Açlık grevleri üstüne

2012 Açlık grevleri üstüne
Serpil İlgün’ün sorularına yanıtlar[15]


Hem cezaevinde hem de cezaevi dışında açlık grevini tecrübe etmiş biri olarak size soralım, bir eylem biçimi olarak açlık grevine neden başvurulur?

   Açlık grevi, insanın başka hiçbir çaresi kalmadığında başvurduğu bir eylem biçimi. Yolun sonuna geldiğinizi hissettiğiniz, diğer bütün imkânları kullanmış, tüketmiş olduğunuzu hissettiğiniz anda başvurduğunuz bir şey. Çünkü bedeninizle başbaşasınız ve başka hiçbir yolunuz yok sözünüzü duyurmak için. Bir de tabii, bedeninizden başka çarenizin olmadığı anı sadece cezaevleri için düşünmemek lazım. Kamuoyunun duyarsızlığı da en az dört duvar içinde olmak kadar vahim bir durum.

Bu duyarsızlığı neye bağlıyorsunuz?
   Kürt sorununda kamuoyunun genelinde bir duyarsızlık var, fakat tersine şartlandırılmışlık olarak düşünüyorum bunu.

Tersine şartlandırılmışlık ne demek?

   Yani, devletin yerleşik, Kürtleri yok sayma, Kürtleri ikide bir isyan eden, medeniyete sığmaz insanlar olarak algılatan bir politikası var. Bunun üzerine “bebek katili”, “terörist” söylemlerini de ekleyin. Bu politika, insanları müthiş şartlandırmış durumda. Yıllarca, “Kürtler eline silah alır, adam öldürür, her türlü kötülüğü yapabilir” diye söylenince, “ha aç kalmış, ha ölmüş” diye bakılabiliyor. O arada her türlü ölçü ortadan kalkıyor çünkü.

Çok ciddi bir eşiğe gelmiş olmasına karşın, sermaye medyasında dolayısıyla hükümet cephesinde grevler adeta yok hükmünde. Bunun nedeni talepler mi?

   Bunun da etkisi var, çünkü şuna çok alıştık: Cezaevinde açlık grevi yapılıyorsa, oradaki koşullara karşıdır. Bu kafamıza çok yazılmış. Oysa Kürt hareketinin çeşitli mücadele biçimleri diye bakınca, burada başka bir yöntem, bir mücadele biçimi görüyorsunuz ve bu mücadele biçimi diğerleriyle bütün bir yelpaze oluşturuyor. Bir de cezaevi dediğimiz yerde, sayıları 10 binle ifade edilen Kürt mahpustan söz ediyoruz. Hepsi doğrudan PKK ya da BDP üyesi olmasa bile mücadelenin yakından ya da uzaktan destekçisi olan insanlar. Dolayısıyla açlık grevlerini, büyük mücadelenin bir parçası olarak görüp öyle değerlendirmek lazım.

Şu soru da sık soruluyor: Açlık grevi dışındaki yollar tükendi mi?

   Kürtler, Kürt olma özgürlüğünü savunmak için çok çeşitli yollara başvurdular şimdiye kadar. Evet, silahlı mücadele yoluna girdikleri için çok suçlanıyorlar. Ama öbür yandan parlamento yolunu kullandılar, belediyeleri kullandılar. Ama işte sonuç, seçilmişler dâhil binlerce insan şu an cezaevinde. Bence açlık grevleri, bütün o yolların yetmediği bir yerde kullanmaya başladıkları yeni bir mücadele biçimi. Yani mesele yalnızca cezaevindekiler meselesi değil. Mesele, Kürtlerin mücadelelerinde şimdiye kadar başvurulmamış bir yola başvurmaları.
   Evet, anadilinde eğitim için mahpusta grev yapmak çok anlaşılır gelmiyor ilk anda. Ama şunu unutmayalım, anadilinde eğitim, Kürt olma özgürlüğünün merkezinde duran bir talep. Aslında hükümet anadil konusundaki tutumundan geri adımlar atmaya başlıyor. Mecburen tanıyacaklar anadilinde eğitim hakkını, tanımak zorundalar.

“Geri adımlar atmaya başlıyor”u neye dayanarak söylüyorsunuz? Zira Başbakan örneğin “anadilinde eğitim söz konusu bile olamaz” diyor.

   Çünkü Kürtler bu konuda son derece kararlı. Kürt özgürlük mücadelesinin, belirli bir yere kadar zafer kazandığını hakikaten söylemeli ve buna da saygı duyulmalı. Kürtlerin var olduğunu kabul ettirdi. Kültürünü inşa ediyor, canlandırıyor, yaşatıyor. Tabii devleti korkutan bir şey bu. En temel ve en müthiş olan şey şu: Kürtlerin özgürlük mücadelesini, var oluşlarını niçin reddedesiniz? Bunun hiçbir gerekçesi yok.

Gerekçesi yok ama çok kritik bir eşiğe gelinmesine karşın AKP açlık grevlerini  sona erdirmek için hala adım atmıyor…

   Hükümet “biz bunun altına imza atıyoruz” demeyebilir çeşitli nedenlerle. Bir tanesi, hükümetler bu tür basınçlara -bir baskı grubunun talebidir sonuç olarak- pabuç bırakmış gibi görünmek istemezler. Yarın bir başka grup çıkar, onlar da manasız bir şey ister mantığıyla. İkincisi, el altından bir şey söyleyebilirler. Ancak durum çok acil. Bir an önce çözmeleri gerekiyor çünkü insanlar hakikaten kalıcı hasar görmeye başladılar.

“Basınç artıyor” derken seçimleri de mi kast ediyorsunuz?

   Tam değil. Özellikle bölgeyi İran’ı, Suriye’yi, Irak’ı düşündüğünüz vakit basıncın artmakta olduğundan kuşku yok. Seçimler meselesi AKP’nin tadını kaçırıyordur, çünkü seçimlere çok radikal bir şey yaparak çıkmak istemez. Kapıda anayasa meselesi var. Bütün bunları bir şekilde sürüncemede bırakmaya, çok batırmayarak çok da çıkarmayarak yürütmeye çalışacaktır. İşi yalnızca seçimlere endekslediğiniz vakit köklü bir adım mümkün görünmüyor. O da muhtemelen işlerine geliyor.

Adalet Bakanı, açlık grevlerine müdahale seçeneğini masada tuttu. “Hayata Dönüş” operasyonlarının izleri orta yerde duruyorken müdahalenin sonuçları ne olur?

   Müdahale etmenin çok tatsız gelişmelere yol açacağını düşünüyorum ve korkarım
“Hayata Dönüş”e benzeyecek manzaralar görme tehlikesi var. Çünkü kararlı insanlarla karşı karşıyayız. Öbür yandan, fiziksel olarak çok zayıflamış insanlarla karşı karşıyayız. Dolayısıyla hükümete bu yola girilmemesini tavsiye ediyorum. Tarih önünde büyük sorumluluk alırlar. Herhangi bir zor kullanımı tahmin edilemeyecek kötü sonuçlara yol açabilir. Diyalog, en iyi çözüm yolu. Genel olarak Kürt sorununda olduğu gibi, cezaevlerindeki arkadaşlarla da diyalog kurulması ve taleplerin karşılanması bence en iyi çözüm yoludur.

Katıldığınız ilk açlık grevi neyle ilgiliydi?

   İlk açlık grevim Fransa’dadır. 1972’de Denizlerin idamlarını engellemek amacıyla gerçekleştirmiştik. Fransa’daki öğrenciliğimin ilk yıllarıydı. Türkiye Başbakanı Nihat Erim, Fransa’ya resmî ziyarete gelecekti. Biz Türkiyeli Öğrenciler Birliği olarak karar verdik, sesimizi duyuracak bir şey yapacaktık. ‘72 yılı öyle bir yıl ki, ‘68’in üzerinden üç yıl geçmiş ve müthiş bir özgürlük ortamı var. Yani konuşmak hiç dert değil.

Konuşmanın hiç dert olmadığı bir ortamda açlık grevi yapmanız eleştirilmiş  miydi?

   Fransa’da bizi eleştirmediler çünkü davamıza çok saygı duydular. Sadece açlık grevi değil, binlerce imza da toplamıştık Türkiye’deki idamlara karşı. Gazeteler de bayağı yer veriyordu. Açlık grevimiz bir hafta sürdü. Tecrübesiz olduğumuz için su bile içilmediğini sanıyorduk. O nedenle daha 48 saat geçmeden yerimizden zor kalkmaya başlamıştık. Doktor gelip de bize günde en az üç litre su, bir çimdik tuz, iki adet kesme şekeri almamız gerektiğini söyleyince öğrendik. Bunlar sizin bir haftada ölmenizi engelliyor. Çünkü su bile içmezseniz 7 gün ila 9 gün arasında ölüyorsunuz. Sonuçta Nihat Erim, şöyle bir cümle kurdu: “Geri alınmaz adımlar atmayacağız.” Bu çok iyi bir laftı. Umutlanmıştık, ama maalesef Denizleri kurtaramadık.
   Diğer üç açlık grevim de 12 Eylül sürecinde, Mamak Cezaevi’ndedir. Mamak demek dayak işkence ve aklınıza gelemeyecek bir sürü şey demek. 84 yılının şubat
ayında 40 gün süren bir grev oldu. Bütün Mamak greve gitti. Fransa’daki grevin çok yararı olmuştu. Arkadaşlara üç litre su, şeker, tuz işini anlattım. Gelgelelim cezaevi yönetimi her tür yiyeceği alıp götürürken tuzumuza ve şekerimize de el koydu. Gerçi o formülle de uzun bir grev hasar bırakıyor. Fakat hiç değilse belli bir süreye kadar kurtarabiliyorsunuz. 40 günün sonunda hepimizde kalıcı hasar oldu ama ölümcül değil. Sindirim sistemimiz berbat oldu, böbreklerimiz zayıfladı, hâlâ öyledir hepimizin.

Talepler sorunun çözümü için Kürtlerin diyalog seçeneğinde ısrar ettikleri anlamına da geliyor aslında, ne dersiniz?

   Diyalog talebi olduğu çok açık. Taleplerden birincisine bakalım. Kamuoyunda insaf sahibi herkes Öcalan’ın 1.5 yıldır avukatlarıyla ve diğer görüşçüleriyle görüştürülmemesine karşı çıkıyor. Hangi tutuklu olursa olsun, bu durum insan haklarına aykırı. Bu açıdan cezaevindekilerin diğer bir mahpusla dayanışma içine girmeleri son derece mantıklı. Şu an cezaevinde olsam ben de bu greve katılırdım. Dayanışma için katılırdım. İkincisi anadilinde eğitim, zaten hep savunduğumuz bir şey. Mahkemelerdeki savunmaları da onları doğrudan ilgilendiriyor çünkü zaten hepsi yargılanan insanlar. Her üç talep de benim şahsen altına imza attığım talepler.[16]

29 Ekim Cumhuriyet Bayramı, Ankara’da yapılmak istenen mitingin yasaklanması
 nedeniyle, CHP ile AKP arasında yine restleşme nedeni. Neredeyse her resmî  bayramda tekrarlanan bu çatışmayı nasıl yorumluyorsunuz?

   Cumhuriyetle yönetilmenin ne olduğunu muhtemelen ne Kemalistler ne de karşı
taraf düşünüyor. Şunun için öyle diyorum; cumhuriyet devlet yönetiminin seçimle gelmesi demek. Bu kadar basit. Demokrasi kadar karışık bir kavram değil! Tabii demokrasiden ayrılmaması gereken bir kavram. Türkiye’de cumhuriyet kaç kere kesintiye uğradı? 27 Mayıs’ta bir, 12 Mart’ta iki, 12 Eylül’de üç. Yani üç kez seçimle gelenler alaşağı edildi mi, edildi. 28 Şubat’a ister buçuk, ister yarım, ne derseniz deyin sonuçta dört ya da üç buçuk kere bu cumhuriyet ortadan kaldırıldı. Yerine seçilmemiş yöneticiler geldi. Şimdi bu sayın Kemalistler madem çok cumhuriyetçiler, bu üç buçuk sefer ne yaptılar? 27 Mayıs’a tapındılar. Diğer darbelerde, örneğin partilerinin kapatılması bile onları cumhuriyet konusunda tavır almaya sevk etmedi. Şimdi kalkıp, 29 Ekimlerde cumhuriyeti savunuyor gibi davranmaları ikiyüzlülüğün
daniskasıdır. Savundukları cumhuriyet, militarist bir kast anlayışıdır.
   AKP’ye gelince, neyi savunduklarını bilmek gerçekten çok zor. 2023 perspektiflerini bilmek zor. Modern bir demokrasiyi hedeflediklerine dair rahatlatıcı işaretler şahsen ben görmüyorum. Bazen ona uygun davranıyorlar fakat çoğu zaman ince ve bana sinsice gelen adımlar atıyorlar. Kamuoyunun hafızasızlığına gayet güzel güveniyorlar. Toplum olarak her zaman o kadar hayati meselelerimiz var ki, geride bıraktığımız şeyi mesele yapamıyoruz.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder