısını, belki daha da büyüğünü göstermiş demektir.
"Devlet politikası" terimi,
yasaması yargısı yürütmesi ve askeriyesiyle tüm devlet kurumlarının katıldığı
politika, anlamına geliyor.
Kıyat şöyle demiş:
"O zaman maalesef ülkeyi idare edenler,
faili meçhulleri de terörizme önlem olarak gördüklerini düşünüyorum. Çünkü bir
üsteğmen, 'Ben Hasan'la Mehmet'i bir halledeyim de bu terörizmi bitireyim'
diyemez. Birileri emir verdi."
Kıyat o yıllarda yapılanların "bölgede
ülkesine karşı kin kusan bir neslin yetişmesine sebep" olduğunu da
söylemiş. Yalnızca o yıllarda mı? Daha öncesini ve 12 Eylül dönemini belki de
artık herkes biliyor diye anmamıştır.
Kürtlerin 'inkâr ve imha' adını verdiği,
'kirli savaş' diye de anılan olaylardır bu suçlamanın konusu. Bir gün ibret
dolu ciltler oluşturacak. Kıyat'ın açıklaması, karşılık bulsun ya da bulmasın o
ciltlerde tarihsel, yüz akı bir davranış olarak yer alacak.
Şimdi sıra bu suçlamanın muhataplarında.
İzleyip göreceğiz.
*
Televizyonlarda çokları habire Kürtlerle
nasıl da bin yıllık kardeş ve akraba olduğumuzu, Rusların işgaline karşı ve
Çanakkale'de nasıl da birlikte savaştığımızı vb. vb. anlatıyor. Ninni niyetine,
günde üç öğün. Yarım hekim candan, yarım imam imandan edermiş: Kürtlere biz
sizin adınızı önce güncel ortamdan, sonra siyasi coğrafyadan, en sonunda da
sözlüklerden sildik, üstünüzde onyıllarca en acımasız devlet terörünü uyguladık
demiyor hiç bu muhteremler.
Ve Fatih Altaylı, kirli savaştaki
tecavüzlerden söz eden Avukat Eren Keskin'e taciz tehditleri savurduğu
programına devam edebiliyor. Bir utanç dönemi geçirdiğine ilişkin belirti ne
kendisinde var, ne de programına katılıp ona payanda olanlarda.[2]
Ve Tansu Çiller, atlı-yatlı hayatının içine
yayılmış, "kurşun atan"lara onay vermek, Madımak canilerini mağdur
saymak gibi sabıkaları hiç yokmuş gibi rahat ediyor.
Ve eski General Kenan Evren hesap vermeden
ölmek istiyor. Süleyman Demirel, kendisini ve Bülent Ecevit'i dört duvar
arasına kapatan bu şahsı sırtlamaktan usanmıyor, herhalde Devlette Devamlılık
adlı çok perdeli komedi uyarınca...
Böyle
bir ortamda Kıyat'ın gerçekliğe gösterdiği saygı, ilaç gibi geliyor insana.
*
Dil
meseleleri
Cumhuriyetin ağır, zora dayalı asimilasyon
politikalarına olgu olarak yığınla örnek verilebilir. Ayrıca,
"temsil" adıyla dilde de yer bulmuştur bu politika.
Ahmet İnsel'in 3 Ağustos 2010 tarihli
Radikal'deki yazısında, Dipnot Kitabevi tarafından yayımlanan Umumi Müfettişler Toplantı Tutanakları –
1936’dan söz ederken kullandığı "temsil" sözcüğünün bu
bağlamdaki anlamı 'asimilasyon'dur. İnsel'in yazısında geçtiği yer şöyle:
"dönemin
Türkiye devleti yöneticilerinin imha ile 'temsil' yani 'Siz Kürt değil
Türksünüz' yönünde telkin politikaları arasında bocaladığı görülüyor".
Buradaki "temsil" işte tam o
temsil: Arapça 'misl' (benzer/i) kökünden türemiş. Anlamlarından biri,
"özümleme, alınan gıdanın uzviyete dâhil edilmesi, fr. “assimilation"[3].
İşte dünkü gazetelerin haber verdiği, çiçeği
burnunda bir 'temsil' örneği:
Van'da bir parka Feqiyê Teyran adının
verilmesi valilikçe yasaklanmıştır. Gerekçe, ilgili yönetmeliğin 24. maddesi.
Bu maddede şöyle bir hükmün yer aldığı anlaşılıyor:
"Mahalle, sokak, cadde,
bulvar, meydan ve benzeri yerlerin adları Anayasa'nın temel ilkelerine,
yürürlükteki mevzuata, genel ahlaka aykırı, ayrımcılığa ve bölücülüğe yol
açabilecek nitelikte tespit edilemez. Yabancı dil kurallarına göre teşkil
edilmiş kelime ve ifadeler ile müstehcen ve gülünç adlar konulamaz."
Kendi yurttaşlarının adlarını ve
kültürlerini yasaklayan bir devlet! Bu yasak ve yönetmelik hükmü acilen
kaldırılmalı, devlet belediyelere ve kararlarına saygı duymalıdır.
*
Ayrımcılık
TMK mağduru çocuklarla ilgili yoğun
mücadelenin öncülerinden Mehmet Atak, yaş ayrımcılığı yaptığıma ilişkin iyi bir
eleştiri yolladı. Dicle Haber Ajansı'nın, Günlük gazetesinde yayımlanan ve
geçen hafta bu sütunlarda da değindiğim sorularına verdiğim yanıtlarda şöyle
demiştim:
"Bence Tarık Ziya Ekinci, Gencay Gürsoy
ve Büşra Ersanlı gibi barışa emeği geçen âkil kimseler başta olmak üzere,
yaşına ve başına herkesin saygı duyacağı bir komisyon oluşturulabilir. Böylece
'açılım' sürecinin sivil yani devlet dışı kesimlerinin çabaları daha iyi
toparlanabilir."
Mehmet Atak yaş ayrımcılığı konusundaki
eleştirisinde haklı. "Âkil kimseler"den söz ederken işin içine
yaşlarını da katmakla düpedüz tutuculuk etmişim. 'Herkesin saygı duyacağı bir
komisyon' demek yeterli olurdu. Atak'a teşekkürlerimle.
&
Bilgibilimsel bir sorun[4]
'Türk'
nedir?
Güncel kullanımda ve başvuru kaynaklarının
çoğunda 'Türk' sözcüğünün tanımı ikilidir: 1) Türk kavmine (etnisitesine)
mensup kimse; 2) Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı.
Türk sorunu, dil açısından, cumhuriyet
boyunca devletin bu iki tanımı her fırsatta tekleştirmesinin adıdır. Başka bir
deyişle devlet, 'Türk' sözcüğünün dile getirdiği olgular ile, o olguların
algılanma ve sunulma tarzını birbirinden ayırt etmemiş, demagojik bir süreci
yeğlemiştir. Bu sürece biraz yakından bakalım.
Yukarıdaki tanımlardan ilkinde, Türk dil ve
lehçelerinden birini anadili olarak konuşan belirli kültürel-tarihsel
topluluklar, yani olgusal bir gerçek esas alınıyor. Cumhuriyet öncesi
Türkçesinde 'Türk' sözcüğünün anlamı bu birincisinden ibaretti; herhalde
Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşayan tüm kavimlerin dillerinde de öyleydi.
O dönem 'Türk' sözcüğüyle ilgili olarak
bugünkü Türkiye Türkçesinde gördüğümüz ikilik daha çok batı dillerinde vardı:
Batılılar, buradaki devletten ve devlet yöneticilerinden söz ederken Osmanlı (Ottoman) diyorlardı ama, imparatorluğun
tebaasından söz ederken 'Osmanlı' değil, 'Türk' diyorlardı.
Avrupa
tarihinde 'Osmanlılar geliyor' diye bir korku cümlesi yok, "Türkler
geliyor" diye bir korku cümlesi var. 'Osmanlılar geliyor' sözü herhalde
yalnızca sarayların kabul törenlerinde, elçilerin ve benzeri zevatın gelişi
için kullanılmıştır. Korku öğesi olarak gelen "Türkler"in içinde ise
herhalde çok çeşitli etnik kökenlerden insanlar vardı.
İkinci tanım ise, Türkiye Cumhuriyeti'ni
kuranların projesidir: Birinci tanımdaki anlamıyla, yani etnik açıdan Türk
olmayan yurttaşlara da Türk sayılma olanağını 'bahşeden' "Ne mutlu Türküm
diyene" ilkesi. Doğal ya da tarihsel/olgusal bir gerçekliğe dayanmayan,
bütünüyle siyasal/toplumsal bir proje.
Böyle bir projenin gerçekleşmesi ancak
ikircimsiz bir siyasi irade, yüksek bir yurttaşlık ve demokrasi bilinciyle
başarılabilirdi. Bunlar ise bugün bile ulaşılamamaış koşullar. Daha doğrusu,
bugün yine toplum olmanın, demokrasi olmanın olmazsa olmaz koşulları bunlar,
ama daha ilk elde, devrim koşullarının etkisiyle filizlenecekken, egemen
gücün/iktidarın ağırlığı altında hızla ezildi.
Biz
yurttaşlar şu "devlet politikaları"nın 'iç yüz'ünü inanılmaz
gecikmelerle öğreniyoruz. 1915'i, 1938'i, 1942'yi, 1955'i, 1964'ü ve belki şu
an hâlâ bilmediğimiz daha başka tarihleri okulda öğrenenimiz var mıdır?
İlkokulda "Biz kimleriz" sorusuna
"Altaylardan gelen erleriz" yanıtını veren şiirler okuduğumuzu
hatırlıyorum. Altaylar'dan gelen erler!
Bu tanım 'Türk' sözcüğünün yalnızca birinci
tanımına uyuyor. Daha doğrusu, o tanımın yalnızca erkeklerine. Oysa şiirin
bağlamı, 'biz' derken tüm yurttaşları kapsar gibi sunulmaktadır. Diğer kavimler
ve biz kadınlar dışlanmıştık okuldaki "biz"den. Dışlanmayı
içselleştirerek hem de! Demagoji=halkı aldatan söylem.
Devlet adamları zaman zaman "bizim
Ermeni (/ Kürt/ Roman vd.) vatandaşlarımızla hiçbir sorunumuz yoktur" gibi
açıklamalar yapar. Oysa aynı devlet adamları "soydaşlarımız"
dediklerinde yalnızca dış Türkleri, yani etnik Türkleri kastettiklerini herkes
bilir. Bu konuda yıllardır tanık olduğum tek istisna, Cumhurbaşkanı Abdullah
Gül'ün bir seferinde Irak Kürtleri için, "onlar da bizim soydaşlarımızdır,
bizim yurttaşlarımızın soydaşlarıdır" demesiydi. Hakkını teslim etmiş
olayım.
Ancak,
tek istisna kaideyi bozmuyor. Hem bilgibilimsel, hem de birinci sınıf bir
siyasal sorun olarak, yukarıda tanımladığım Türk sorunu devam ediyor. Kürt
sorunuyla ikisi, aynı madalyonun iki yüzü.
Son bir not: Etnik olgu ırk olgusu değildir.
'Irk' kavramı biyolojik/anatomik özgünlük fikrine dayanırken, 'etni/k' kavramı
dil ve kültür ortaklığına işaret eder, kültürel ve tarihsel bir olgudur.
Bunları dikkate almadan, "etnikçi, ırkçı" gibi sıfatları uluorta
kullananlara duyurulur.
&
Hrant Dink "Türk düşmanı" mıydı?[5]
Devlet, Hrant Dink'i "Türk
düşmanlığı"yla suçlamaya devam ediyor.
Dink'in
sağlığında kötü ünlü 301. maddeden ötürü aldığı cezaya karşı AİHM'de açtığı
dava için hükümetin yolladığı savunmaya ilişkin haber, 15 Ağustos 2010 tarihli
gazetelerde ayrıntılarıyla yer aldı. Hükümetin savunması aynı suçlamaya
dayanıyor: Hrant Dink'i hedef yapan suçlama!
Katlin ardından Nokta dergisi Hrant Dink'in
söz konusu yazısında gerçekte ne dediği konusunda benden, Feyza
Hepçilingirler'den ve Yusuf Çotuksöken'den yorum istemişti. Derginin 1 Şubat
2007 tarihli sayısında üçümüzün yazılarından oluşan bir dosya yer aldı. Tıpkı
mahkemeye sunulan bilirkişi raporu gibi Türkçeyle uğraşan bizlerin analizleri
de iddianın geçersizliğine işaret ediyordu.
Gerçi Hrant Dink'i kişi olarak tanıyan ya da
yazılarını az çok izleyen herkes bu iddianın ne kadar yersiz olduğunu dile
getirmişti, hâlâ da dile getiriyor: Türk düşmanlığı ırkçılıktır ve Hrant Dink,
ırkçılığın tam tersi her ne ise, işte tam odur. Ancak, onu ve yazılarını
bilmeyenler için, yazısının dil açısından analiz edilmesi önemliydi ve gerek bilirkişinin
gerekse bizlerin yaptığı da buydu.
Mahkeme nedense bilirkişiyi dikkate almamış,
yöneltilen "Türk düşmanı" suçlamasını onaylamıştı. Ve acınacak
birileri alet oldu, Hrant Dink o yazısı bahane edilerek katledildi. Bizim
yazılarımız ise hükmün ve ne yazık ki Dink'in katledilmesinin sonrasına denk
geliyordu.
Şimdi bu acı durmadan tazeleniyor. Hrant
Dink'e mahkemenin yönelttiği suçlama şimdi de hükümet tarafından yineleniyor.
Katillerin savunmaları ile hükümetin savunması aynı teze, aynı suçlamaya
dayanıyor! Dolayısıyla, Nokta dergisindeki, Dink'in suçlama konusu yapılan
yazısını analiz eden yazımı aşağıda sunmak gereğini duyuyorum. Başlık "Zor
yazı"dır.
*
"Bir insan bütün canlılığıyla gözünüzün
önündeyken, ölüm kavramı durmadan gelip bu görüntüye çarparak şimşekler
çıkarırken, onun kaleminden çıkmış bir yazı üstüne açıklamalar üretmek
fazlasıyla zor. Zor ama, aynı ölçüde de zorunlu. Hrant Dink'in ne dediğini
anlamak istiyorsak elbette.
Gazeteci
Hrant Dink'in 'Türk düşmanlığı'yla suçlanıp hüküm giyen sözü, sekiz yazılık bir
dizinin sonuncusundaki giriş paragrafından ibaret.
Dizideki diğer yazıları okumamış biri için,
irkiltici bir paragraf gerçekten de bu. Diğer yazıları okumuş olanlar için
bile, başvurduğu eğretilemeye özel bir dikkat, değişmecelere özel bir duyarlık
gösterilmediği sürece, yine irkiltici olacaktır.
Dink'in eğretilemesi, dizideki altıncı
yazının başlığıyla birlikte oluşuyor ve son üç yazı boyunca devam ediyor. Bu
başlık şöyle: Ermeni’nin 'Türk'ü.
Buradaki Türk sözcüğü, 'gerçek anlam'
denilen anlamının dışına çıkarılmış, özel bir anlama büründürülmüştür, tıpkı
'Tanpınar'ın Bursa'sı' sözündeki gibi. 'Tanpınar'ın Bursa'sı' sözündeki 'Bursa'
kavramı nasıl genel Bursa kavramından farklı ve anılarıyla, değerleriyle
Tanpınar'a özgü bir imge ise, 'Ermeni'nin 'Türk'ü' sözündeki 'Türk' de
bildiğimiz olağan Türk kavramı olmayıp, özgül, belirli bir imgedir: 'Ermeni'nin
gözündeki, soykırımın faili fikriyle belirlenmiş, kirden ibaret gibi görünen
'Türk' imgesi.
Hrant Dink, ana konusu Ermeni kimliği olan
yazı dizisinin bütününde bu özgülleşmiş 'Türk' imgesinden söz ediyor. Her
seferinde böyle tırnak içinde ve tekil olmak üzere. Bu imgeden değil de
bildiğimiz olağan Türk kavramından söz etmek istediğinde ise tırnak kullanmıyor
ve sözcüğe çoğul eki getiriyor: 'Sonuçta
Ermeniler’in bin yılı aşkın süre İslamla ve Türklerle yaşanmış bir biraradalığı mevcuttur. (...) Ermeniler ve Türkler birbirlerine bakışlarında
klinik iki vaka durumundadırlar' örneklerindeki
gibi.
Özetle, Hrant Dink'in yazı dizisinde Türk
sözcüğü iki farklı biçimde ve iki farklı anlamda kullanılmış: Birincisi
alışılmış, olağan anlamıyla, genellikle çoğul eki getirilerek, ikincisi ise,
tırnak içinde ve tekil olmak üzere. Bu ikinci kullanımdan kasıt, yukarıda da
belirttiğim gibi, ortalama Ermeninin kanına işlemiş, özel ve belirleyici bir
'Türk' imgesidir.
Dink dizi boyunca bu kurguya göre konuşuyor:
Ortalama Ermeni kimliğini bir beden, canlı bir organizma gibi kurguluyor ve bu
bedende dolaşan kanın, ortalama Ermeni tarafından üretilen özgül 'Türk'
imgesinden oluştuğunu söylüyor. Kurguya göre 'Ermeni'nin damarlarında 'Türk'
dolaşmaktadır ve bu, Ermeninin duyduğu nefretten ibaret, o nefretle kirlenmiş
bir imge-kandır. Sonuncu yazının mahut paragrafında boşalmasından söz edilen
kan, işte bu eğretilemeli imge-kandır.
Hrant Dink'in anlatımındaki zorluğu yaratan
öğelerden birincisi bu özgül 'Türk' imgesi, ikincisi 'kan' sözcüğünün o güçlü
olumsuz çağrışımı ise, üçüncüsü de 'boşalma' fiilinin kullanımıdır.
Bu 'boşalma' fiilinin üzerinde biraz
duralım. Fiilin, şu örnekteki gibi kullanımlarını hatırlayalım: 'Giden
öğrenciden boşalacak ön sıraya, en arkadaki öğrenciyi oturtalım.'
Öyle görünüyor ki Hrant Dink, 'Türk'ten
boşalacak o zehirli kanın yerine' derken 'boşalma' fiilini bu örnekteki
anlamıyla kullanmıştır.
Başka bir deyişle, ortalama Ermeni'nin
kimliğinin bir parçasına dönüşmüş olan özgül 'Türk' imgesinden vazgeçilmesiyle
boşalacak olan yere, tıpkı yukarıdaki iki öğrenciden boşalan ön sıra gibi,
arkalarda kalmış olan 'asil damarında mevcut' 'temiz kan' konacaktır, diyor
Hrant Dink. Buradaki 'temiz kan'dan kasıt, kurgunun ve eğretilemenin bütün
öğeleri göz önüne alındığında, nefretten arınmış, olağan insan kimliğidir.
Okurun söz konusu paragrafı yukarıda açıkladığım
gibi okuması için, dizinin bütününü, özellikle de son üç yazıyı her tür
önyargıdan arınmış bir dikkatle izlemiş olması gerekir. Aksi halde, çiğ bir
Türk düşmanlığıyla karşı karşıya olunduğu fikrine kapılması olasıdır. Oysa
böylesine bir ırkçılığın Hrant Dink'e en uzak düşünce olduğunu bilmek için onu
bir yazar olarak izlemiş, okumuş olmak yeter.
Hrant Dink belli ki, kendisini yeterli
ölçüde izlememiş ya da önyargılarından kurtulamamış bir okurun bu paragraftan
çıkaracağı ilk anlamın yukarıda açıkladığım anlam olmayacağını düşünmemiştir.
Her yazarın başına gelebilen bir durumdur bu: Siz kendi zihninizdekini yazdım
sanırsınız, oysa sizin kastınızdan bütünüyle farklı anlamlar çıkaracak okurlar
her zaman vardır. Okurun görevi, metne ve yazara hakkaniyetli davranmaktır.
Nesnel ve bilimsel yorum, metni cümle cümle değil, oluşan bağlam içinde
değerlendirmeyi gerektirir. Bağlam, ilgili cümlelerin yer aldığı metinsel bütün
demek. Örneğin, mahkemenin atadığı bilirkişinin bu dikkati gösterdiği, görüşünü
bildirirken metnin genel bağlamını göz önünde bulundurduğu anlaşılıyor. Ne
yazık ki mahkeme farklı yönde karar vermiştir.
'İroni, mecaz, eğretileme' gibi söz
sanatlarına başvuran yazıların anlaşılma şansı düşüktür. Özellikle de işin
içine önyargılar ya da eşduyum kıtlığı girince.
Yahya Kemal, 'İnsan insanın ufkudur'
demişti. Ufkumuza önyargısız bakmak insanlık görevimiz olsun."
&
Kürtlerin yalnızlığı[6]
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli,
"Açılım" politikasının bir yıkım politikası olduğunu söylüyor. Bundan
kastı, açılımın yürütülmesindeki beceriksizlik değil; fikrin bütünü yıkıcıdır
Bahçeli'ye göre; Kürtlerin yüzüne seksen küsur yıl önce kapatılmış olan kapı
ebediyen kapalı tutulmalıdır.
Bahçeli ve daha pek çok kişi bu kapı hâlâ
kapalıymış gibi konuşuyor. Oysa Kürtler bu kapıyı hep zorladılar, hiçbir zaman
tam olarak kapattırmadılar, asimilasyona direndiler ve sonuçta MHP'yi bile
"bin yıllık kardeşlik"ten söz etmek zorunda bıraktılar. Bugün MHP ve
benzerleri için tam bir çıkmaz söz konusu: "Kürt kardeşlerimiz"
söylemi bir yanda, kapalı kapı arzusu diğer yanda. AKP ve CHP hiç değilse
kapıyı açmak istermiş gibi yapıyor. Aslında kapama yönünde ittiriyorlar, o
başka.
Bu konuda şimdiye kadar en açık sözlü
davranan kamu kişisi, emekli General Armağan Kuloğlu oldu: Özerklik,
bağımsızlık, demokratik cumhuriyet gibi seçenekler konusunda açıkça şöyle dedi
Kuloğlu: "Bunlar konuşulMAmalı" (12.8.2010 Perşembe, NTV).
Konuşulması, böyle fikirlere "alışılması" sonucunu verebilirmiş.
Bunun anlamı, 'şimdiye kadar Kürtleri yok
saydığımız gibi şimdi de Kürt sorununu ve çözüm zorunluluğunu yok sayalım'
değil midir? Medyadan bile silelim, gerekirse bu sorunu yazıp çizen ve
tartışanları da tıpkı zihnimize kazınan o fotoğrafta gördüğümüz, uzayıp giden
bir sıra halinde dizilmiş, elleri kelepçeli bin küsur Kürt kamu kişisi gibi
sıralara dizelim, kollarına kamp numarasını dövmeyle... Şey, ne diyorduk?
*
Vırt zırt Kürt sorunundan söz edenlerin adı
"Kürtçü"ye çıkıyor. Gelgelelim, silahlısı ve silahsızıyla sürüp giden
bütün bir varolma mücadelesini, onun sonucunda ölüp ölüp dirilenleri, bundan da
öte, diliyle, kültürüyle bütün bir toplumsal-tarihsel varlığı görmezden
gelerek, matris dışı tutarak nasıl yaşanır, nasıl düşünülür, nasıl bilim,
eğitim ve siyaset yapılır, anlamak zor. Belki çok da zor değil.
*
Kürt varlığı bir türlü kayda (örgün ve
yaygın eğitimin tümüne, kültüre, yasalara) geçirilmiyor. Türkçe kültürde
Kürtlük, "Kürtler ne istiyor" sorusuna indirgenmiş durumda. Bunun adı
yalnızlaştırma, yani tecrit politikasıdır. Bana kalırsa, "demokratik
özerklik" kavramıyla dile getirilen son hedefte, bu tecrit politikasının
yarattığı derin güvensizliğin payı vardır. Kürtler bu kadar tecrit
edilmeselerdi, coğrafi sınıra dayalı bir çözüme kolay kolay ihtiyaç duymayacaklardı
ve sorun "demokratik cumhuriyet" kavramı çerçevesinde çözüm yoluna
girebilecekti. Ancak, bunun gerçekleşebilmesi için Kürtleri ve diğer kültürel
varlıkları içeren kapsamlı bir bütünleşme programına ihtiyaç vardır. Oysa
şimdiye kadar devlet katında böyle bir programın, bırakınız kendisini, niyetini
bile göremedik. Buna son anayasa değişikliği paketi de dahil.
Kürtler 'halkoylaması' meselesinde de
yalnızlaştırılıyor. Özgürlükçü ve sosyalist sol kesimlerin de katkısıyla. Bu
kesimler boykot konusunda ya hiçbir şey söylemeyip habire 'evet/hayır'
tartışıyorlar, ya boykotun mantığını anlamamış gibi yapıyorlar, ya da
açıklamalarının sonunda, Kürtlerle sınırlı kalması kaydıyla boykota bir selam
çakmakla yetiniyorlar.
Bu son tavrın anlamı, düpedüz, Kürtler açısından
bakınca başka bir perspektifi, batı bölgelerinden bakınca başka bir perspektifi
geçerli saymaktır. Tipik bir örnek için, DSİP Genel Başkanı Doğan Tarkan'ın,
"Neden yetmez, neden evet?" başlıklı yazısına bakılabilir (8.8.2010
tarihli Radikal İki). Tarkan bu yazısında hem Kürt sorununun Türkiye toplumu
için belirleyiciliğinden söz ediyor, hem de boykotu yalnızca "Kürt
bölgelerinde doğru" buluyor. Kürt sorununun çözümü yalnızca Kürtlerin işi
olabilirmiş gibi. Peki, "dil, din, cins, ırk, etnik köken, inanç, yaş,
bedensel farklılık vd." ayrımcılık türlerinin tümünde, ama tümünde
kendimizi dolaysız muhatap saymadıkça yol alabilir miyiz?
'Halkoylaması' büyük ölçüde AKP'ye
güven/sizlik oylamasına dönüşmüş durumda. Boykot oylarını da, "hayır"
oylarını da hiç kimse "biz Anayasa'nın şu halinden memnunuz"
biçiminde yorumlayamaz, çünkü bu konuda söz alan istisnasız herkes, yeniden
yazılmış bir anayasa istediğini açıklamış durumda, AKP ve diğer evetçiler
dahil. Ancak, mecliste grubu bulunan partilerden yine AKP dahil ve BDP hariç
hiçbiri Kürtleri tecrit politikasından anayasal düzeyde vazgeçtiğinin net bir
işaretini vermiş değil.
AKP, güvenoyu alamamış ya da yeterince
alamamış bir hükümet durumuna düşme tehlikesi karşısında, "evet" için
bütün gücüyle yükleniyor. Gelgelelim, kendisinin demokratlığına güvenilmesini
sağlayabilecek taleplerin hiçbirini benimsemiyor. Bu partinin demokratikleşme
dinamiğinin şimdiye kadar ortaya çıkan kısmında, kendi bekasını garantiye
alacak önlemleri aşan bir perspektif genişliği göremedik. Bunun en açık
göstergelerinden biri baraj meselesidir.
AKP, seçim barajına sıkı sıkıya yapıştı. Hak
etmediği oyların üstünde oturmayı reva görüyor. Ve Kürt sorunu dahil yeniden en
gerilere düşmek pahasına, demokratikleşmenin önüne baraj çekiyor. CHP'nin son
atakları belki de bu gerilemeyi nihayet fark edip öne atılmak istemesiyle
ilgilidir. Ya da öne atılıyor taklidi yapıp yerinde sayan pandomimcileri
oynamasıyla.
&
Yarım gerçekler[7]
Mehmet Metiner, Başbakan Erdoğan'ın millet
tanımının ırka ya da etnisiteye dayanmadığını söylüyor. Gerçek bu değil:
Erdoğan'ın ilkesel bir millet tanımı yok.
'Millet' ya da 'ulus' sözcükleri Türkiye'nin genel siyasal yaşamında nasıl
modern öncesinin etnik içeriğini koruduysa, Erdoğan'ın söyleminde de koruyor.
Bunun en tipik örneği, daha önce de yazdığım üzere, Başbakan'ın Azerbaycan
ziyaretinde ya da Azerbaycan'la ilgili açıklamalarında her seferinde "biz
bir millet, iki devletiz" demesidir.
Azeriler ve Türkler, modern anlamıyla aynı
millete/ulusa mensup değiller. Aynı dilin iki ayrı şivesini konuşmak, modern
bağlamda "bir millet" olmayı sağlamıyor. İktisadi, kültürel ve
tarihsel bir birlik söz konusu olmadıkça millet/ulus saymıyor modern dünya
sizi. Hiçbir Fransız devlet adamı, Belçikalılar ya da Kanadalılar Fransızca
konuşuyor ya da aynı etnik kökendendir diye onlar için "biz bir millet,
iki devletiz" demeyi aklından geçirmez. Kazara demiş olsa, tefe koyup
çalarlar o kişiyi.
Modern
bağlamlarda millet/ulus, ülke sınırlarıyla tanımlanıyor. Siz de eğer modern
dünyanın bir mensubuyuz diye düşünüyorsanız, kavramınızı böylece oluşturup
yerleştirmek, Osmanlının milletlerini tarihte bırakmak zorundasınız.
Ama böyle bir kaygınız yoksa, biz modern
dünyanın bir mensubu filan değiliz diyorsanız, bunu açıkça belirtmekte yarar
var. Bir toplum pekâlâ ben modernleşmek istemiyorum diye karar verip bunu ilan
edebilir. Kendine başka bir yol çizmeye çalışabilir. Ancak, ne yaptığını bilmek
kaydıyla.
Cumhuriyetin resmî "millet"
anlayışı ne modern ne feodal; tam bir yamalı bohça. Hâlâ öyle, bütün dışlayıcı
sonuçlarıyla birlikte. Etnik Türklük ağır basıyor ve diğer etnik varlıkları
dışlıyor. Herhalde bu durumun biriktirdiği tepkiyledir, Kürtlerin söyleminde de
"ulusal" sıfatı şu son zamanlarda gitgide daha çok etnik bir niteliğe
büründü. Farklı ülkelerde yaşayan Kürtler arası toplantıların bazılarında
modern bir tavırla "uluslararası" sıfatı kullanılıyor, bazılarında
ise "ulusal" sıfatı: "Ulusal Konferans", "Ulusal
Kongre" vb. Tam bir etki-tepki meselesi.
Başbakan Erdoğan, gerçekleşen özgürlüklerden
söz ediyor. Bu arada Dicle Haber Ajansı'nın neden dışlandığını, Azadiya Welat
gazetesinin neden kapalı kaldığını açıklamak gereğini duymuyor. "Biz
kimseyi tehdit etmedik" diyor ama, "bitaraf olan bertaraf olur"
sözünü açıklamıyor. "Bitaraf" tarafsız, "bertaraf" ise yok
edilen demek. Erdoğan'ın, bu sözüyle ilgili sorulara verdiği yanıtlar, sözün
tehdit içeriğini iptal etmekten uzak, bulanık yanıtlar.
Diyarbakır Belediye Başkanı Osman
Baydemir'in söz ettiği sandık denetimini tehdit sayıyor Erdoğan. Bu arada, AKP
Mersin İl Başkanı Mekin Merter Salt'ın da kendi üyelerinin mitinge gelip
gelmediğini denetleyip kayda geçiren bir barkod sistemi kurduğundan herhalde
haberi olmadı. Bir kitle partisinde bu fişleme neden?
Erdoğan ayrıca, boykotu kastederek, sandığa
çarpı koymanın milli iradeye çarpı koymak olduğunu söylüyor. Oysa başka pek çok
alanda olduğu gibi demokrasi alanında da bir olguyu yorumlamak için hem biçime
(=usule) hem de içeriğe (=esasa) bakılır. Bu halkoylamasını boykot etmek,
paketin hem hazırlanma biçimini hem de sunulan halini kabul etmemek anlamına
geliyor. Yurttaşlar olarak bizler "Ya evet dersin ya hayır"
biçimindeki bir dayatmayı, sunulandan ibaret bir "demokrasi"yi, kabul
etmek zorunda değiliz. Milli iradeye çarpı koyan, boykotçular değil,
%10'culardır.
Halkoylaması güvenoylamasına dönüştüyse,
bunun öznesi sol değildi. (Burada elbette CHP kastedilmiyor.) Sol bu
güvenoylaması durumunu kucağında buldu ve boykot kararı almayı zamanında akıl
edemedi. BDP boykot kararı aldığında ise sol, sırf PKK'nın kuyruğuna takılmış
görünürüm korkusuyla, bu seçeneği değerlendiremedi. Böylece solun jakoben
eğilimli kesimlerine "hayır" şıkkı, yararcılıkta acele eden
özgürlükçü kesimlerine "evet" şıkkı kaldı.
Yazıyı, konuyla ilgili en bilgili ve
kapsamlı çalışmalardan birini anarak bitireyim: İbrahim Ö. Kaboğlu, Halk Neyi Oylayacak, İmge
Kitabevi, Ağustos 2010.
*
Ayıp
Adalet Ağaoğlu'na ve diğer "evet"
forumu konuşmacılarına yapılan yumurtalı ve yumruklu saldırı bence de düşünce
özgürlüğüne yapılmış bir saldırıdır. Düşünce özgürlüğü, hangi toplum
koşullarında olursak olalım ihtiyaç duyduğumuz ve duyacağımız en temel özgürlüklerden
biri, belki de birincisi. Yumurta atmak, yumruk atmak, boyalı sıvılar dökmek
gibi davranışlar birer saldırı türüdür, dolayısıyla düşünce özgürlüğüne dahil
değildir. Umarım son günlerdeki saldırganlıklar, eğer verilen kolektif adları
doğruysa "Öğrenci Kolektifi"nin, "Halkevleri"nin ya da ÖDP'nin
tüm mensuplarınca onaylanmıyordur.
&
Haritanın
dışlayıcılığı[8]
Oylama sonuçlarını iki renkle gösteren o
harita 12 Eylül 2010 akşamı televizyonlarda saatlerce sergilendi, haberler
verilip yorumlar yapılırken hep ona bakıldı. Ertesi günün gazetelerinde de en
çok o harita sergilendi, zihinlere çakıldı. Oysa tam bir aldatmaca vardı o
haritada.
Sorumlusu kimdir, mesele dikkatsizlikten/
kolaycılıktan/ toptancılıktan mı ibarettir, bilemiyorum. Gerçek şu ki, o
harita, çok az yorumcunun dikkat çektiği üzere, illeri mutlak evetçi ve mutlak
hayırcı olarak ikiye ayırmıştı. Hayırların içindeki evetler, evetlerin içindeki
hayırlar, ve en önemlisi, boykotun yer yer büyük çoğunluklara ulaştığını
gösteren veriler dışlanmıştı o haritadan.
Evet biliyoruz, eğilim haritası diye bir şey
yapılabilir, yapılıyor, yapılmalı da. Sonuçların yorumlanmasına yarayan birkaç
haritalık ya da grafiklik bir veri grubu içinde elbette işe de yarar. Ama söz
konusu iki renkli harita, bir eğilim haritası değil. Üç ana tavırdan üçünü de
gösteren bir haritanın yokluğunda, iki renkli bir haritaya eğilim haritası
diyemeyiz. Olsa olsa bir göz boyama aracı diyebiliriz.
*
Kürt olgusunun bu kadar dışlanması nedendir?
Neden boykotun verilerinden bile kaçılıyor?
Bu sorunun bireysel ve kolektif korkularla
bir ilgisi olduğunu sanıyorum. Devlet kazara Kürtlere cesaret verirsem
bölünürüm diye korkuyor ve o ölçüde de korkutuyor. Onyıllardır içimize işlemiş
korkulardır söz konusu olan. O korkular yüzünden bir çoğumuz Kürt sorununu
düşünmekten kaçıyor. Bazılarımız ise, sözgelimi ben, korktuğum için durmadan
düşünmeye çalışıyorum.
Ya yirmi altı yıldır süren bu çatışmalar bir
türlü bitmezse, daha da yaygınlaşırsa diye korkuyorum.
Her
gün kederden kahrolan şehit ailelerini görmeye ve "namırın" olanların
ailelerini görmemeye devam edersek diye korkuyorum. Hepsinin nasıl da pekâlâ
kaçınılabilecek bir trajediden kaçınmayı bir türlü beceremediğimiz için
öldüklerini anladıkça asabımız daha çok bozuluyor, bundan korkuyorum.
Kentlerin
varoşları zorunlu göçlerin işsizleriyle dolup taşarken, boşaltılmış köylerin
azar azar uğursuz tapulara aktarılmasından korkuyorum.
Yerinden, bedeninden, gençliğinden
edilenlerin hıncından korkuyorum. Bu hıncın ne olabileceğini bilmeyenlerden
korkuyorum.
Hangi yaşta olursak olalım birbirimizin
yüzüne bakamaz hale gelmemizden, 'Bunlar bunlar olurken sen ne yapıyordun'
sorusuna 'bilmiyordum' ya da 'elimden bir şey gelmiyordu' ya da 'korkuyordum'
yanıtını vermek zorunda kalmaktan korkuyorum.
*
12 Eylül 2010 günü 48 imzalı bir ortak çağrı
yayımlandı. Metnin ve imzaların bütünü 13 Eylül günü t24 haber sitesinde
yayımlandı. 14 Eylül Salı günü de Milliyet gazetesi çağrıyı kısaca haber yaptı.
Metin "Çözüm istiyoruz, hemen,
şimdi" diye başlıyor. Tamamı şöyle:
"'Düşük yoğunluklu savaş'ı
PKK durdurdu, devlet durdurmuyor, operasyonlara devam ediyor.
Öldürülen PKK'lılar şehirlerde kitlesel
protestolara neden oluyor, devlet göstericilere ateş ediyor, bu ateşle yeni
gençler ölüyor, 13 yaşındaki Vedat Turan'lar ölümcül yara alıyor. Tıpkı
toplumun bütünü gibi.
Hiçbir sorun olduğu gibi kalmaz, ya çözülür
ya ağırlaşır. Kürt sorunu ve PKK sorunu da öyle, çözülmedikçe gitgide
ağırlaşmakta, en ağır aşamaya yaklaşmaktadır.
Bizler silah çözüm değildir derken yalnızca
PKK'nın silahını kastetmiyoruz. İçinde bulunduğumuz durum öyle ki, silah ne PKK
için çözümdür ne de devlet için. Artık hiçbir şiddet kullanılmamalı,
operasyonlar durdurulmalı ve referandumun sonucu her ne olursa olsun, bütün
kayıplarımızın onuru için, özgür ve uygar bir Türkiye'nin yolu
açılmalıdır."
Çağrıda bulunanlar: Ahmet İnsel, Ahmet
İsvan, Akif Kurtuluş, Ali Akay, Aydın Engin, Ayşe Buğra, Ayşe Demirbilek, Ayşe
Erzan, Baskın Oran, Bülent Usta, Büşra Ersanlı, Cihan Aktaş, Çağatay Anadol,
Doğan Tarkan, Enis Batur, Enver Ercan, Ergin Cinmen, Esra Mungan, Fuat Keyman,
Gencay Gürsoy, Gülseren Yoleri, Hakan Tahmaz, Hidayet Şefkatli Tuksal, Hilâl
Kaplan, İrem Aksu, Melek Taylan, Meltem Oral, Murat Çelikkan, Müge İplikçi,
Müge Sökmen, Necmiye Alpay, Neşe Yaşın, Nükhet Sirman, Orhan Göztepe, Orhan
Silier, Osman Kavala, Oya Baydar, Ömer Türkeş, Özden Dönmez, Roni Margulies,
Semra Somersan, Şenol Karakaş, Ümit Kardaş, Volkan Akyıldırım, Yıldız Önen,
Yıldız Ramazanoğlu, Yücel Sayman, Zeynep Gambetti.
Ve destek devam ediyor: Neşe Erdilek,
Ayşegül Sönmez, Özkan Erdem...
*
Ayıp
Hem oylamada sandık başına gitmemeyi
seçenlere de saygı duyduğunuzu söyleyeceksiniz, hem de o para cezasını
uygulamaya devam edeceksiniz.
Tamam, özgürlüklerimiz için özveride
bulunmak alnımıza yazılmıştır, ama şu 22,5 lira tam bir Deli Dumrul cezası
değil mi? Yani, haraç?
*
Barış
19 Eylül Pazar günü saat 13'te Türkiye Barış
Meclisi’nin İstanbul Kadıköy'de mitingi var. Barış Meclisi İstanbul Girişimi,
"Özgür, eşit ve demokratik bir ülkede bir arada yaşamdan yana olan
herkesi", "operasyonların durması ve müzakerelerin başlaması için
omuz omuza olmaya" çağırıyor. Umarım artık bu mitinglerin kitle desteği
Kürtleri aşan bir bileşime kavuşur ey "Yetmez ama evet"çiler!
İstiklâl'e sığmadığı için Kadıköy'de oluyor bu mitingler!
&
Yaygın bir klişe[9]
Kürt sorunuyla ilgili yaygın bir klişe var
ki, bir açmaza işaret eder gibi yapıp, ortaya sahte bir açmaz koyuyor. Şöyle:
Operasyonlar dursun diyemezsiniz: Hangi
devlet kendisine karşı silah çekene operasyon yapmaz da elleri kolları bağlı
durur?
Burada kurulan bağıntının sahteliğini daha
iyi görebilmek için durumu devlet-örgüt düzeyinden alıp bireyler düzeyine
taşıyacak olursak, günümüzün hayli alışılmış manzaralarından biri ortaya çıkar:
Yurttaşın birinin öfkesi tavan yapmış, eline
bir silah geçirip ortalığı tehdide başlamış, birilerini de vurmuştur. Şimdi
soru şu: Böyle bir durumda, elinde silah olan öfkeli birey silahına
davranmadığı sürece, olaya koşup gelen güvenlik mensupları için onu vurma hakkı
doğar mı, doğmaz mı? Benim bildiğim, yürürlükteki hukuk anlayışına göre insan
öldürmenin bağışlanabilen tek biçimi nefsi müdafaa yani kendini koruma
durumudur. Silahlı kişiden dolaysız bir tehdit gelmedikçe güvenlik güçleri ateş
edemez, önceki suçu her ne olursa olsun...
Şimdi şu sıralar PKK ateş etmeyi durdurdum
dediğine göre, güvenlik güçlerinin de ona ateş etmeyi durdurması, sorunun
çözümü için diğer yöntemlere yer açması gerekir. Zaten gelişmelerin de bu yönde
olduğu görülüyor. Yani hukukun ilkesi bu kez nihayet işletilecek gibi duruyor.
Kürt meselesinde bir açmaz varsa, bu noktada değil o. Yukarıda sıraladıklarıma
benzer yönlere bakmak lazım.
&
Anadili söylemleri[10]
Anadilinde eğitim gitgide daha güçlü bir
talep olarak kendini dayattı ve yeni anayasa tartışmalarının yaşamsal
konularından biri hâline geldi. Anadilinde eğitim olanağı sistemde yer bulacak
mı, bulacaksa bunun biçimi ne olacak?
Konu o kadar uzun bir süre inkârların,
yasakların ve baskıların altında ezildi ki şimdi tam bir bilgi yoksunluğu ve
önyargı fazlalığı ortamındayız. Başbakan Erdoğan, Kürtlerin anadilinde eğitim
talebi konusundaki soruya Türkiye'nin resmî dilini hatırlatarak karşılık
veriyor. Ne demek istiyor, belli değil: 'Anadilinizin resmî dil olmasını
istemeyin de ne isterseniz isteyin' mi? 'Para basma yetkisinin yalnızca
devletlere ait olması gibi, eğitim dili olma yetkisi de yalnızca resmî dile
aittir' mi? Bir geçiştirme cümlesinden ibaret de olabilir elbette o söz.
Bu arada erkeklerden oluşan konuşmacı
gruplarının habire türban konusunu tartışması gibi, dilbilimcilerin ve
eğitbilimcilerin olmadığı ortamlarda habire anadili konusu tartışıldığından
olmalı, 'anadil/ anadili' farkı silinip gidiyor. Sözlükçüler herhalde
farkındadır, 'anadil' sözcüğü bir süredir 'anadili' anlamında kullanılan bir
galatımeşhura dönüştü. Bu, dilbilim açısından aynı zamanda bir iç sorun, bir
terim sorunu anlamına geliyor, çünkü "anadil" demek, dil doğuran dil
demek. Latince, bir anadildir ve Fransızca, İspanyolca, İtalyanca gibi dilleri
doğurmuştur. Oğuzca, bir anadildir ve Türkiye Türkçesi, Türkmence, Azeri
Türkçesi gibi bir dizi lehçe/dil doğurmuştur. Oğuzcanın anası Ana Türkçe, onun
da anası "İlk Türkçe"dir vb.[11]
Şimdi tutup bu "anadil" terimini
"anadili" anlamında, yani bireyin 'annesinden [ya da anne işlevi
gören kişi/ler/den] edindiği ("öğrendiği" değil, edindiği) dil'
anlamında kullandınız mı, terime ikinci bir anlam yüklemiş oluyorsunuz. Dünya
literatüründe yerleşik iki terimi tutup tek terime indirgemek bir terbiye
yokluğuna işaret. Dilbilimcilerin ya da eğitbilimcilerin onyıllarca konuşamamış
olduğuna işaret de diyebiliriz. Düşünce özgürlüğünden yoksunluk tam böyle bir
şey.
Arada bir uyaran çıksa bile hâlâ birbirine
karıştırılan diğer bir terim çifti de, 'anadilinde eğitim' ile 'anadil eğitimi'
ya da 'anadilin öğretilmesi' oluyor. Bir öncekinden farklı bir karışıklık
biçimi bu: Onun kadar masum değil ve şimdiye kadar çoktan ortadan kalkmış
olması gerekirdi. Öyle ki, ikisini çorba eden bazı yazarlar için, 'anadilinde
eğitim' demiş olmamak için kurnazlık mı yapıyor diye kuşkuya kapılıyor insan.
Kötü yüreklilik bu ya!
Belki konunun konuşulabilmesine yine de
şükretmek ve bunca yılın yasaklarından sonra bu acemilikleri gerçekten olağan
karşılamak lâzım. Hatta, öğretmenlerin bunca çabasına rağmen eğitbilimcilerin
hâlâ ortalıkta görünmemesi, konuyu yazıp çizmeye başlamamaları, yalnızca
baskılardan değil, onun bir sonucu olarak cahil kalınmış olmasından da
kaynaklanmaktadır diyebiliriz. Sorun eski, ama tam bir devekuşu politikasıyla
görmezden gelinmiş. Şimdi bütün bir dünyanın deneyimi var incelenecek, yığınla
yazı okunup yazılacak, eğitbilim (varsa) yenilenecek... Büyük iş. Hele bir de
siyasi oklar tam ters yönü işaret etmeyi sürdürürken, pek şans yokmuş gibi bile
görünebilir.
Bu konuda genel düzlemi aşan tek inceleme,
anadilinde eğitimin maliyeti ne olabilir konulu bir yazıydı. Hangi ilkelere
dayalı bir eğitimin maliyeti hangi yönteme göre hesaplanıyor belli değildi ama,
sonuç kesindi: Bu maliyetin altından kalkılamaz!
MHP'li politikacılar "bu bir pedagoji
sorunu değildir" ya da "bunlar PKK'nın talepleridir" diyor.
Anadilinde eğitim PKK'nın talepleri arasında da yer alıyorsa, bunda şaşılacak
bir yön olmasa gerek. PKK bir Kürt hareketidir. Ancak, herhangi bir gelişme
sırf PKK talep etti diye yürürlüğe konmayacaksa durum zaten vahim demektir.
Üstelik, anadilinde eğitim meselesi, adı
üstünde, öncelikle bir pedagoji sorunu; pedagoji sözcüğü eğitim bilimi
(eğitbilim) anlamına geliyor çünkü! Anadilinde eğitim çokboyutlu bir sorun ve
pedagoji bunların en temel önemde olanlarından biri. Siyasal boyut da var
elbette, tıpkı ruhbilimsel, dilbilimsel, toplumdilbilimsel, kültürel, hukuki,
iktisadi, altyapısal, tarihsel, iletişimsel vb. boyutlar gibi.
Konuya biraz eğilenler ve bu arada
öğretmenler, anadilinin uzun süre bir kırmızı çizgi konusu olamayacak kadar
ivedi ve çokboyutlu olduğunu biliyor ya da seziyor. Yasin Ceylan'ın 3 Ekim
tarihli Radikal İki'de yazdığı özyaşamöyküsel tanıklığın benzerleriyle her an
karşılaşabiliyor onlar. Zora dayalı bir asimilasyonun dolaysız aracı olmak ya
da olmamak ikilemiyle karşı karşıyalar. Özellikle de artık "bilmiyordum,
meseleyi göremiyordum" deme olanağının kalmadığı günümüz koşullarında.
Asimilasyonun bir insanlık suçu olduğunu
söyleyerek tarihe geçen Başbakan Erdoğan ise geçen gün, tam da anadilinde
eğitim talebi konusunda Türkiye'nin resmî dilini hatırlatmakla yetinmesinden
birkaç gün sonra, Almanya'da Türkçeyi kastederek anadilinde eğitim talebinde
bulunuyordu. Acaba Türkçe Almanya'da resmî dil olsun mu demek istiyordu
Başbakan?! Her neyse, bu tavır bir çifte standart olarak yeterince eleştirildi
(bkz. 10.10.2010 tarihli gazeteler).
Şu an Türkiye okullarında eğitim Türkçe
başta olmak üzere yedi dilde veriliyor. Bunlardan üçü, yurttaşların anadilleri:
Türkçe, Ermenice ve Rumca. Diğer eğitim dilleri, yani İngilizce, Fransızca,
Almanca ve İtalyanca, bazı yurttaşların anadili oldukları için değil, dünyanın
egemen dilleri oldukları için rağbet görüyor.
Ve bütün bunlar bir anayasa sorunu
oluşturuyor. Başka bir yazıda devam etmek üzere.
&
Yüzleşmeler[12]
Artık biz de kanser olmak istiyoruz,
tüberküloz olmak istemiyoruz.
Bölge halkının ağzından bu sözü aktaran,
geçen haftasonu Diyarbakır'da yapılan II. Mezopotamya Tıp Günleri'nin Onursal
Başkanı Dr. Mahmut Ortakaya. Tüberküloz bir yoksul hastalığıdır, kanserse
durumu az çok iyi olanlara özgü. Bölgede kanser hastalığının görülme oranı
göreli olarak düşükse de, Mezopotamya Tıp Günleri'nin bu yılki konusu kanserdi.
Bu toplantıya çağrıldığımda önce bir
yanlışlık var dedim, ben hekim değilim. Ancak, mesele hekimleri ilgilendirdiği
kadar, dilcileri de ilgilendiriyordu. Dil, tıpkı eğitim gibi sağlık
hizmetlerinin de belirleyici boyutlarından. Haziran 2010'da Diyarbakır'da
yapılan anadili konulu çalıştayda iki hekim katılımcıdan dinlediklerim
sayesinde daha iyi kavrayabilmiştim bunu.[13]
Çokdillilik ihtiyacı eğitim alanındaki gibi
sağlık alanında da meslek mensuplarını kendi göbeklerini kendileri kesmeye
itmiş. Türk Tabipleri Birliği 27 Mart 2010'da "Anadil ve Sağlık"
konulu bir sempozyum düzenlemiş ve sempozyum bildirilerini kitapçık halinde
yayımlamış.
Kürt hekimler ise işi hem bu yanıyla, hem de
Kürtçenin gerek tıp, gerekse bilim dili olarak geliştirilmesi ihtiyacıyla,
çalışma dili Kürtçe olan Mezopotamya Tıp Günleri dahil bir dizi çaba içindeler.
Fikir babası, dünyaca ünlü cerrah, organ nakli uzmanı, Hannover Üniversitesi
öğretim üyesi Prof. Hüseyin Bektaş.
Bektaş, dil meseleleriyle yakından ilgili
bir entelektüel. Anadili sorunlarıyla ilgilenmesi ise kendi yaşamından
kaynaklanıyor. Binlerce benzeri gibi o da Türkçeyle ilk kez okula başladığında,
yedi yaşındayken karşılaşmış. Doğup büyüdüğü bir dağ köyünde, o karşılaşmanın
yarattığı tedirginliği, öğretmeninden yediği tokadı unutmuyor. Babasının işçi
olarak çalışacağı Almanya'ya gittiklerinde on yedi yaşındaymış. Sonrası, hâlâ
süren, günde on iki saat çalışmaya dayalı bir yaşam. Ve ipek gibi bir kişilik.
Prof. Bektaş, yazdığı bir anatomi kitabının
arkasına bir de Kürtçe tıp sözlükçesi eklemiş. Kürtçe tıp terimleri sözlüğü
için ilk adım olmuş bu. Şimdi hekimler arası bir terim çalışma grubu, sözlük
için çaba gösteriyor. Genellikle Latincesi kullanılan o tıp terimlerini de
Kürtçeleştirme eğilimi ağır basıyor grupta. Yüksek öğrenimin daha çok İngilizce
olduğu Kuzey Irak'tan gelen hekimlere böyle bir talep de yöneltiliyor: Bir
sonraki Mezopotamya Tıp Günleri, Erbil'de düzenlenecek.
Bu yıl bildiri sunanların büyük çoğunluğu
Kurmançi konuşuyordu. Oran %80 olarak hesaplandı. Geçen yılki sunumların %30'u
Kurmançiymiş. Ve bu yıl ilk kez bir tıp bildirisi, UNESCO tarafından
tehlikedeki diller listesine alınmış olan Zazaca sunuldu, Dr. Tülin Savaş
tarafından. Türkçe ve İngilizce dahil, dört dilde eşanlı çeviri yapılıyordu...
Yüzleşme meselesine gelince. Bu yılki
program "Yüzleşme" konulu bir bölüm de içeriyordu. Prof. Cem
Kaptanoğlu'nun konuyla ilgili psikiyatrik sunumunu herkesin okuyabilmesini
dilerim. Ancak, tahmin edilebileceği üzere bu bölümün konuşmacıları yalnızca
hekimler değildi. Bir toplumsal bilinç yükseltme çalışması olarak yüzleşmenin
öncülerinden Orhan Miroğlu, kitapları temelinde esaslı bir konuşma yaptı. Yazılarını
Radikal'de ve Radikal İki'de okuduğumuz Prof. Şükrü Hatun'un konuşması da,
Türkiye'nin batısında yaşayanların Kürt sorunuyla karşılaşma deneyimi açısından
önemliydi.
*
Ve 18 Ekim 2010 Pazartesi günü İstanbul
Beyoğlu sinemasında, ülkenin bu yakasındaki yüzleşme başarılarından birini daha
izledik: "Oğlun Erdal" belgeseli.
Mezopotamya Tıp Günleri için Diyarbakır'a
giderken, belki pazartesi günkü KCK duruşmasını izlemeye de kalırım diyordum.
Ancak, bu kez Kürtlerin yalnız bırakılması şöyle dursun, duruşmayı izlemeye
gelenlerin o salona asla sığmayacak kadar kalabalık olduğu bilgisi, her tür
haberin elektrik hızıyla yayıldığı Diyarbakır'da daha 16 Ekim Cumartesi
gününden kesinleşmiş durumdaydı. Dolayısıyla, gönül rahatlığıyla döndüm ve aynı
gün İstanbul'da ilk kez gösterilen "Oğlun Erdal" belgeselini
izleyebildim. Bu salonda da tıpkı KCK duruşmasındaki gibi iğne atsanız yere
düşmeyecek bir kalabalık vardı, çokları dışarda kaldı.
Yaşı yetip de Erdal Eren adını duymamış olan
herhalde yoktur: 12 Eylül'ün kıydığı canlardan, daha doğrusu bilerek seçtiği
kurbanlardan biridir Erdal Eren, o tarihlerde lise öğrencisi.
Belgesel onunla ilgili ve sunuşta da
belirtildiği üzere, asla yalnızca onunla ilgili değil. Erdal, ODTÜ öğrencisi
Sinan Suner'in polis tarafından katledilmesini protesto için düzenlenen
gösterilerde er Zekeriya Önge’yi vurup öldürmekle suçlanmış, yargılanmış ve
idam edilmişti. İdamı protesto edenlerden Ercan Koca da işkencede ölmüştü...
Belgeselde işte bu cinayetler dizisinin tüm
yönlerine bakılıyor, süreçle yakın bağlantısı olan herkesle konuşuluyor, otuz
yılın arıttığı bir bakış berraklığıyla, bütünü de, ayrıntıyı da kaçırmayan bir
titizlikle.
Şebinkarahisar,
Erdal'ın doğduğu ev, ailesi, komşuları, arkadaşları, bugün genç bir kadın olan
kızkardeşi, çok benzediği annesi, süreci ta içinden yaşamış avukatı... Sonsuzca
değerli tanıklıklar. Savaş Ay da kendi gördüklerini anlatıyor.
Ve davaya bakan -şimdi emekli- asker yargıç,
asılmasına tanıklık eden bir subay, Erdal'ın öldürdüğü ileri sürülen dokuma
ustası er Zekeriya Önge'nin babası... Yüzleşme asıl onların gösterdiği yüksek
etik ve bilinç düzeyinde yatıyor. Aydınlanmış vicdanlar konuşuyor kameraya.
Mamak Cezaevi'nin tecrit hücreleri, demir
kapıları, dar koridorları, her şeyi somutlaştırıyor. Beyaz perdede ve salonda
cezaevi arkadaşlarım. Hıncahınç kalabalıktaki herkes gibi, Erdal'ın çocuk
yüzünden iyice sırçalaşmış bir yürekle, bu bütün açılardan eşsiz belgeseli ilk
fırsatta yeniden görmek isteğiyle çıkıyorum sinemadan. Hazırlayan, Sosyal Araştırmalar
Vakfı, 74-83 Araştırma Grubu. Röportajları Tevfik Taş, müzikleri Ayşe Tütüncü
yapmış. Yöneten Tunç Erenkuş.
Evet, yüzleşme deyip durduğumuz şey tam
olarak nedir, bunu bize hiçbir şeyi boğuntuya getirmeden anlatan kitaplar ve
belgeseller var artık. Kutlayabiliriz.
&
Sözlüklerdeki ırkçılık[14]
Bir saniye için, 'bezirgân' nedir, zihninizi
yoklamanızı diliyorum. Ben yokladım ve şu iki karşılığı buldum: Terim olarak,
'tüccar'; deyim olarak, 'çıkarcı'. Ve elbette, çocukluk oyunlarımızdan kalan bir
tekerleme: "Aç kapıyı bezirgânbaşı..."
Konuya dikkatimi çeken, bir okur oldu:
AKDTYKTDK'nın Büyük Türkçe Sözlük’ünde
"bezirgân" sözcüğünün karşılıklarından biri, "Yahudi"
olarak veriliyor. Burada bir sorun yok mu, diye soruyor okur. Çok haklı.
Benim bildiğim, 'bezirgân' sözcüğü bir
başına kullanıldığında "Yahudi" anlamına filan gelmez. Karagöz'deki
tiplerden biri "Bezirgân Yahudi"dir ama, "Kuyumcu Ermeni",
"Arnavut Bekçi", "Acem Tüccar" ile aynı dizi içinde.
Bellidir ki sözcük dolaşıma girdiği ilk
zamanlarda herhangi bir olumsuz anlam taşımıyordu. Zamanla belirdi, önce
olumsuz, giderek de ırkçı kullanımlar. Ama hangi dönemlerde ve nasıl, iyi bir
araştırma gerektiriyor bu konu. Gerektiği gibi araştırılmadığı sürece de, en
çok Meydan Larousse 'Büyük Lûgat ve
Ansiklopedi'de açığa çıkan kargaşa sürecek demektir.
Meydan
Larousse'taki "bezirgân" maddesinde ilk tanım olan
"tüccar, esnaf"ın ardından Pir Sultan Abdal'ın iki dizesi örnek
veriliyor ve bezirgânlık olumsuzlanmıyor: "Ulu bezirgânım kumaş satarım/
Gökyüzünde uçan kuşu tutarım."
Gelgelelim, son tanım olarak burada da "Yahudilere verilen ad"
denmiş. Ve bu bölümün ardından gelen "ÇEŞ. DEY." (çeşitli deyimler)
başlığı altında, "Korkak bezirgân, korkak kimseler için, Musevilere
telmihen kullanırlar" tanımını okuyoruz.
Pir Sultan'dan bu tanımlara nasıl gelindi? Tarihsel dönemlere ve
toplumsal kesimlere göre farklılaşma nerede, ne zaman ve nasıl oldu? Bunlar
yansımıyor maddeye ve biz birbiriyle çelişen bilgiler okuyoruz. Aynı maddenin
"ANSİKL." bölümü, "Türk halk masallarına konu olan bezirgânlar
çeşitli din ve kavimlerden olurdu. (...) Ermeni Bezirgân, Mamas Bezirgân, Zor
Bezirgân bunlardandır" diyor.
Evet, durum açık: Dil tarihçilerini bekleyen esaslı bir araştırma daha
var.
Bu arada, Yaşar Çağbayır'ın Ötüken
Türkçe Sözlük'ü, "esk." (=eskimiştir) notu filan düşmeden,
bilinen tanımlara "Korkak" ve "(Aşağılayıcı ifadeyle)
Yahudi" tanımlarını ekliyor.
Benzer bir özgüleme işlemi, AKDTYKTDK'nın Tarih Terimleri Sözlüğü'nde de var:
"Eskiden Yahudiler için efendi
ve ağa yerine kullanılan bir söz." Buradan da sanki "bezirgân"
sözcüğü yalnızca Yahudiler için kullanılırmış anlamı çıkıyor, bu kez olumsuzluk
belirtilmeksizin.
Bir de Dil Derneği'nin Türkçe
Sözlük'üne bakalım. Durum burada da vahim, çünkü "esk." notu
yalnızca birinci tanım için düşülmüş: "1. esk. Tüccar". Bu durumda,
dördüncü tanım olarak verilen "Yahudilere verilen ad" bilgisi,
günümüz Türkçesine ait genel geçer bir bilgi diye sunulmuş oluyor.
Son olarak, AKDTYKTDK'nın Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü'nde
'bezirgân' sözcüğünü içeren ya da bu sözcükten türetilmiş olan beş adet söz
bulunduğunu ve bunların hiçbirinin 'Yahudi' sözcüğünü içermediğini söyleyeyim.
Başka bir deyişle, "Yahudi" ya da "Yahudilere verilen ad"
genellemesini haklı çıkarabilecek bir veri burada da yok. Genelleme, keyfî...
Sözlüklerle ilgili olarak daha önce
"Kürtçe" ve "Çingene" sözcükleri tartışma konusu olmuştu.
"Kürtçe" sözcüğü AKDTYKTDK tarafından sözlükten önce atılmış, sonra
sessiz sedasız yeniden alınmıştı. Kürtler gibi, dillerinin adı da yok
sayılmıştı bir dönem.
"Çingene" sözcüğü ise sözlükte bir
yığın ırkçı ve ayrımcı deyimle bir arada yer aldıktan ve kurum bu nedenle
eleştirildikten sonra, sözcükle ilgili ayrımcı deyimler çıkarılıp atıldı. Şimdi
sözlükler bu açıdan arı duru. Darısı gerçek hayattakilerin, en başta da Selendi
Romanlarının başına. Faşizm 2010 başlarında onlara Selendi'yi dar etmişti.
Şimdi, sürüldükleri Salihli'de 21 ailenin kışa perperişan girdiği haberleri
geliyor. Oysa sürgün sırasında, iş, aş, okul sözleri verilmişti (bkz. Serkan
Ocak'ın 27.9.2010 tarihli Radikal'deki haberi).
Evet, dilinizi ve sözlüğünüzü düzeltmeniz
her zaman toplumsal bilincinizi de düzeltmeniz anlamına gelmiyor.
Yine de, sözlüklerin olgulara sadık olması,
sözlükçülüğün en genel ilkelerinden biri. Bir haysiyet meselesi. Bu ilke
uyarınca, 'bezirgân' sözcüğünün olumsuzlayıcı anlamıyla "Yahudi"
yerine kullanılması gibi, gerçekten olduysa bile belli ki yer ve zaman
açısından sınırlı kalmış dil olgularını sözlüklere genelmiş gibi aktarmamak,
tarihsel kullanımın sınırlarını belirtmek gerekir. Yukarıda andığım sözlüklerde
kendini açık eden bir yaygınlık iddiası var ki, bu iddia antisemitizm anlamına
geliyor ve büyük bir sorumluluk olarak, sözlüğü yapanların ideolojik hanesine
yazılıyor. Umarım ilk fırsatta düzeltilir.
Fransızcadaki 'tête de turc' (Türk kafası)
deyimi, ünlü ırkçılık örneklerinden biridir. 'Bezirgân' konusunda sözlüklerdeki
ırkçılıkla uğraşırken, Fransızca sözlüklerde 'tête de turc' nasıl veriliyor
diye bakayım dedim ve iki şey keşfettim.
Birincisi, 'Türk kafası' deyiminin tarihsel
kökeni. 1866'ya tarihlenen bir olgu olarak, Fransa'daki panayırlarda erkeklerin
güçlerini ölçmek için vurdukları dinamometrelerde kullanılan, türban takmış
kafalara verilen admış bu. Gelenin geçenin vurduğu kafa!
İkinci keşfim, Tahsin Saraç'ın Büyük Fransızca-Türkçe Sözlük'ünde
'tête de turc' için verilen "abalı" ve "günah keçisi"
tanımlarına, "kürt memet"in de eklendiği oldu, her iki sözcük de
böyle küçük harfle başlatılarak.
Ben "Kürt Memet" sözünü uzun bir
deyimin bileşeni olarak bilirim, "alavere dalavere Kürt Memet nöbete"
biçiminde. Türkçedeki ırkçılıktan söz eden yazılarda anmışlığım vardır. Tahsin
Saraç'ın kurduğu bu aydınlatıcı bağlantıyı ise fark etmemiştim. Sözlükçü şairi
saygıyla anıyorum.
&
Hukuk ve dil mantığına aykırı
Ali Barış Kurt’un sorularına yanıtlar[15]
KCK davasında
mahkemenin Kürtçe savunma hususundaki tutumunu biliyorsunuz:
Kürtçenin
kayıtlara 'bilinmeyen dil' olarak yazılması ve bu dilde savunmaların
kabul
edilmemesi. Sizin bu kapsamdaki değerlendirmeniz nedir?
Mahkemenin "bilinmeyen dil" sözü,
devletin inkâr siyasetinin bir devamıydı. Demokratikleşme iddialarının öne çıktığı
bir ortam için özellikle talihsiz bir tavır. Bir yandan TRT6'da devlet eliyle
Kürtçe yayın yapılırken bir yandan da aynı devletin mahkemesinde Kürtçe için
"bilinmeyen bir dil" denmesindeki tutarsızlığa Başbakan Yardımcısı
Cemil Çiçek bile değinmek gereğini duydu. Tepkilerin ardından mahkeme Kürtçenin
adını telaffuz etmek zorunda kaldı.
Dilin adı kondu ama, savunmaların bu dilde
yapılması yine kabul edilmedi. Gerekçe, sanıkların Türkçe bildiklerinin
anlaşılmış olması. Bu gerekçe bence hem hukuk hem de dil mantığı açısından
geçersizdir.
Mahkemelerde yapılan işlemler gerçi resmî
işlemlerdir ve resmî nitelik taşıyan işlemlerde kural, resmî dilin
kullanılmasıdır. Zaten "resmî dil" teriminin tanımı da böyledir.
Ancak, işlemin nihai biçiminin resmî dilde
olması sorumluluğu, resmî makamlara aittir. Benim bildiğim, resmî makamlar
önünde resmî dilden başka bir dilin kullanılamayacağına dair herhangi bir yasa
hükmü bulunmuyor. Sanık beyanlarının resmî dile çevrilmesi, kayda geçmiş
uygulamalardandır.
Kişinin, resmî dili bildiği durumlara
gelince. Bir sanık birkaç dil biliyor olabilir. Ancak, savunmasını bu dillerden
hangisinde yapacağına sanığın kendisi karar vermelidir, çünkü savunma hakkı
kutsaldır ve kişinin kendi meramını hangi dilde daha iyi anlatabildiğini en iyi
kendisi bilir. Kimseye sen şu dili iyi biliyorsun, savunmanı da o dilde
yapacaksın diye dayatılamaz. Belki ancak yargılamada iyiniyetten söz edilebilir
ki o da tek yanlı değil, karşılıklı bir beklentidir.
KCK davasında mahkeme heyeti diğer
talepler gibi anadilinde savunma talebini de reddederken, hem savunma hakkının
kutsallığına, hem de savunmanın uzman kişi olarak çağırmak istediği Baskın
Oran'ın açıkladığı mevzuata aykırı davranmış oldu. Oran'ın en son yazısı için
14 Kasım 2010 tarihli Radikal İki'ye bakılabilir.
Yargılanan Kürt
siyasetçilerin Kürtçe savunmadan vazgeçmeyeceklerini açıklayan
BDP MYK de;
bundan sonra bütün partililerin, polis, jandarma ve savcılık
sorgulamaları da
dahil olmak üzere bütün savunmalarını Kürtçe yapacağını
kararlaştırdı.
Etkili ve haklı bulduğunuz bir karar mı?
Eğer karar sembolik değilse,
gerçekleştirilmesi zor bir karar. BDP'li olup da Kürtçe bilmeyenler var çünkü.
Ancak, karar sembolikse, yani bu bir pasif
direniş kararıysa, o zaman Kürtçe bilmeme engeli aşılabilir: Kürtçe bilmeyenler
ifadelerini ya da savunmalarını sembolik bir metinle verebilirler. Bu durumda
BDP'nin kararı demokratik bir direniş biçimi olarak ortaya çıkar.
Kürtçenin karşılaştığı yasak ve baskılar
göz önüne alındığında, bu tür sivil biçimler elbette haklı, meşru ve
saygıdeğerdir. Ben herkesi "anadillerine saygı" ilkesine uygun
davranmaya çağırıyorum.
Özellikle bir
yandan örgütün eylemsizlik süreci işlerken; bir yandan da
devletin Kürt
toplumuna yönelik bu tavrı, barış umudu taşıyanları endişeye
sürüklüyor.
Sizin bu husustaki gözleminizi ve devletten beklentinizi öğrenebilir
miyiz?
Devlet asgari müştereklerden yoksun, ve bu
yoksunluk tutarsızlıklara yol açıyor.
Kâğıt üzerinde bazı iddialar var elbette. Devlet kendisine "demokratik,
laik, sosyal bir hukuk devleti" diyor. Bu iyi bir formül. Şu anki durumda
iyimser olunabilecek bir nokta varsa, o da bu formüle kimsenin karşı
çıkmamasıdır. Gerçi, verili durumun bu formülün ifade ettiği ideale hiç yakın
olmadığını herkes biliyor. Ancak, siyasiler böyle bir formülü taahhüt ettikleri
sürece, onları formül yönünde zorlama olanağı var diye düşünebiliriz.
Devletin hükümet ve meclis 'kanadı'nda,
yani siyasal partilerin egemenliğindeki kesimlerinde genellikle oy yitirme
korkusu ve demagoji yönelimi ağır basıyor. Yerleşik milliyetçi söylemlerin
kolaycılığı çekici geliyor. Kürt sorununun nesnel gerçekliği ağır bastığında
ise siyasilerden gerçeğe ilişkin birkaç cümle işitiyoruz, ama hemen ardından
eski at gözlüklerine çark ettiklerini görüyoruz.
Şimdiye kadar hep böyle oldu. Devletten
uzak görüşlü ve somut bir program göremedik. Ya tehdit edildiğimizi ya da içi
boş sözlerle idarei maslahat edildiğini gördük.
Önceki genelkurmay başkanlarından biri,
yanılmıyorsam Yaşar Büyükanıt, barış konusundaki fikri sorulduğunda, silahlı
kuvvetleri kastederek "bunu bize sormayın, biz tarafız" demişti.
Sanıyorum bu sözden kastı şuydu: Çatışmalar sürerken barışa ilişkin konuşmalar
psikolojik güç kaybına neden olur.
Çatışma mantığı böyle bir şey. Burada bir
kısır döngü yatıyor. Bu kısırdöngüden çıkılabilmesi için, eylemler gibi
operasyonların da durdurulması lazım.
Devletin barış konuşmaya hazır
olabilmesinin diğer bir şartı da, yalnızca iktidar partisinin değil, diğer
siyasal partilerin de barış yönünde çaba göstermeye hazır olması gerekiyor.
Aksi halde iktidar partisi de oy kaybetmekten korktuğu için barış yönünde çaba
göstermekten çekinecektir.
"Barış" kavramı üzerinde yeterli
dikkatle durulmadığını düşünüyorum. Devletin sözcüleri ve devlete yakın düşünen
kesimler, 'savaş' kavramı gibi 'barış' kavramına da tepki gösteriyor, işin
yalnızca terör kısmından söz etmek istiyorlar, onun da yalnızca Kürt kaynaklı
bölümünden. Oysa sorunun tarihsel kökenlerinde devlet kaynaklı terörün
yattığını bugün artık herkes kabul ediyor.
Kısa erimde devletten beklentimiz, bu
barış fikrinin ve tüm kesimlere ait hakların içselleştirilmesi, devletin farklı
kesimlerini (ordu, polis, yargı, eğitim, sağlık vb.) asgari müşterekler (temel
ilkeler) çizgisine çekmesidir. Bu konularda bir netliğe ihtiyaç var.
Bu netlik hukuk alanında yeni bir anayasa
çerçevesinde tartışılmak zorunda. AKP başta olmak üzere, BDP dışındaki siyasal
partiler açık konuşmak için seçimlerin sonrasını bekler gibi bir haldeler. 'Siz
bana oy verin ben sorunları çözerim' tavrı güven uyandırıcı değil.
Kürt özgürlüğü bugün yalnızca ikidilli
eğitim dahil tüm temel hakların tanınmasından ibaret değil. Türklükle birlikte tüm
etnik varlıklara kamusal ve kültürel hayatımızın tüm alanlarında yer açılması
gerekiyor. Kalıcı barış, yani huzur, haklı taleplerin adil bir biçimde
karşılanmasıyla mümkün. Dolayısıyla, devletten beklentim, kendi etik (ahlaki)
ve hukuki sorumluluğunu üstlenmesidir.
&
Davalar diyarı[16]
Ergenekon, Susurluk, "Hayata
Dönüş", KCK, TMK mağduru çocuklar, Devrimci Karargâh, Hrant Dink, Pınar
Selek, İsmail Beşikçi, protestocular, gazeteciler, çizerler, yazarlar... Bu
siyasi dava bolluğunu yadırgamaya başlıyoruz.
Egemen Avrupa ülkelerinden birinde olsak
herhalde çoktan yadırgamış olurduk. Oralarda siyasi davalar son kırk elli yılın
çabaları sonucu bütün türleriyle adım adım seyrekleşti çünkü. Özellikle fikir
suçu kavramı neredeyse kölelik kadar arkaik bir kavram sayılır oldu. Hele bizim
buradaki gibi 'terör' adı altında fikir suçu yaratma girişimleri kolay kolay
gözlerden gizlenemiyor. Güney Amerika'daki, Afrika'daki ve kendi bölgemizdeki
benzerlerimizde bile buradaki kadar çok siyasi davaya rastlanıyor mu, sormaya
değer.
Biz son iki randevuda -hatta umarım
üçüncüsünde- paçayı kurtardığımız halde darbe ortamından çıkabilmiş değiliz.
Davaların bir bölümü zaten yeni bir darbe için ortam hazırlama suçlamasına
dayanıyor, bir bölümü ise öncekilerden kalma zihniyetlere.
Siyasi nitelikli davalarda yargı
mensuplarının siyasi zihniyeti dolaysız bir biçimde devreye girmez mi?
Savcılar, yargıçlar, avukatlar ve bakanlık görevlileri, bu davalarda hangi
temel ilkelere uymaktalar? Daha doğrusu, var mı, "hukuk devleti"
iddiasını haklı çıkaracak türden bazı yerleşik ilkeler? Eğer yoksa, yargıcılar
da herkes gibi siyasi görüş sahibi kimseler olduklarına göre, karşılarına gelen
sanıkları o görüşlerin tartısına vurmaları tehlikesi yok mudur dersiniz? Hatta,
bırakınız karşılarına gelen sanıkların yargılanmasını, bir kimsenin sanık
haline gelip gelmemesi bile adalet mensuplarının siyasal görüşlerinden
etkilenme tehlikesi altında değil midir? Adalet mensuplarının, ve elbette
onları etkileyebilecek her tür başka 'etmen'in.
Sonuçlananıyla ve sonuçlanmayanıyla verili
davalar öyle gösteriyor ki Türkiye'nin bir davalar diyarı olmasında
iddianamelerin kolaylıkla hazırlanıp kolaylıkla kabul edilmesinin de payı
vardır. Savcılar genellikle iddianame üretmek konusunda fazla girişimci,
yargıçlar da yine genellikle, savcılıktan gelen iddianameleri kabul edip davayı
açmakta fazla gönüllüdürler.
Personel sıkıntısının ayyuka çıktığı bir
devlet hizmetinde biraz tuhaf değil mi bu üretkenlik? Gerçi mevzuatın, yani
yürürlükteki yasaların, savcıları ve yargıçları dava açmaya yönelttiğinde kuşku
yok. Ve başta Anayasa olmak üzere bu yasalar hâlâ esas olarak son darbenin
artığı. Ancak, 'takdir hakkı' diye bir ilke de var...
Benim anlayabildiğim kadarıyla bu açıdan bir
yaptırım yokluğu hüküm sürmektedir. Bazı ülkelerde savcılar ve yargıçlar için
açtıkları davalarda iddianame kusuru işleme oranına bir üst sınır getirilmiş
olduğu şeklinde bir bilgi hatırlıyorum. Bunun anlamı şu:
Ceza davaları için hazırlanan iddianamelerin
belirli bir oranından fazlası yargı süreci sonunda kusurlu çıkarsa, bu hem
savcının hem de yargıcın meslek siciline olumsuz puan olarak kaydediliyor.
Kabul edilen iddianamelerin yüzde yirmisinden fazlası diyeceğim ama, emin
olmaksızın.
Sanıyorum bizim burada olmayan önlemlerden
biri budur. Şimdi 301'in izne bağlanmış olması belki bir miktar denetim
getirdi. Ancak, her an kötüye kullanılabilecek bir denetim türü bu. Ve en iyi
gazetecilerin en çok taşıdıkları sıfat gitgide daha fazla 'sanık' sıfatı olmaya
başladı. Gerçi 'maktul'den daha iyidir ama, yine de kabul edilir değildir,
ikide bir 'sanık' olmak. Üstelik maktullerimiz de hiç ender değilken ve
sanıklıktan maktullüğe geçmişken...
Buraya kadar işin daha çok nicel yanından,
yani dava çokluğundan söz etmiş oldum. Belki daha da korkuncu, zamanaşımına
uğramış ya da beraatla sonuçlanmış olanlar dahil, neredeyse hiçbir siyasi
davanın vicdanları rahat ettirecek bir biçimde yürütülmemesidir. Yukarıda
andıklarım başta olmak üzere bu davaları tek tek düşündüğümüzde durumu açıkça
görebiliyoruz:
Ergenekon davası, darbe hazırlıklarına
bulaşanların yargılandığı dava olarak sunuluyor. Esas olarak, elbette öyle.
Gelgelelim, darbe hazırlıklarını yönetenlerin yargılanmakta olanlarla tam
olarak örtüşmediği, bazıları cezasız kalırken bazılarının şimdiden fazla
cezalandırılmış olduğu, yaygın kanılar arasında.
Bazıları cezasız kalıyor, evet: Tam tamına
aynı izlenim, Susurluk yapısı ve faili meçhuller için de geçerli. Ve Mehmet
Ağar ya da Veli Küçük gibilerin 'feda' edilmesiyle geçiştirilebilecek bir
izlenim değil bu.
Devlet komünizm sorunu, Ermeni sorunu ve
Kürt sorunu gibi başa çıkamadığı tarihsel miraslar karşısında çapsızlıktan
hukuksuz işlere girişiyor. Ve Sabahattin Ali, Kemal Türkler, Uğur Mumcu, Abdi
İpekçi, Muammer Aksoy gibi 'eski' ve Hrant Dink ile yüzlerce Kürde karşı
işlenen nispeten daha yeni 'faili meçhul'ler, ve Sivas ve "Hayata
Dönüş"... hem devletin genel siciline ekleniyor, hem de devlet
mensuplarının kişisel sicillerine.
Ama bu arada, Sivas yangınından ve 'Susurluk'
gibi çetelerden sorumlu eski Başbakan Tansu Çiller, çıkınındakilerle açıkladığı
paracıklarıyla müteahhitlik yapmakla meşgul. "Hayata Dönüş"
kıyıcılığının sorumlusu Hikmet Sami Türk, fikirlerinden yararlanılmak için TV
programlarına çağrılıyor. Diğer yanda ise pek çok dava "terör"
yaftasıyla açılıyor: KCK, İsmail Beşikçi, protestocular, gazeteciler, çizerler,
yazarlar...
"Terör" yaftası başlıca üç olguyu
gizlemeye yarıyor: 1) Yargı mekanizmasının bir gözdağı verme aracına
dönüştüğünü; 2) Fikirlerin yargılandığını; 3) Şimdi ara vermiş olan gerilla
savaşını.
Yargıyı bir siyasi mücadele aracı olarak
kullanmak, siyasi hasım sayılanı bertaraf etmek için gözaltına almak,
yurttaştan çok devlet mensuplarını ve devletin faşizan çekirdeğini korumak...
Yürürlükteki
siyasi davaların pek çoğu için yaygın kanı böyle. Bu dönem, biraz daha
gayretle, tarihe adalet duygusunun en çok hiçe sayıldığı bir dönem olarak
geçebilecek.
Dolayısıyla ivedilik kazanan soru şu: Bir
siyasi davalar diyarı olmaktan nasıl kurtulacağız?
&
Kürt cenahında sürecin
biçimlenişi[17]
Kürt cenahı şu an bizim toplumun bütünü için
tarihsel bir örnek işlevi görüyor. Cenahın kendi içinde süreç birbirine zıt iki
işleyişin yer yer çatışarak birlikte yol almaya çalıştığı bir biçime büründü.
Bu iki işleyişten biri kabaca 'tabanda' sivil toplumun oluşup gelişmesi, diğeri
ise 'tepeden gelen' katı bir hiyerarşinin egemenlik iradesi olarak
tanımlanabilir.
Sivil dediğim, 'tepe'nin (=Öcalan'ın) ve
'militer' olanın (=PKK'nın) dışında kalan oluşumlardır. Yolları sık sık
kesişen, birbirlerini ne bütünüyle dışsallaştırmış, ne de içselleştirebilmiş
iki kesim söz konusu. İç içe geçmiş, aynı bir büyük genel sürecin bileşenlerini
oluşturan iki alt-süreç.
Bu ilişki çok geniş bir ara bölge üretmiş
durumda. BDP'den belediyelere ve sivil toplum örgütlerine, hatta AKP'ye oy
verenlere kadar alabildiğine çeşitli oluşumlarda ve kişiliklerde hayat bulan
bir etkileşim yürürlükte. Alabildiğine geniş bir yelpaze. Yelpazenin bir ucunu
savaş mantığı tutuyor, diğer ucunu her tür iktidarın dışında olmakla tanımlanan
halk, demokrasinin umudu olan 'demos'.
Sürecin bu yapısı elbette yeni değil; benim
gibi az çok yakından ama dışarıdan izleyenlerin yıllardır karşılaşabildiği ya
da sezebildiği bir gelişme. Şimdi özellikle Öcalan'ın son çıkışları ve HPG
sitesindeki bir yazıdan Orhan Miroğlu'na yönelen tehdit vb., bir patlak verme
görüntüsü ortaya koyuyor.
Son birkaç yıla kadar devletin ağır
baskıları nedeniyle sivil toplum oluşamıyordu. Her ne kadar Kürt özgürlük
hareketi PKK ile başlamadıysa da, önceki hareketlerde sivil bilinç düzeyi
bugünkü ölçülerde yükselebilmiş değildi. Önceki isyanların tümünde daha çok
kendiliğindenliğin ve tepkisellliğin ağır bastığı herhalde açıktır.
Bugün ise artık "demokratik"
kavramının içini doldurmakla meşgul bir halk hareketiyle karşı karşıyayız.
Yalnızca PKK etkisindeki kesimleri değil, bu etkinin dışındaki hatırı sayılır
kesimleri de kapsayan bir hareket bu. Silahlı mücadeleye gönül borcu
hissedenler de, hissetmeyenler de gerçekte aynı özgürlük talebiyle mücadeleye
baş koymuş insanlar. Baydemir ve ardından Miroğlu olayında patlak veren gerilim
türü bence bu genel çerçeve için yeterince tartışılmamış bir sorunsalın
işareti. Bu sorunsalı ortaya koyabilmek için, kendi anılarımdan bir kesit aktarmalıyım.
Yirmi yıl kadar önceydi. Eski bir yoldaşımla
karşılaşmıştım, konuşup tartışıyorduk. Devrimci ya da demokrat hareketleri
ilgilendiren bir bela olarak yakından tanık olduğumuz kariyerizmden söz
ederken, yoldaşım bu sorunun çözümü emek-değer teorisine göre hareket etmektir
dedi. Bu formülden kastı, kişilerin hareketteki yeri, o kişinin mücadelede
harcadığı toplumsal emek miktarına bağlıdır gibi bir şeydi.
Yoldaşım gerçekte hakkaniyetli bir formül
bulduğunu düşünüyordu. Sanıyorum, formülünü dile getirirken, yer paylaşma denen
şeyin bizzat kendisinin nasıl da bütün o eşitlikçi ve özgürlükçü iddialarımıza
aykırı olduğunu henüz düşünmemişti. Henüz diyorum, çünkü daha sonraki bir
karşılaşmamızda yeniden konuşurken, kazara devrim olsa iktidarın tarafında
değil, muhalefette olmamız gerekir diye fikir birliğine varmıştık...
Baydemir ve Miroğlu olaylarında, kimlere
nasıl bir saygı gösterileceği konusunu bile merkezî bir dağılıma tabi tutmak
isteyen Stalinci anlayışın izlerini görmemek olanaksız. İtibar hesapları,
atamalar, dışlamalar, tecrit etmeler vb., vb. Bütün tarihsel devrim ya da
demokrasi süreçleri bu tür vukuatla dolu. Öyle görünüyor ki Kürt özgürlüğüyle
ilgili mücadele de bu açıdan bir istisna oluşturmuyor. Etik mesele belki
meselelerin en büyüğü. Ve ne yazık ki en az üstünde durulanı.
Baydemir'in silahlı mücadele dönemi sona
ermiştir sözüne benzer cümleleri ben dahil pek çok kimse yeri geldikçe
söylemiştir. Ben buradaki "silahlı mücadele" teriminin yalnızca
gerilla mücadelesi için değil, devletin silahlı mücadelesi için de
kullanıldığını anlıyorum. Devletin otuz yıldır, hatta seksen beş yıldır seçtiği
mücadele yöntemi de sonuçta silahlı mücadeledir.
Baydemir'in dile getirdiği, benim anladığım
kadarıyla, silahlı mücadeleye iki taraflı olarak son verilmesi fikridir ve
aklın gösterdiği yoldur...
Kürtler DTK gibi çerçeveler kurup toplumsal
ihtiyaçlar konusunda kendi göbeğini kendisi kesme yolunu seçerek bu çelişkili
süreci aşmaya çalışıyor. Şimdiye kadar olan gelişmeler yerel davranma eğilimini
haklı olarak artırdı. Şu anki koşullar Kürtler için gerçek bir demokratik
atılımın zeminini yaratıyor. Ama aynı zamanda Kürt Bonapartizmine gidebilecek
Stalinist bir eğilim de kendini göstermekle meşgul. Bu ikinci eğilimin
karşısındaki en önemli güçlerden biri, sürecin cinsiyetçilik karşısında
kadınlar eliyle aldığı olağanüstü yoldur sanıyorum. Kürt kadınları sürecin en
büyük şansı.
&
Kürtçe bir 'anadil' değildir[18]
İster ayrı yazılsın ister bitişik, 'anadil'
teriminin anlamı, 'dil doğuran dil'dir. Yüz kere yazdığım üzere, anadiller, kök
dillerdir: Latince, İlk Türkçe, Ana Oğuzca, vb. Ve bu anlamda, ne Türkçe bir
anadildir, ne de Kürtçe. Türkçe, Kürtçe, İngilizce, Çince vb. her dil
anadilidir ama, her dil anadil değildir.
Son yılların güncel tartışmalarında
"anadil" denerek sözü edilen şeyin bilimsel adı, 'anadili'. Anlamı:
Her bireyin annesinden ya da anne kadar yakın her kimse ondan edindiği dil.
Dolayısıyla, şu güncel sorunumuzun adı da, "anadilde eğitim" değil, "anadilinde
eğitim"dir.
Bütün bunları neden anlatıyorum? Çoğu dil
olayı gibi bu karışıklığın da hiç masum olmadığını her geçen gün daha iyi
anladığım için.
'Dil olayı' terimi, dil kullanımında görülen
farklılaşma anlamına geliyor. Bir sesin ya da öğenin zaman içerisinde gösterdiği
farklılaşma. 'Anadili' teriminin yerine yaygın bir biçimde 'anadil' denmesi de
bir dil olayı. Ve ben bu olayın kökeninde masum bir karışıklığın değil,
tektipçi devlet politikasının yattığı kanısındayım. Amaç ise, tekdilci
politikayı daha rahat yürütebilmek için, 'anadili' terimini gözlerden gizleyip
'anadil' sözcüğüyle idare etmek. Bu amaçla bir çağrışım mekanizmasından
yararlanılıyor. Şöyle:
Türkçe bilen, ama dil terimlerini yakından
bilmeyen insanlar, "anadil" dendiğinde sözcüğü yabancılamıyorlar ve
hemen anladıklarını sanıyorlar. Çünkü "anadil"in ilk eldeki sessel
çağrışımları, 'anayol, anafikir, anayasa, anayurt, anakara' dır. Bu sözcük
dizisinin oluşturduğu anlam ise, 'başlıca, en önemli' vb.dir.
Başka bir deyişle, dilci olmayan yurttaşlar
"anadil" sözcüğünden 'ortak dil' ya da 'resmî dil' gibi bir şey
anlamaktadır. Amaçlanan da zaten buydu. Kısacası, "anadil/ anadili"
karışıklığı, asimilasyon uygulamasının bir parçası olarak iş gördü. Anadilleri
konusunda her zaman bilinçli davranan öğretmen sendikaları ile son bir iki
yıldır zahmet ya da cesaret edip konuyu gündemlerine almaya başlayan
üniversiteler, ufak ufak yayımlamaya başladıkları rapor ve broşürlerinde,
gerektiği üzere, "anadili" diyorlar.
Terimi, bilmedikleri için yanlış kullanıp
yanlış anlayanlar açısından bu olay bir yanılsamadır. Cumhuriyet boyunca bu
yanılsamayı yaratmak için çaba harcayan devletin yaptığı ile, yanılsamayı
düzeltmek için çaba harcamayan dilbilimcilerin yaptığı ise asimilasyona
katkıdan başka ne olabilir? Sözgelimi, o kötü ünlü yasa hükmü, 1983 tarihli ve
2932 no.lu yasanın 3. maddesi, "Türk vatandaşlarının anadili
Türkçedir" derken ne yapmış oluyordu?
AKDTYKTDK dahil pek çok kurumun mensupları
ortalığı aynı söylemle donatageldiler. Bugün bile yer yer donatmaya devam
ediyorlar.
Devletin ve ona bağlı kurumların Türkçe
dışındaki anadillerini silme çabası doğrudan doğruya devlet yönetimiyle ilgili,
yani siyasal bir olgudur. Bir toplum mühendisliği arzusunun, tektipçi siyasetin
sonucudur. Tektipçiler şimdi gelinen yeri tanımakta ve gördüklerine inanmakta
güçlük çekiyorlar. "Açılım"
kavramını henüz kendileri de kavrayabilmiş görünmüyorlar.
Akademik kuruluşlardan bazıları son bir iki
yıldır, "bu pedagojik bir sorundur" önermesini esas alarak işi bir
ucundan tutma cesaretini göstermeye başladı. Bakalım önümüzdeki zamanlarda
bilimle olan ilişkilerinde Galileo'yu örnek almaya devam mı edecekler, yoksa
1960'lı ve 1970'li yıllardan bu yana öğretmenlerin gösterdiği kararlılıktan
esinlenmeyi başabilecekler mi?
&
Genelkurmay'ın
faksları[19]
Türkiye Barış Meclisi'nin 25.12.2010
Cumartesi günü İstanbul'da düzenlediği "Medya ve Kürt Sorunu"
başlıklı çalıştay tarihsel önemdeydi. Toplantının geniş bir özeti 27 Aralık
tarihli Milliyet gazetesinin "Okur Temsilcisi" köşesinde yer aldı.
Çalıştayın en önemli verimlerinden biri,
katılımcılar arasındaki deneyimli medya mensuplarının yıllar boyu uygulanmış
olan baskıyı somut örnekleriyle dile getirmeleriydi. Baskı derken söz konusu
edilen yalnızca hapisteki gazeteciler ve yasalardaki 301 benzeri maddeler
değil. En az bunlar kadar önemli olmak üzere, Genelkurmay'dan gelen fakslar
yoluyla, medyanın şoven ve çatışmacı söylemlere, nefret söylemlerine âlet
olmaya zorlanmasıdır. Zorlama sonucunda medya mensubu, ya dayatılan söylemi
benimsemekte, hatta içselleştirip normal bulmaya başlamakta, ya da işinden
olmaktadır.
Editörsünüz, size bir metin geliyor, metinde
tam 27 kez Abdullah Öcalan yerine "bebek katili" sözü geçiyor. Sözün
içerdiği nefret dozunu bir yana bıraksanız bile, habercilik tekniği açısından
da kabul edilebilir bir hali yok. Metni ayıklayıp yayımlıyorsunuz ve kendinizi
kapının dışında buluyorsunuz.
Muhabirsiniz, ilettiğiniz haber
yayımlanmıyor ya da tanınmayacak bir hâle sokularak yayımlanıyor.
Habercisiniz, canlı bir haber yapıyorsunuz,
yöneticinin kulağınızdaki minik mikrofondan size ulaşan sesi durmadan
"hadi artık 'terörist' de" diye sıkıştırıyor sizi. "Terörist,
hain, bebek katili, sözde..." Bunlarsız haber yapılmayacak. Uluslararası
literatürde "çatışma dili" ve "nefret söylemi" denen şey
tam da bu işte. Aynı zamanda savaş mantığının belirtileri demeliyim: Sonuçta
savaş, hangi yoğunlukta olursa olsun, psikolojik yanı olan bir şey...
Medyanın üzerindeki baskıların diğer
türlerinden az çok söz ediliyor da, bu fakslı türünü ortaya koymak çok daha
zor. Bazı medya mensupları zaten Genelkurmay'ı aratmıyor (bkz. Ragıp Duran'ın Apoletli Medya adlı kitabı).
Açılan davaları, görülen duruşmaları, isteseniz de saklayamazsınız ama, gelen
fakslar, edilen telefonlar herhalde genellikle örtülü kalıyordur. Kolektif bir
biçimde ortaya konulduğuna pek fazla rastlanmadı şimdiye kadar. Belki de ilk
kez bu çalıştayda art arda dile getirildi. Tarihsel deyişimin nedeni bu.
*
Çalıştayın katılımcılarından Prof. Yasemin
İnceoğlu, dünyada sorumlu gazetecilerin çözüme odaklı "barış
gazeteciliği"ni geliştirme yönündeki çabalarından söz etti. İktidarlara
ait ideolojik yapının medyada nasıl yeniden üretildiğine dikkat çekti. Yayılan
korku ve belirsizliğin, halkı birbirine nasıl yabancılaştırdığını anlattı.
Bu
yabancılaşma meselesi açısından, Prof. Ahmet Özer de çarpıcı bazı araştırma
bilgileri verdi:
Araştırmada "Kürtler ülkeyi bölmek
istiyor mu?" sorusuna ülkenin doğusunda verilen yanıtlar, batısında
verilen yanıtlara taban tabana zıt çıkmıştı: Katılanların doğuda yaklaşık
%80'i, "Hayır, Kürtler bölünme istemiyor" demiş, batıda ise yine
yaklaşık %80'i, "Evet, Kürtler ülkeyi bölmek istiyor". Olgu ile
algının farklılaşması diyor Prof. Özer. Soru aynı, olgu aynı, algılar taban tabana
zıt.
Konuşmacılar medyanın kışkırtma işinde de
kullanılabildiğine dikkat çektiler ve buna 6-7 Eylül 1955 başta olmak üzere
ibretlik örnekler verdiler.
İyi haber, son dönemlerde medyayı etik
açıdan izlemek konusunda yapılmaya başlanan çalışmalardı. Bu çalışmalar ve
ürünleri için bakılabilecek internet siteleri:
*
Televizyonlarda Kürt sorunu tartışılırken
askeriyenin "yenildi"ğini söyleyenler oluyor. Bu sözde temel bir
mantık hatası var. Askeriye ancak askerlik alanına ait bir sorunun çözümünde
yener ya da yenilir. Kürt sorunu ise, esas itibariyle askerlik alanına ait bir
sorun değil. İşin en trajik yanlarından biri aslında bu: Askerlik alanına ait
olmayan bir sorunun, yirmi beş yıldır o alana terk edilmiş olması. Yani kırk
bin insanımız gerçekte anakronik (zamanını şaşırmış) bir çatışmanın kurbanı.
*
Ben bunları yazarken günlerden çarşamba ve
televizyon, MGK'nın bu yılın son toplantısını yaptığını, başlıca gündem
maddesinin ise özerklik ve ikidillilik tartışmaları olduğunu haber veriyor. MGK
gündemi, anakronizmin devam ettiğini açıkça gösteriyor.
*
Genelkurmay durup durup öyle açıklamalar
yapıyor ve AKP öylesine çark ediyor ki, iyi niyetli insanlar her seferinde bu
işin içinde bir iş mi var, dış güçlerin saldırısı altında mıyız, bir dış komplo
mu söz konusu gibi kuşkulara düşebiliyor. Öyle ya, sakin bir dille, ey
yurttaşlar bu özerkliği öyle değil de şöyle yapalım demek varken esip gürlemek
neyin nesidir?
BDP, Türkçenin resmî ve ortak dil olmasına
itiraz etmediklerini yüzlerce kez yineledi. Genelkurmay ya da Başbakan, BDP'nin
bu ısrarını fark etmemiş olamaz. Yine de sanki bu noktada sorun varmış gibi
konuşuyorlar.
Devlet, 'Kürt' ve 'Kürtçe' sözcüklerini bir
gerçekliğin adı olarak telaffuz etmekte çok gecikti ve bu gecikmenin bedeli
ağır oldu. Şimdi de bir başka gerçekliğin adı olan 'Kürdistan' sözcüğü telaffuz
edilmiyor, resmiyet kazanmış olduğu Irak için bile. Tıpkı eskiden Kürt dememek
için "kuzey Irak'taki etnik gruplar" dendiği gibi, dolaylı
formüllerle idare edilmeye çalışılıyor. Bunlar iyi bir duygu uyandıran
uygulamalar değil. Diktatoryal rejimleri çağrıştıran uygulamalar.
[1]
5.8.2010 tarihli Radikal
[2]
Bu kısa pargrafta betimlediğim durum yıllarca devam etti, hâlâ devam ediyor
–Kasım 2014.
[3]
Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe
Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kit., 1993.
[4]
12.8.2010 tarihli Radikal
[5]
19.8.2010 tarihli Radikal
[6]
2.9.2010 tarihli Radikal.
[7]
9.9.2010 tarihli Radikal
[8]
16.9.2010 tarihli Radikal
[9]
3.10.2010 tarihli Radikal İki.
[10]
17.10.2010 tarihli Radikal İki.
[11]
Bkz. Tekin, Talat ve Ölmez, Mehmet, Türk
Dilleri, Simurg Yay., İst., 1999.
[12]
24.10.2010 tarihli Radikal İki.
[13]
Bkz. 17.6.2010 tarihli Radikal yazım.
[14]
7.11.2010 tarihli Radikal İki. En sondaki yeşil cümle atılmış.
[15]
26.11.2010 tarihli Yeni Özgür Politika.
[16]
28.11.2010 tarihli Radikal İki.
[17]
12.12.2010 tarihli Radikal İki.
[18]
19.12.2010 tarihli Radikal İki.
[19]2.1.2011
tarihli Radikal İki.