Dildeki ırkçılık ve ayrımcılık

[1]
  
   Başka pek çok eğilim gibi ırkçı ve ayrımcı ideolojiler de dilde yuvalanıyor; deyimler, küfürler, kalıplaşmış benzetmeler biçiminde.
   Dünyada bunlardan içermeyen bir dil bulunabileceğini sanmıyorum. Gelgelelim, bir soruşturma yapılsa çoğu kişi kendi dilinde böyle sözlerin bulunmadığını öne sürecektir. Örnek verseniz, bu kez bu sözlerin ırkçı ya da ayrımcı bir kasıtla kullanılmadığını söyleyecektir. Bazen doğrudur da bu söylenen; bunların bir bölümü deyimleşmiş sözlerdir, dolayısıyla kasıtları söylediklerinin ötesindedir. Ne var ki, cehenneme giden yol da iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir. Üstelik bu tür sözler ne kadar deyimleşirse deyimleşsin, çoğu açık adlandırmalarla yapılmıştır, asılları astarları meydandadır.
   Almanya'da yaşayan Mesut Hastürk, Almancada Türkleri hedef alan ırkçı sözleri derleyip yollamış. İşte Hastürk'ün mektubundaki listeden bir bölüm:

"'Einen Türken Bauen':
Sahtesini yapmak. Aslına benzerini yapmak, kopye etmek anlamlarında kullanılır. Bu deyimin nerden geldiği konusunda bir çok iddia var, ancak en yaygın olanlardan biri, 1895 senesinde Kayzer Wilhelm Kanalı’nın açılış törenine katılan Osmanlı gemisi limana yaklaşırken karşılama bandosu onların marşını ve notasını bulamaz ya da bilmemektedir ve uydurma bir biçimde 'Ey güzel ay öyle nazlı gidiyorsun' anlamında bir parça çalar.(...)

'Kümmeltürke':
Hall kenti civarında yaşayan talebeler için kullanılan bir değersiz kılma sıfatı. Halle civarında çok sayıda Kümmel (Kimyon ve Çimen, Çöreotu  anlamında) tarlası vardır. O bölgeden öğrenciler yanlarında bu ottan getirdiklerinden onlara hakaret ya da aşağılama anlamında Kümmeltürke denmiştir. Türkler ile çöreotu arasında bir ilgi de kuruluyor anlam bakımından. Kaba herif anlamına geliyor aynı zamanda.

'Hekmek':
Savaş esiri olarak Almanya’da bulunan türklerin 'ekmek' demelerinden ileri geliyor. Alman bekçiler ve gardiyanlar 'mach kein Hekmek' deyimini kullanıyorlar. Yine 'kes sesini?' içeren bir buyruk olarak algılanmalı.

'Türk oder Sultan':
Köpek adı. Özellikle ısırıcı ve tehlikeli köpekler için kullanılıyor.

'Türkenblut': Koyukırmızı şarap.

'Türkenmäßig':
Dar alanda şiddetli kavga yaparak, cenk ederek, kavga çıkartarak.

'Türkenstecher':
Birini ölüm ya da öldürücü darbe ile tehdit eden.

'Getürkt':
Sahtesini yapmak. Gerçeğe benzerini yapmak, aldatmak. Bu deyim 1769 yılında Avusturyalı buluşçu Wolfgang von Kempelen (1734-1804) tarafından yapılan bir satranç otamatından geliyor. Otamata yapılan figür bir türk şeklinde temsil edilmiş ve bu yapay figür ünlü satranç oyuncuları ile makine olarak oyunlar oyanmıştır. Elbette bu figüre yenilenler makineye dünya çapında ün kazandırmışlardır. Gizli bölmede aslında canlı oyuncu kullanılan makinedeki bu aldatma prensibi de Wolfgang’ın türk figüründen dolayı aynı anlama gelmek üzere türkleştirmek aldatmak anlamında kullanılmaya başlanmış.
(...)

'Türkensattel': Kafatasıkemiği

'Etwas türken':
Getürkt’te olduğu gibi düzmecesini yapmak, kandırmak, sahtesi anlamlarında kullanılmakta. Grimm’de 'ele geçirilmiş düşmana saldırı gösterisi yapmak, cenk gösterisi yapmak' anlamında verilmiş.

'Einen türken stellen':
Yukardaki anlama gelecek şekilde daha sonra çıkmış bir deyim.

'Türkenfurcht': Türk korkusu.

'Türkenfeindbild': Düşman türk imgesi/resmi.
(...)

'Du Türke':
Küfür olarak kullanılır. Çoğunlukla okullarda rastlanan ve alman öğrencilerin öfkelendikleri zaman arkadaşlarına küfür olarak söyledikleri söz.

'Türkenmischling':
Kırmatürk! Türk kırması anlamında, anne ya da babası türk olan alman çocuk anlamında bir değersizlik anlatımı. Küfür."

   Mesut Hastürk'ün listesi bu minval üzere uzayıp gidiyor. İrkiltici, değil mi? Bu sözleri bütün Almanların kullandığını sanmıyorum. Yine de, bizim toplumumuzda şu tür sözlerin nasıl bir rahatlıkla kullanıldığını düşününce, irkiltisi artıyor insanın:
   "Ne Arabın yüzü ne Şam'ın şekeri; Çingene çalar Kürt oynar; alavere dalavere Kürt Memet nöbete; Ermeni dölü; sütü bozuk; Çingenelik etmek; gâvur..."
   Dildeki diğer ayrımcılık türlerine gelince, bir iyi haberle yetineyim: Sakatlara karşı ayrımcılık konusunda gözümüzü açacak yepyeni bir kaynak var artık elimizde: Nazmiye Güçlü'nün Araba Aldım Kadın Oldum adlı kitabı (Nokta Kitap Yay.). Dünyanın her yerinde okunacak bence bu kitap.


&

Diyarbakır ve dönemeç[2]


   Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi yine insanın gözünü arkada bırakan edebiyat günleri düzenlemişti. Benim konuşmacı olarak katıldığım söyleşideki gibi konu "Dilimiz, Dillerimiz ve Edebiyat" olunca tartışmalarda sona gelinemeyeceği bellidir. Ama hangi noktalarda odaklanılacağını kestirmek de her zaman kolay değil. Bu yazıda, söyleşideki başlıca tartışma konularını belirtmeye, biraz da yorumlamaya çalışacağım. Başlıktaki "dönemeç" sözcüğü bu yoruma dahil.
   Bugünlerde "dönemeç" dediğinizde çoğu kişinin aklı Avrupa Birliği'nin alacağı "üyelik müzakereleri" kararına gidiyor ama benim kastım o değil. Toplumumuzun iç gerçeklikleri açısından bugünlerde belirleyici önemde olan "kriterler" şu soruların çevresinde biçimleniyor: Eğitimin içeriği etnosentrik ve çatışmacı olmaktan çıkıp demokratikleşecek mi? Komşu halklarla ilgili söylem, düşmanlıkların geride bırakılması hedefine göre yeniden oluşturulacak mı? Kürtçe başta olmak üzere ülkemizdeki tüm anadilleri hem öğretim dili olarak hem de öğretim konusu olarak gereken yeri alacak mı? Yargısı, yasaması ve yönetimiyle devlet, eğitimcisi, yazar çizeri, iletişimcisi ile Türk aydınlarının çoğunluğu, devekuşu konumunu terk edecek mi? İlk adımda, Eğitim-Sen'e açılan kapatma davası "aklanmayla" sonuçlanacak mı?
   Bunlar, yurttaşların rızası açısından, sözcüğün tam anlamıyla yaşamsal "kriterler" gibi geliyor bana. Toplumun tüm kesimlerinin rızasına dayanmayan hiçbir "strateji" uzun erimde ayakta kalamıyor. Komşu komşunun yüzüne rahatlıkla, dostça bakabiliyor mu sorusu belirleyici önemde. Ateş düştüğü yeri yaktığından, ilk adımları mağdur tarafın atması herhalde kaçınılmazdır; ancak, komşular imdada yetişmeyip iş bencilliğe döküldüğünde bir cehennem manzarası çıkıyor ortaya.
   Sözünü ettiğim söyleşide konuşmacı olarak Zaza şair Mehmet Çetin ile ben vardık. Benim Kürtçe merkezli bir sunuş yapmam, Mehmet Çetin'in ise yine "Kürdi diller" merkezli bir sunuş yapmakla birlikte o arada Türkçenin Avrupa'da anadili olarak uğradığı haksızlığa da değinmesi, bana göre, komşuların birbirini gözetmesi ilkesine örnekti. Önceden planlanmış olmadığı için bana daha da iyi geldi bu dayanışma duygusu. Sunuşları izleyen söyleşide ortaya çıktığı üzere, salondaki büyük çoğunluğun duygusu da bu yöndeydi. Yalnızca, orada Türkçenin herhangi bir mağduriyetinden söz edilmesine itiraz eden iki kişi oldu: Kürtçe edebiyat alanında derinleşilmesi beklentileri nedeniyle düş kırıklığına uğramışlardı onlar.
   Bu itiraz bana geçen yıl Diyarbakır'da Eğitim-Sen tarafından düzenlenmiş olan "Anadilinde Eğitim" başlıklı sempozyumda konuşmaların yarım gün Türkçe, yarım gün de Kürtçe yapılmasına öfkelenen, tüm konuşmaların Kürtçe olması gerektiğini savunan bir dinleyiciyi anımsattı. Salondaki büyük çoğunluktan farklı düşünen bir dinleyiciydi o da. Anladığım kadarıyla, yıllar süren Türkçe dayatması Kürt yurttaşlardan bazılarında Türkçeye karşı bütünsel bir tepkiye dönüşmüş durumda. Kürtler içinde azınlıkta olan bir kesim, Kürtlerin Türkçe konuşmasına ve Türkçeyle ilgilenmesine karşı çıkıyor.
   Söyleşide de söylediğim üzere ben bu tepkiyi, dayatılmış olanın reddi olarak yorumluyorum. Anadilleri bütünüyle özgür bir konuma ulaşıncaya kadar, bu tür tepkileri ırkçı ya da milliyetçi olarak nitelemenin doğru olmayacağı düşüncesindeyim. Burada bir direnme yönteminin yattığını görmek gerekiyor. Bu direnme yöntemini doğru bulmayabiliriz, ama ırkçı ya da milliyetçi bulunmasına katılmıyorum. Ne zaman ki Kürtçenin üstündeki baskılar bütünüyle sona erer, o zaman bu tür tepkiler sürecek olursa adını Türkçe düşmanlığı, ırkçılık ya da Kürt milliyetçiliği koyma zemini doğmuş olur. İçinde bulunduğumuz koşullarda ise, dayatılan dili konuşmayı reddetmenin, bir tür sivil itaatsizlik yöntemi olarak, silaha sarılmaktan daha iyi bir yöntem olup olmadığı düşünülmelidir bence.
   Dil edebiyatın belirleyici boyutlarından biri olduğu gibi, edebiyat da dili belirliyor. Kürtçenin son yıllarda bir tektonik olayı gibi sıkıştırılmış bir kütleyken çatırtılar içinde yüze çıkması, yazılı edebiyatla birlikte oldu. Şiirler, öyküler, romanlar yayımlandı. Kişisel olarak zihnimde "tarihsel tektonik" kavramının doğmasında, art arda (Türkçe çevirisinden) okuduğum Mehmed Uzun romanları büyük rol oynadı.
   Kendi içinde kaçınılmaz sorunlar barındırmakla birlikte, geri dönülmez bir dinamik bu. Sorunların başlıcaları, yasaklar nedeniyle Kürtçe okuma yazma oranının halen çok düşük, şive ve lehçeler arası farklılıkların ise büyük olması. Bunun yanında, sözlükler yapıldı, çeviriler de içinde olmak üzere yayın sayısı arttı. Ortalık aydınlandıkça sorunlar da daha çok ele alınabiliyor. Yazının girişinde saydığım "kriterler" başta olmak üzere temelde yatan antidemokratik engellerin ortadan kaldırılması istenci ise en ön planda. Bijî aştî.


&

Dikkatsizlikler[3]


*
anadili/ ortak dil

   Yılların tekçi politikaları yüzünden, anadili Türkçe olanlarımızdan çoğunun söylemine bir dışlayıcılık yerleşti. Dilsel dışlayıcılık. Tekçi söylemin tipik göstergelerinden biri "soydaşlarımız"sa, ikincisi de "anadilimiz". Nedense, "anadili=Türkçe" formülünü tüm toplum düzeyinde kullanmanın sakıncaları konusunda bir türlü uyanamıyor insanlar. Devletin en yetkili kişilerinin yurttaş yerine soydaş demeleri gibi, dil alanının yetkilileri de ortak dilimiz yerine anadili demekte ayak diriyor.
   Anadilimiz dediğiniz zaman bundan Türkçenin anlaşılması için, bağlamın yalnızca anadili Türkçe olan kimseleri kapsaması gerekir. Böyle değil de toplumumuzun bütününü söz konusu ediyorsak, "anadilimiz" sözcüğünü tekil kullanmak bilimsel bir hata yapmak anlamına gelir.
   Çok yaygın olan bu hatanın son örneklerden biri, AKDTYKTDK Başkanı Şükrü Halûk Akalın'ın Ali Püsküllüoğlu'na yazdığı "Basın Açıklaması". Bu açıklamada Püsküllüoğlu'na 7.2.2005 tarihli Milliyet gazetesindeki bir yazısıyla ilgili olarak teşekkür var. AKDTYKTDK'nın internet sitesinde yayımlanan açıklamadaki teşekkür şöyle gerekçelendirilmiş:

   "Ana dilimiz Türkçe ile ilgili konuları gündeme getirdiğiniz için..."

   Bu metin kamuya açık olmayıp iki kişi arasında kalacak olsa elbette itiraz götürecek bir yanı olmazdı. Anadili Türkçe olan iki ya da daha çok kimse arasında böyle bir söylemden daha doğalı olamaz.
   Gelgelelim, söz konusu olan bir açık mektupsa ve yazarı bir devlet kurumunun başkanıysa işler bütünüyle değişiyor. Bu konumdaki bir kimse "biz" adılını hangi içerikle kullandığına dikkat etmek zorunda. Böyle kimseler "biz" dediğinde, özel sıfatlarla özel bağlamlar dışında, bunun tüm yurttaşları kapsaması beklenir. Söz konusu açıklama için ise herhangi bir özel bağlam yok, yine de yalnızca anadili Türkçe olanları kapsayan bir söylem kullanılmış. 
   Anadili kavramının bir çekiciliği var sanıyorum: Bilimsel açıdan "ortak dilimiz" demenin doğru olacağı bağlamlar gibi, "dilimiz" ya da "Türkçe" demenin yeterli olacağı bağlamlarda da "anadilimiz" deme gereği duyuluyor. Unutulan nokta şu ki, aynı çekicilik, anadili Türkçe olmayanlar için de geçerli.

*
antisemitizm/ siyonizm//
ırkçılık/ milliyetçilik

   Birikim dergisinin Ekim 2004 sayısında başlayan bir tartışma sürüyor: Antisemitizm ile siyonizm bir madalyonun iki yüzü müdür?
   Kavramlara yeterince dikkat edilmeden tartışıldığında böyle simetrilerin kurulması kaçınılmazdır belki de. Akla kolay geliyor çünkü. Oysa antisemitizm, benim bildiğim, Yahudilere karşı sürüp giden tarihsel ırkçılığın adıdır. Siyonizm ise yine sürüp giden tarihsel bir olgunun, Yahudi milliyetçiliğinin adı. Bu ikisini bir madalyonun iki yüzü olarak gösterdiğinizde, ırkçılık ile milliyetçiliği bir madalyonun iki yüzü olarak göstermiş oluyorsunuz. Çünkü, bir kez daha söyleyeyim, "antisemitizm" kavramı, tıpkı "apartheid" gibi, özgül bir ırkçılık olgusunu, "siyonizm" kavramı ise özgül bir milliyetçilik olgusunu adlandırıyor.
   H. Bahadır Türk'ün şu sözüne katılıyorum: "Her türden milliyetçilik gibi siyonizm de her zaman ırkçı temayüllere sahip olabilir" (26.12.2004 tarihli Radikal İki). H. Bahadır Türk'ün aynı yazıda daha pek çok kimse gibi dikkat etmediği nokta ise, antisemitizmin bir ırkçılık olasılığı değil, bütün durumlarda ırkçılığın ta kendisi olduğu, bir milliyetçilik türü olan siyonizmden de bu noktada ayrıldığıdır.


&

Dildeki şovenizm[4]


   Önce "ırk", "ırkçılık" ve "şovenizm" kavramlarına, sonra da şovenizmin dildeki görünümlerine değineceğim.
   Irk sözcüğü, ırkçı ideolojiyle aynı zamanda olmak üzere kapitalist emperyalizmle birlikte, 16. yüzyıl başlarında doğuyor. Irkçılık, sömürgeci egemenliğin başlıca siyasal ideolojilerinden. Osmanlı İmparatorluğu gibi klasik imparatorluklardakinden farklı olarak, net ve keskin hatlarla tanımlanmış bir ideoloji: İnsanların doğrudan doğruya biyolojik ve genetik özellikleriyle tanımlanarak bu açıdan üstün/aşağı olarak sınıflandırılması. İkinci Dünya Savaşı'na kadar adım adım yükseltilmiş, sonra da o lanetli savaşta bütün içyüzü ortaya döküldükten sonra çökmüş bir ideoloji. Bugün dünyada ya da bizim ülkemizde hiç kimse ırkçılığı açıktan savunamıyor. Bilimsel ya da siyasal temellendirilmesindeki olanaksızlık açığa çıkmış durumda.
   Acaba ırkçılık kavramıyla birlikte ırkçı zihniyet de gerçekten sona erdi mi, yoksa başka ideolojik bileşimlerin içine mi gizlendi?
   Elbette, ikincisi. Irkçı zihniyet, emperyalizmin yedek ideolojilerinden olan şovenizmin içine gizlendi. Irkçılıkla milliyetçiliğin bileşimine şovenizm diyoruz. Bugün tanımı pek de bilinmeksizin, yine açıktan savunulmaksızın, egemen ideolojinin başlıca bileşenlerinden biri.
   Şovenizm, ırkçılıkla milliyetçiliğin bileşiminden oluşması nedeniyle, bir başına ırkçılığa göre çok daha karmaşık, fark edilmesi daha zor.
   Gerçi başlangıçta ırkçılık da karmaşıktı. Görünüşte beyazların, sarıların, esmerlerin ve siyahların varlığı gibi, bunların gelişmişlik ya da gelişmeye yatkınlık açısından bir hiyerarşi oluşturdukları da açık bir gerçeklikmiş gibi duruyordu. Bu aldatmaca bugün şovenist ideolojinin de dayanaklarından biri. Ancak, şovenizmin asıl zorluk yaratan yanı, milliyetçilik bileşeni.
   Millet sözcüğü, Osmanlı toplumunda dinsel içerikliydi; modern içeriğini sonradan, Kurtuluş Savaşı ve cumhuriyetle birlikte kazandı. Türkçedeki sadeleşme süreci içinde, "ulus" sözcüğü de kullanılmaya başlandı. Bugün "milliyetçilik" ve "ulusçuluk/ ulusalcılık" sözcükleri kullanımda[5]. Bunlar görünürde aynı anlamı veren, biri Arapça diğeri Türkçe iki sözcük gibi durmakla birlikte, tarihsel olarak farklı anlamlara geliyor. Örneğin, günümüzün Kemalistleri kendilerine "milliyetçi" değil, "ulusalcı"  diyor. "Milliyetçilik" sözcüğü daha çok kendini "sağ" olarak tanımlayanların benimsediği bir adlandırma. "Ulusalcılık" değilse bile "ulusallık", solcuların ve muhaliflerin de önemsediği ve kullandığı bir kavram. En azından belirli bir anlamıyla: Emperyalizme karşı direnişin bir kalesi olarak ulusallık. Benim kuşağım olan 68 kuşağı için, örneğin Vietnam'ın önce Fransız emperyalizmine, ardından da ABD emperyalizmine karşı verdiği savaşım bir ulusal kurtuluş savaşıydı ve çok haklı olarak desteklerdik o savaşımı. Bizim Ulusal Kurtuluş Savaşı'mızı ise emperyalizmi kapıdan kovmuş, ama bacadan geri dönmesini engelleyememiş bir savaşım sayardık.
   Kısacası, "ulusal" ve "ulusalcı" sıfatlarıyla ilgili güçlük buradan geliyor: Kavramın bir ayağı antiemperyalizmin, bir ayağı şovenizmin içinde. Ölçümüz ne olacak? Kişisel olarak önemsediğim ölçü, eşitlik ve adalet ölçüsüdür. İster bireyler, ister topluluk ya da toplumlar, isterse uluslar arasındaki ilişkiler söz konusu olsun, temel ilke "çıkar" değil, eşitlik, adalet ve haklar olmalı. Böyle bir bakışın içinde son kertede sömürünün hiçbir biçimine yer olmadığı açıktır.
   "Ulusal çıkar" kavramı, egemen ideolojinin kutsal kavramlarından biri durumuna geldi. Bu kavram şovenizmin bileşenlerinden değil mi diye düşünülmesini öneriyorum. Kavramın Türkçede böylesine bollaşmasının nedenlerinden biri, Batı dillerinden yapılan çevirilerdeki bir yanlışlık olabilir. Şöyle:
   Batı dillerindeki "national interest" ve eşdeğeri kavramlar Türkçeye her görüldüğü yerde "ulusal çıkar" diye çevriliyor. Oysa Batı dillerinde bu kavram yerine göre bazen "ulusal çıkar", bazen ise "ulusal ilgi konusu" anlamında kullanılır, "yerel bir konu değil", anlamında. Başka bir deyişle, "ulusal" sıfatının dar ve geniş iki anlamı vardır ve bizde yerel/ulusal ayrımı aynı derecede önem kazanmış olmadığından, geniş anlamdaki "ulusal" kavramı Türkçede pek az kullanılır. Bu kullanım Türkçeye yanılmıyorsam "yerel televizyon/ ulusal televizyon" terimleriyle birlikte girdi ama pek yaygınlaşmadı. Sözgelimi, karayolları konusu ulusal ilgi konularındandır ama Ankara'daki Atatürk Bulvarı yerel bir konudur. Kısacası, Batı dillerindeki "interest"in tek anlamı da "çıkar" değil. Yukarıda dediğim gibi, "ilgi" ve "ilgi konusu" anlamı da var. (Üçüncü anlamı da "faiz" ama o şu an konu dışı.) Dediğim gibi "national interest" sözü her zaman "ulusal çıkar" diye çevrilemez. Çevrilince ortaya bir çeviri yanlışı ve bir de şoven birikim çıkıyor.
   Bu çeviri yanlışının daha az yapıldığı bir alan var gerçekte: Diplomasi dili. Dışişleri görevlilerinin, herhalde dünyayla daha yakın temasta olduklarındandır, her "national interest"in "ulusal çıkar" olmadığını öteden beri bildikleri ve bu sözü yerine göre "millî alâka" diye çevirdikleri anlaşılıyor. Ama bu bilginin genel kültüre girmesi için çaba harcamışlar mıdır, hayır.
   Ulusalcılık kavramının içeriğine dönelim ve sorgulamayı ilerletmek için şunu soralım: Kendi ulusunuzun çıkarları öyle gerektiriyor diye ulusunuz adına emperyal politikalar güdülmesini onaylar mısınız?
   Yaşamsal soru galiba budur. Diyelim ki, dünyanın enerji kaynakları sınırlı, bunların en büyük bölümü de Ortadoğu'da olduğuna göre, şimdi bu kaynaklardan ne kadar büyük bir pay kaparsanız sizin ulusunuzun o kadar çıkarına olacaktır biçimindeki bir mantık karşısında ne düşünülmeli? Belli ki ABD ve Britanya'nın şimdiki yöneticileri gibi, yurttaşlarının da önemli bir bölümü Irak'ın işgal edilmesini bu tür "ulusal çıkar"ları için onaylıyorlar; eşitlik ve adalet duygularının bir "demokrasi" demagojisiyle örtülmesine bu yüzden razı oluyorlar. Türkiye ABD'yle birlikte Irak'ı işgal etmeliydi diye hayıflananların ilkesi de budur.
   Bu, "ulusal çıkar" kavramını eşitlik, adalet ve haklar çerçevesinde değil, şoven bir çıkarcılık çerçevesinde anlayan zihniyetin tipik göstergesi.
   Şovenizmin tipik uygulama alanlarından biri de, tekdilci politikalar. Modern devletlerin ve kapitalizmin dil alanındaki politik ilkesi, tekdilcilik.
   Bizim ülkemizde de aynı politika benimsendi. Cumhuriyetten kısa bir süre sonra kurulan Türk Dil Kurumu tekdilci politikanın uygulayıcısı rolünü üstlendi. Ülkemizde zaman içinde artan gerilimlerin, haksızlığa uğrama duygusunun başlıca nedenlerinden biri de bu yadsıyıcı tavırdır. Barışçı ve adaletçi bir bakış açısını yerleştirmek yerine zorlayıcı ve dayatıcı, hiyerarşi yaratıcı bir bakış açısıydı bu. 12 Eylül döneminde ise AKDTYKTDK sözlüklerinden "Kürtçe" sözcüğü bile çıkarıldı. Ancak 2004'te eklenebildi yeniden.
   Bu politikalarla koşullanmış toplumlarda kalabalıkların tıpkı Mersin ve Trabzon provokasyonlarında gördüğümüz gibi bir soba örneği tutuşturulması işten bile olmuyor: Önce çalı çırpıyı, sonra onun üstündeki odunları, en sonra da kömürü tutuşturmanın olanağı bulunuyor.
   Irkçılık ve milliyetçilik, diğer adıyla şovenizm, kişinin kendi mensup olduğu topluluğu belirli bir hiyerarşi içinde diğerlerinden üstün görüp ötekini düşman bilmesi, her tür ayrımcılığı ve militarizmi besliyor; şovenizm, ayrımcılık ve militarizm, birbirinin besini.


Dildeki şovenizm

   Dillerimiz kültürel olguların yanı sıra ideolojilerin de taşıyıcısı. Sözgelimi, her dil demagojiye elverir yapıda. Demagoji, Yunanca kökenli bir kavram ve "halkı aldatan söz" anlamına geliyor. Şovenizm demagojiye en çok başvuran ideolojilerden biri: Her sözün başında vatanseverlikten dem vurmak gibi.
   Gerçi halkın sağduyusu bu tür demagojilere karşı "vatan millet Sakarya" gibi karşı ağırlık oluşturan sözler yaratmıştır. Gelgelelim, bunlar bütün bir eğitim ve baskı sisteminin yerleştirdiği şoven ideoloji karşısında her zaman yeterli olmuyor. Şovenizmin dilsel temsilcileri dillerimize küfür, deyim ya da atasözü biçiminde yerleşebiliyor. Türkçede de böyle örnekler hiç az değil: "Türkün Türkten başka dostu yoktur", "her Türk asker doğar", "Ermeni dölü", "sütü bozuk" vb.

Gizli şovenizm

   Şovenizmin gizlenmiş türlerini fark etmek genellikle daha zor: Suçlulaştırıcı söylemler ve toptancı kavramlar bunlar. Örneklerine solda ve muhalif güçler arasında da rastlayabiliyoruz.
   Suçlulaştırıcı söylem dediğim, ad vermeksizin kullanılan genel olumsuzlama sözleridir: "gayri millî" sıfatı gibi. Buna "yüklü dil" de deniliyor. Belirli çağrışımlarla, söylediğinin ötesinde yönlendirmede bulunduğu için "yüklü" denen dil. "Gayri millî sermaye" dediğinizde kastınız gayet açıktır. Ancak, nelerden söz ettiğiniz hiç belli değilken bu sıfatı kullanırsanız, okurda uyanan izlenim "millî" sözünün her tür şoven çağrışımını içerebilecektir. Amaçlanan da budur zaten.
    Resmî söylem sık sık "Türkiye düşmanı" sözünü kullanır. Neyi kastederek? Genellikle, Türkiye yönetimlerinin uygulamalarına dışarıdan yöneltilen eleştirileri kast ederek.
   Dışarıdan yöneltilen eleştirilerin bir bölümü gerçekten "Türkiye düşmanı" olabilir elbette. Sözgelimi, Türkiye'yi zayıflatmak isteyen başka devletler vardır mutlaka. Gelgelelim, bu eleştirilerin önemli bir bölümü devlet dışı kimseler ve kurumlardır ve yaptıkları eleştiriyle gerçekliği dile getirmektedirler. Bu açıdan, gerçekte Türkiye'nin dostu sayılmaları gerekir, dost acı söyler çünkü. "Türkiye düşmanı" sözü bu ayrımı yapmadığı için toptancıdır ve şovenist niteliklidir.
   Gerçekte bütün devletlerde görülen bir eğilimdir bu: Kendi antidemokratik uygulamaları konusunda özeleştiri yapıp "imajlarını zedelemek"tense, eleştiride bulunanları düşman ilan etmeyi yeğlemek devletliğin şanındandır sanki. Tıpkı kişiler gibi devletler de özeleştiriye ancak hiç kaçar yolları kalmamışsa başvururlar.
   Toptancı kavramlara yalnızca devletlerde değil, muhalif kesimlerde de rastlıyoruz. Sözgelimi, "kahrolsun ABD", "kahrolsun İsrail" gibi sloganlar, ABD ve İsrail halklarını dışlamaları açısından, belirli tehlikeler taşıyor. Kahretmek istediğimiz, herhalde ABD ve İsrail halklarını içeren kavramlar değildir. Dolayısıyla, sloganlarımızı "kahrolsun ABD emperyalizmi" ve "kahrolsun İsrail işgali" diyerek düzeltmezsek, giderek kendimizi örneğin Yahudi düşmanı bir konumda bulabiliriz.
   Bu tür bir konuşmada şovenizmin tek tek tüm belirtilerini ele almak ne olanaklı, ne de gerekli. Burada yalnızca belirli ipuçları sunmaya çalıştım. Düşünmemizde ve davranmamızda rolü olabilir diye.
   Kurultayı düzenleyen Beksav'a teşekkürlerimle.


&

Ortak dil?[6]


   14.5.2005 tarihli gazeteler, Orgeneral İlker Başbuğ'un bir konuşmasını haber veriyordu. Başbuğ, Genelkurmay Başkanlığı'nın düzenlediği bir sempozyumun kapanış konuşmasında şöyle demişti:
   "Dil, kültür, ülkü birliği üzerinde herkesin ama herkesin aynı derecede hassasiyetle ve önemle durması hayatidir, vazgeçilmezdir."
   Acaba ne tür bir dil birliği, kültür birliği ve ülkü birliğiydi konuşmada sözü edilen? Tekdilci ve tekkültürcü, zora dayalı asimilasyon politikasının devamını mı öngörüyordu bu sözler?
   Tam olarak böyle olduğunu sanmıyorum: Gazeteler nedense yalnızca yukarıya aldığım bölümü vermişlerdi ama, bütününe internette ulaşılabilen konuşmanın bir başka yerinde "ortak dil" ve "ortak kültür" kavramları kullanılıyor ve "ülkü"den kasıt biraz da olsa açıklanıyordu:
   "Hakikaten ulus devletin temel direklerinden bir tanesi ortak dil. İkincisine baktığımız zaman kültür çıkıyor, ortak kültür. Üçüncü temel noktasına baktığımız zaman da ülkü diyoruz, hedef diyoruz."
   Orgeneral Başbuğ'un konuşmasında daha fazla açıklama yok ama bu kadarı da bazı açılımlara elveriyor ve yorum gerektiriyor.
   "Ortak" sıfatı her zaman en az iki taraf varsayan bir sıfattır ve bizim çokdilli, çokkültürlü coğrafyamıza uygun olan da bu sıfattır. Dil birliği, kültür birliği ve ülkü birliği kavramları, yalnızca bizim toplumumuzda değil, günümüzün tüm toplumlarında ancak çoğul içerikli ve rızaya dayalı olarak kullanıldığında yaşam bulabilecek kavramlar.
   Belirleyici olanın, bu "rızaya dayalı" kavramı olduğunu sanıyorum.
   Rızaya dayalı bir dil birliği ve kültür birliği ancak tekdilliliğin ve tekkültürlülüğün dayatılmaması kaydıyla olanaklı. "Ülkü birliği" ise, ancak dünyanın en adil ve en demokratik toplumu olma hedefinin güdülmesi kaydıyla.
   Resmî ve ortak dil olarak bir dil (iki olmalı diyenler de var), eğitim ve kültür alanında, anadilleri. Dil birliği böyle tanımlanabilir.
   Kimseye sen anadilinden ve kültüründen vazgeçmek zorundasın diye dayatılmaksızın, anadilinde eğitim isteyen eğitim emekçilerinin sendikası kapatılmaya kalkışılmaksızın, tam tersine tüm anadillerinin ve özgül kültürlerin korunup geliştirilmesi için gerekli her tür önlem alınarak.
   Bu satırlar yazılırken, anadilinde eğitimi savunan Eğitim-Sen'in salt bu nedenle kapatılması için açılan davada kesin hüküm verilmemişti ama siz okurken verilmiş olacak. Rızayı zayıflatan uygulamalar bunlar.
   Çokdilli ve çokkültürlü coğrafyamız öyle gerektiriyor ki burada yaşamış ve yaşayan tüm kültürler, sanatları ve tarihleriyle ders kitaplarında ve gündelik yaşamda yer bulsun. Sözgelimi, edebiyat kitaplarında Evdalê Zeynıkê'yi, Feqîyê Teyran'ı, Ehmedê Xanî'yi; tarih kitaplarında, nefretten arınmış bir dille Kürt isyanlarını, diğer isyanları ve cumhuriyetin çektiği güçlükleri okuyalım; karşılıklı hataları içerecek biçimde, bir sevgi diliyle yeniden yazılsın kitaplar. Asıl ortak dil budur.
   Bazıları, barışçı söylemin zayıflık getirici olduğu varsayımıyla hareket ediyor. Saldırgan söylemin kime ne getirdiği ortada değil mi?
   Bunların anlaşılması ve konuşulması yerine bağrımıza yeniden tabutlar taşınmaya başlandı. Kimlerin tabutları bunlar?
   Şu an Türkçe ortak dil işlevini tam olarak göremiyorsa, bunda, eğitimin nicel yetersizliği kadar, en az o kadar, niteliği, dayatıcı yapısı da rol oynuyor. İkidillilik olgusunun bilimsel değerlendirmesi yapılmadı, hâlâ yapılamıyor.
   Kültüre gelince, iç içe geçmiş yaşamlarımızın sonucu olarak, kültürel birikimin ortak bölümleri var. İç içe geçmiş iki çemberin işaret ettiği ortak alan gibi, anlatımda, duyguda, içerikte, tarihte ortaklaşmış ve ayrı kalmış bölümler.
   Dünyada önce ticaretin, sonra sanayinin gelişmesi dil birliğini gerekli kılmış. Günümüzde de belirleyici yönü kapitalist emperyalizm olan küreselleşme, dil birliğini bırakınız ülke içini, dünya düzeyinde "ihtiyaç" durumuna getirdi.
   Ticaretle sanayi madalyonunun diğer yüzünde modernleşme ve aydınlanma vardı. Günümüzde de emperyal madalyonun öbür yüzünde bilim, sanat ve felsefe birikimi var, belirli bir dil ve kültür birliği yaratan. İki yönlü bir girdap bu: En güçlünün damgasını taşıyan bir bilim sanat felsefe üçlüsü, teknoloji ve fast food kültürüyle birlikte tüm toplumları kendine doğru çekiyor. Bu anaforda Yunus Emreler kadar Evdalê Zeynıkêlerin de yitip gitmesini önlemek, yeni yaratıları desteklemek, hepimizin bu topraklara olan borcu değil midir?


&

                                    Dil boyutuyla şovenizm[7]


   Şovenizm genel siyasal düzlemde ırkçılık ile milliyetçiliğin bileşiminden oluşuyor. Sık sık rastladığımız "şoven milliyetçi" sözündeki "milliyetçi" sözcüğü gerçekte fazla, çünkü "şoven (=şovenist)" sıfatı, "ırkçı milliyetçi" anlamına geldiğinden, milliyetçiliği zaten içeriyor.
   Kavram genel düzlemde ve tek başına kullanıldığında böyle. Ancak, "şovenizm" sözcüğünün bazı özel düzlemlerde kullanıldığına da rastlıyoruz: erkeklik şovenizmi, bölge şovenizmi, dinsel şovenizm, beden şovenizmi gibi.
   Bu özel düzlemlerde şovenizmden kasıt, ilgili alandaki ayrımcılığın en "aşırı" (bazen de en yerleşik) çeşitlemelerinin söz konusu olduğudur. Başka bir deyişle, şovenizm terimi, girdiği tamlamalarda tüm ayrımcılık türlerinin uç biçimlerini anlatıyor. "Dil şovenizmi" tamlaması da böyle: Dil alanındaki ayrımcılığın uçlara varmış biçimi.
   Dil şovenizmi kendini bireylerin, toplulukların, kurumların ya da devletlerin dil politikalarında ortaya koyuyor. Şovenizmin dil boyutu dediğimizde açmamız gereken ilk başlık bu. Diğeri ise söylem alanıyla bağlantılı: Dilde yuvalanan şovenizm.

Dil politikalarında şovenizm

   Tarihsel olarak dil şovenizmi deyince akla ilk gelen ülke Fransa oluyor. Bunun tek nedeni şoven sözcüğünün Fransızcadan gelmesi değil: Fransa, belki Fransızcanın uzun süre (XVI. yüzyıla kadar) Latincenin gölgesinde kalmasındandır, kapitalist emperyalistler arasında dil şovenizmi şampiyonasının birincisi sayılagelmiştir. Kuruluşu ve ideolojisi açısından Fransa'yı örnek alan devletlerde, bu arada bizim cumhuriyetimizde de dönem dönem mutlaklığa varan bir dil şovenizmi görülüyor.
   Diğer ayrımcılık türlerindeki gibi dil şovenizminde de her zaman bir üstünlük-ikincillik önkabulü söz konusu: Dil şovenizmi, kendi dilini üstün, diğerlerini aşağı görme ve gösterme anlamına geliyor. Bu anlayışın uygulamada verdiği başlıca sonuçlardan biri, tekdilciliktir.
   Oysa herhangi bir dil için üstünlük savı ileri sürmenin yalnızca etik açıdan değil, bilimsel açıdan da savunulabilir yanı yok. Günümüz dilcileri hiç istisnasız, temel yapıları açısından tüm dillerin aynı olanakları taşıdığı kanısında.
   Tekdilcilik de tıpkı milliyetçilik gibi kapitalizmin (diğer adıyla sanayi toplumunun) ürünü. Genellikle ilk bakışta her birimizin bir tek dili olduğunu düşünürüz. Oysa bugün dünyanın büyük bir bölümündeki gibi Türkiye'de de çok sayıda insan gerçekte ikidilli. Ne var ki bu olgu yine dünyanın neredeyse hiçbir yerinde gereğince bilgi, inceleme ve değerlendirme konusu edilemiyor. Öyle sanıyorum ki bunun nedeni tüm devletilerin, AB dahil, ellerinden geldiğince tekdilci politikalar uygulamasıdır. Günümüzde ne yazık ki hâlâ çok büyük ölçüde kapitalizmde temsil edilen biçimiyle modern (sınai) yaşam her düzeyde tekdilciliği dayatıyor. Hem ülke düzeyinde, hem de dünya düzeyinde.
   Ortak dile gerek duyan yalnızca ticaret ve sanayi midir? Bilim ve felsefe, yanı sıra dünya halklarının gitgide daha çok iç içe geçen yaşamları da ortak dil(ler) gerektirmiyor mu? Şovenizm kavramı bu soruna bakışımızda ayırt edici bir işlev, bir turnusol kâğıdı işlevi gören kavramlardan.
   Ortak dil ihtiyacı, diğer dillere hayat hakkı tanımayan şoven dil politikalarını haklı çıkarabilir mi? Etik de, eğitbilim de, gerçeklik de, anadillerine saygı temelinde çokdilliliği gerektiriyor. Bizim ülkemizde her tür eğitimin, ama özellikle her tür dil öğretiminin içler acısı başarısızlığındaki temel etmenlerden biri, anadillerimizin bilimsel açıdan ele alınmaması değil midir?


Dilde yuvalanan şovenizm

   Dil bilincimiz geliştikçe, çeşitli ayrımcılıkların dildeki yansımalarını da daha iyi ayırt edebiliriz. Ancak, kendim dahil hiç kimsenin tüm şovenizm belirtilerini fark edebileceğini sanmıyorum, çünkü insan ruhu nalıncı keseri gibi kendine yontma eğiliminde. Kaldı ki, zihniyetimiz dilimizi etkilediği gibi, dilimiz de zihniyetimizi etkiliyor. Örneğin, milliyetçiliği olumsuzlayan bir yazıda, yerleşik beden şovenizminin yaygın belirtilerinden birine rastlayabiliyorsunuz: "Tek başına da olsa eksik, yanlış, sağlıksız, sakat bir şeydir milliyetçilik" gibi.
   Şovenizm belirli sözcük ve deyimlerle dilde yerleşiklik kazanabiliyor.
   Radikal gazetesinin 26.11.2004 tarihli Kitap ekindeki Dil Meseleleri'nde "Dildeki Irkçılık ve Ayrımcılık" konusuna değinmiştim. Almanya'da yaşayan şair Mesut Hastürk'ün mektubu iyi bir dolayım olmuştu o yazı için. Hastürk, Almancada Türkleri hedef alan ve son dönemlerde artan ırkçı sözleri derleyip yollamıştı. Türkleri aşağılayan ve tehdit eden, ayrıca Türklerden duyulan korkuyu gösteren ("Türkenfurcht") deyimler. Sözgelimi, "kırma Türk" anlamına gelen bir sözcük, annesi ya da babası Türk olan çocuklar için hakaret tonunda kullanılabiliyordu.
   Aynı yazıda, dile yuvalanmış benzer ırkçılıkların bizim toplumumuzda da bulunduğuna işaret edip örnekler veriyordum. Gerçekten de Türkçede Arapları, Kürtleri, Ermenileri, Çingeneleri hedef alan ırkçı sözler bulunduğunu biliyoruz.
   İşin tehlikeli yanı, ilke olarak kendini ırkçılık karşıtı sayan kimselerin bile kendi anadillerine yuvalanmış ırkçı deyimlerin kolay kolay farkına varmaması. Özel olarak uyarılmamış ya da bu konu üstünde çalışmamış hangi okuryazara sorsanız, bizim ülkemizde de, dilimizde de ırkçılık yoktur diyor. Bu konudaki yaygın klişe bu. Eğitimde ve gündelik yaşamda durmadan yinelenen bir klişe. Belki de öyle olmasını dilediğimizden, güzel bir armağan gibi alıp kabul ediyoruz bu sözü. Ama birileri ağır bir hakaret sözü aradığında aklına "Ermeni dölü" ya da "sütü bozuk" gibi sözler geliyorsa, o klişenin nasıl bir aldatmaca olduğu da ortaya çıkıveriyor.
   O yazı üzerine aldığım okur mektuplarından biri şöyleydi:

   "M. Hastürk tarafından gönderilen yazıya yer vermişsiniz. İnsanlık adına ne kadar irkiltici bir konu değil mi? Yazınızın son paragrafında bir kaç örnekleme ile yetindiğiniz gibi, biz de içimizdekilerden bir kesimini 'öteki'leştirerek Avrupalı'dan daha ırkçı ve ayrımcı şeyler üretebiliyoruz. Almanların tümü değilse bile bir kısmı Türklerle ilgili bu tür deyimleri üretirken doğal olarak ve haklı olarak Türklerin kanına dokunuyor. Ama aynısını kendi yurttaşı Kürtler için üretmekte sakınca görmez. Elbette bu ayrımcı ve ırkçı söylemleri olanlar Türk toplumunun çok çok az bir kesimidir. İnsanların kökeninden ziyade dünyaya nasıl baktıkları benim için daha önemlidir. (...)
   Ülkemizdeki ırkçı ve ayrımcı küfür ve deyimlere yer vermek istiyorum. Hakkında en çok fıkra üretilenler Lazlardır. O fıkraların bazılarında Lazlara haksızlık yapıldığına inanıyorum. Çünkü ülkemizin en çalışkan,en üretken,en yaratıcı insanları bence Lazlardır. Laz aklı kaz aklı gibi deyişler bence çok haksızca.
    Geriye kalan en çok dillere dolananlar ise Kürtler, Çingeneler ve Ermenilerdir. Ermeniler için çoğunlukta küfür yerine geçmek üzere gönderme yapılır. Çingeneler içinse aşağılama anlamında yakıştırmalar vardır.
   Kürtler içinse, küfür olarak, aşağılama olarak çokça ırkçı ve ayrımcı deyişler, fıkralar vardır. Bazıları ise evrimleşip nisbeten 'masumlaşan' deyimler halini almıştır.

   Küfür ve aşağılama olarak söylenenler:
      * Kıro (son yıllarda Kürt olmayan kaba, saba, görgüsüz herkes için kullanılmaya başlandı).
      * Kuyruklu Kürt (Bir Türk dostum-arkadaşım, 'küçükken çevremde hep kuyruklu Kürt denirdi. Ben de gerçekten Kürtlerin kuyruklu olduğuna inanmıştım. Hayatımda yaşadığım en büyük şok, Kürtleri tanıyınca kuyruklarının olmadığını gördüğümde yaşamıştım' demişti.)
      * Allah Kürt'e fırsat vermesin çünkü Kürt'ün dini yoktur.
      * Ağaçtan maşa, Kürt'ten paşa olmaz.
      * Kürt'ten evliya, koyma avluya.
      * Ya sam (boyunduruk) çalar ya sambağı (boyunduruk ipi).
      * Kürt yer, çarığına bakar. (Kürt nankördür. İşi bitince yüzüstü bırakır anlamında.)
      * Kürt'ü paşa yapmışlar önce babasını asmış. (Bu söz Çingeneler için de söylenir.)
      * Kürt it kuyruğu gibidir. Bin defa da kalıba soksan yine kıvrılır.
      * Allah Kürt'ü doyurmasın. Doyarsa kudurur.

   Nisbeten 'masumlaşmış' deyimler:
      * Alavere, dalavere Kürt Memet nöbete.
      * Acemi nalbant Kürt eşeğinde öğrenir.
      * Acemi berber Kürt kafasında öğrenir.
      * Kırmızı olsun üç kuruş fazla olsun.
      * İpim kırmızı olsun. (İdama giden Kürt'ün son isteği.)
      * Şafii köpeği (Kürtler çoğunlukta Şafii mezhebinden.)
      * Kürt getirdiğini yemez. (Usul erkân bilmez anlamında.)

   Biraz zenginleşmiş, yarı asimile olmuş Kürtllerin Kürtler için söylediği en çarpıcı söz:
      * Kürtler üç cinstir. İpeği, kepeği, köpeği. Biz Kürtlerin ipeğiyiz.(Geri kalanlar kepek ve köpek.)
   Bunlar ilk akla gelen deyimlerden seçmeler. Fıkralara hiç girmiyeyim. Çalışmalarınızda ya da arşivinizde bulunsun diye bu ırkçı ve ayırımcı söylemden birşeyler yazdım."

   Kişisel olarak, bu listedeki sözlerin büyük bölümünü pek iyi anımsamasam da tümü tanıdık geliyor. Bir bölümü halkların kendi kendileriyle alay etmek için yarattıkları bilgece deyişler de olabilir. Sözgelimi, "Türkün aklı sonradan gelir" sözü bende hep böyle bir izlenim uyandırmıştır; Türklerin bir tür özeleştiri olarak kullanmayı sevdiği sözlerden. Ama sözgelimi "ağaçtan maşa, Kürtten paşa olmaz" gibi sözlerin, hakaret içerikli, ağır, şoven sözler olduğu herhalde açıktır.
   Milliyetçiliği kötülemek için "sağlıksız, sakat bir şeydir milliyetçilik" derken bu sözün sağlıksız ve sakat insanların ruhundaki olası yankılanmalarını düşünmek zahmetine katlanmadığımızda, "çingene çalar kürt oynar"ı da o kadar umursamayabiliyoruz. Belki en derinlerde her seferinde bir üstünlük duygusunun tadını çıkararak.    


&

Dil, ulus, toplum... [8]


   İki yazardan iki alıntı:

   1) "Dilini koruyamayan uluslar kendilerini de savunamazlar. Dil güçtür, egemenliktir aynı zamanda. Dil ulusaldır ve toprağından beslenir."
   2) "Dil bir ülkenin kültürüdür. Dil olmazsa millet de olmaz. (...) Bir milletin ana dili kültür yozlaştırması ile yok edilmeye çalışılmaktadır."

   Birinci alıntı, Behlûl Zelal'in 2.3.2006 tarihli Gündem gazetesindeki "Ana dilde eğitim sorunu" başlıklı, Kürdi dilleri esas alan yazısından.
   İkinci alıntı, HYP Genel Başkan Yardımcısı Tülay Hergünlü'nün "Ana Dilim, Güzel Türkçe'm" başlıklı yazısından; kaynak, Üzeyir Çaycı tarafından [E-Yediiklim] grubuna gönderilen, yine 2.3.2006 tarihli e-posta.
   Bu iki alıntıdan her birini diğerinin yazarına göstersek, onaylamaz mı dersiniz? Yazarını ve kaynağını söylemez, yazının bütününü göstermezseniz, onaylayacaklarını tahmin etmek zor değil.
   Sorun şurada ki, iki alıntı da aynı bilgi yanlışını içeriyor: Dili ulusla bire bir ilişkilendirme yanlışı.
   Dil olgusunu ulus olgusuyla bire bir ilişkilendirmenin gerçeklikle bağdaşmadığını anlayabilmek için, gazetelerde de sıkça rastlanan bir başka bilgiyi, dünyada bugün 6 bin küsur dilin yaşamakta olduğu bilgisini düşünmek yeterli olabilir: Bu dillerden her biri bir ulusa denk düşmekten fazlasıyla uzak. Almanca, İngilizce, Fransızca, İspanyolca gibi bazı diller birden çok ulus tarafından konuşuluyor, çok sayıda dil ise ulus sayılmayan topluluklar tarafından.
   Dolayısıyla, "Dil ulusaldır" önermesi de, "Dil olmazsa millet de olmaz" önermesi de gerçersiz önermeler: Ulusal olmayan yüzlerce dil var ve ayrı bir dili olmadan "millet" olan çeşitli "millet"ler var.
   Durum buyken, söz konusu önermelerin dayanağı ne olabilir?
   Burada belki "ulus/millet" teriminden ne anlaşıldığını sormak gerekiyor: Yukarıdaki iki alıntıda da bu terimin, modern "ulus"tan çok, "kavim/etni" anlamında kullanıldığı söylenebilir. Sık sık karşılaştığımız bir durum bu. Sözünü ettiğim yazıların tipikliği biraz da buradan ileri geliyor. Her iki yazının mantığında da, tek etnik varlığın belirlediği bir "ulusal" bütün var. İkinci alıntıdaki "bir milletin ana dili" sözü bunun en açık göstergesi.
   Bu sözün sahibi, Tülay Hergünlü, "anadili" terimini milletler için kullanarak, terimi yeterince tanımadığını göstermiş oluyor. "Anadili" terimi, bireyler için geçerli olan bir terim; "millet"i nasıl tanımlarsanız tanımlayın, milletler ya da herhangi bir insan topluluğu için geçerli değil.
   Gerçekte, "kavim/etni" dediğimiz varlığın dil dediğimiz varlıkla bire bir ilişkili olduğu da tartışmalı bir nokta: Bazı bilimcilere göre, genellikle "lehçe" denilen dilsel varlıklar bağımsız birer dildir. Sözgelimi, Talat Tekin, "Türk Dilleri" diyor, bu adda bir kitabı da var.
   Geçerken belirteyim, Tülay Hergünlü'nün "dünyada yaklaşık bir milyar insanın değişik ağızlarda Türkçe konuştuğu" sözü de en az bir adet bilgi yanlışı içeriyor: Hergünlü, "ağız" ile "lehçe"yi birbirine karıştırmış; "değişik lehçelerde Türkçe konuştuğu" demek istiyor.
   Her durumda, dünyada 6 bin küsur dil olduğu bilgisi bir yanda, dil ulusaldır önermesi başka bir yanda. Dil ulusaldır önermesini, herhalde siyasal bir seçiş olarak, kabul ettiğimiz anda, hem "ulusal" olmayan binlerce dili gözden çıkarmış oluyoruz, hem de yukarıda sözünü ettiğim İspanyolca, İngilizce, Fransızca ve Almanca gibi "çokuluslu" diller düşünme ufkumuzun dışında kalıyor. Öte yandan, günümüzdeki verili durumuyla devletlere egemen olan tekdilci mantığa da mesafe almış olmuyoruz. Oysa o mantığın, özellikle bizim ülkemizde, çatışmacı eğilimlere zemin hazırlayan nedenler arasında yer alıp almadığını sorgulamak gerekiyor.
   10.2.2006 tarihli, "Toplum olmak ya da olmamak" başlıklı Dil Meseleleri'ndeki "toplum olmak" önerim bazı okurlarda "zaten toplum değil miyiz" türünden sorular uyandırmıştı. Bir okur, "toplum" sözcüğüne fazla ideal bir anlam yüklüyor olabileceğimi yazdı.
   Geniş anlamıyla "toplum" olduğumuz söylenebilir elbette. Ama "toplum olmak" deyince tüm mensupların birbirinden haberdar olmasını ve birbirini hesaba katmasını anlıyorsak, bu anlamda toplum olmadığımızın en açık göstergelerinden ikisi, yukarıdaki alıntılardır.
   Tüm mensupları birbirini hesaba katan topluluk anlamındaki "toplum" anlayışı, bana göre ideal değil, asgari olandır. Şöyle asgari ki, bu anlayışın yokluğu, ülkemizde yirmi yıldır kan dökülmesiyle sıkı sıkıya ilintilidir.


&

"Benim de meselem"[9]


   31 Temmuz 2006 tarihli gazetelerde, 38 imzalı, "Benim de meselem" başlıklı bir bildiri yer aldı. Kürt sorununda "insani boyut"u öne alan ve "öncelikli" isteklerini 14 madde hâlinde sıralayan, çok gecikmiş bir bildiri. Söz konusu istekler hiç değilse geçen yıl yayımlanan 150 imzalı bildiride yer alabilmeli, 7. maddede dendiği gibi "sivil toplum içinden gelecek adımlara ne denli ihtiyaç olduğu" çoktan anlaşılmalıydı. Bildirinin özellikle 4-14. maddeleri önemli:

   "4. Birbirimizin acılarına saygı duymanın, birbirimizin yasını paylaşmanın bir 'toplum' olabilmek ve bu toplumda barış içinde yaşamak açısından büyük önem taşıdığını görebilmeyi...
   "5. Kalıcı bir çözümün Türkiye'nin dışından değil, içeriden, bizzat bizlerden geleceğinin ve askeri değil sivil olacağının daha iyi kavranması için adımlar atılmasını...
   "6. Kürt sorununun tek boyutlu olmadığının, çözümünün de çok aktörlü olacağının kavranmasını...
   "7. Etkileri kısıtlı kalsa da insani durumun iyileşmesine yönelik çözüm ve girişimlerin küçümsenmemesini... Toplumsal barış için bizzat sivil toplum içinden gelecek adımlara ne denli ihtiyaç olduğunun anlaşılmasını...
   "8. Kadınların sorunlarına ayrıca eğilmenin ve bağımsız bir kadın hareketinin öneminin kavranmasını...
   "9. Zorunlu göçlerle gerek bölgedeki gerekse batıdaki büyük şehirlere gelen Kürt ailelerin, özellikle çocukların sorunlarıyla ayrıca ilgilenmek gerektiğinin anlaşılmasını, göç mağdurlarının yeni bir yaşam kurmalarını destekleyecek politikaların ve projelerin acilen başlatılmasını...
   "10. Namus cinayetlerine karşı tüm toplumda geniş çaplı bir bilinç yükseltme kampanyasının başlatılmasını, siyasetçilerin ve karar mekanizmasındakilerin bu yönde daha somut uygulamalar geliştirmeye teşvik edilmesini...
   "11. Anadilin eğitimde kullanılmasının bölge insanı için öneminin anlaşılmasını, anlatılmasını... İki dilliliğin, çokkültürlülüğün bir hak olarak ele alınmasını...
   "12. Güneydoğu'da ismi değiştirilen köylerin eski isimlerini yeniden alabilmelerini... İnsanların çocuklarına özgürce isim verebilmelerini...
   "13. Artan kin ve nefret ve şiddet söylemlerinin cenderesinden ırak ve birbirimizi dinlemeyi, anlamayı ve affedebilmeyi sağlayacak yeni bir dil geliştirmeyi...
   "14. Hepimizin eninde sonunda aynı kamusal alanı paylaştığımızı ve ortak değerlerimiz, ortak çıkarlarımız olduğunu görmeyi, gösterebilmeyi..."

   Maddelerin tümü birbiriyle ilintili, tümü yaşamsal, çünkü toplumumuz şu aralar cehennemin kapısında, içeriye doğru itiliyor.
   Belki en yaşamsal olan, 13. maddedeki "yeni bir dil" sözü. Burada kastedilen anlamıyla dil, yani söylem, psikolojik durumu hem yansıtıyor, hem de belirliyor; yükleyici bir etkisi var. Düşmanca söylem, çatışmacı duyguları artırdığı gibi, çoğu durumda gerçekliği anlatmıyor.
   Düşmanca söylemin pek çok örneği var ama, burada, uluorta kullanılan "Kürtçü" sıfatını örnek vermek isterim. Kürtlerin haklarıyla, var oluşlarıyla ya da dökülen kanla ilgilenmek, PKK'nın kitle desteğinin temellerini sorgulamak Kürtçülük müdür örneğin? Kürtçü yaftasını yapıştırmadaki kolaylık ne anlama gelebilir? Bu söylemin mantığına göre dünyada Kürt de yoktu daha önce; Irak'takiler bile haberlerde "Kuzey Irak'taki etnik gruplar" diye adlandırılırdı. Şimdi ise "Kürt sorunu" denmesine katlanamayanlara rastlanıyor.
   Öte yandan, Kürt sorunu en demokrat açılımlarda bile daha çok bir hak sorunu olarak ele alınageldi. Burada toplumsal psikolojiyle ilgili bir sorun var ve bildiride "'toplum' olabilmek" sözüyle biraz sezdirilse bile, belirgin kılınamamış. İşin psikolojik yanı, "toplumsal tümleşme" diye adlandırılabilecek bir politika gerektiriyor(du, yıllardır). Oysa hâlâ tersi yapılıyor, Stalinci bir tarih anlayışıyla tarih ve edebiyat gibi eğitim metinlerinden dışlanmış olan Kürt varlığı ve diğer kültürel varlıklar Türkiye kültürüyle hâlâ tümleştirilmiyor. Şu an bu kültürel varlık tam bir yama görüntüsünde: Gerek televizyonlarda gerekse yayınevlerinde tekil ve cılız, yalıtılmış yayınlardan ibaret. Gerçekliği temsil etmiyor. Oysa tümleşme, gerçekliğin siyasal ve kültürel tüm düzlemlerde temsil edilmesini gerektirir.
   Yeni bir dili bunlarsız düşünmek olanaksız. Gecikme için özeleştiriyle birlikte. Özeleştiri, aynı hataların bir daha yinelenmeyeceği anlamına gelir.
   Böyle bir yeni dil, tümleştirici barış dili, zaman içinde PKK'nın üniformalı halk çocuklarını öldürdüğü için özür dilemesini de sağlayabilir. Bu dili bilen var mı?


&

Ayrımcılık x kolaycılık[10]


   Başlıktaki x, bir çarpı işaretidir. İşaretin solundaki terimle sağındaki terim bir araya geldiğinde ortaya çıkan sonucun vahametini göstermek amacıyla kullandım bu işareti.
   "Ayrımcılık" kavramının başında iki bela var. Biri "ayrılıkçılık" kavramıyla karıştırılması, ikincisi, sorgulamaktan çok, örtmek amacıyla kullanılması.
   Örtmeciliğin son örneklerinden biri, AKDTYKTDK'nın kadınlarla ilgili ayrımcı sözleri sözlüklerden çıkarma kararıydı. Anlaşılan, kurum kadın sorununda ne kadar duyarlı olduğunu belirtmek amacıyla, geleneklerimize uygun bir biçimde, örtme, sansürleme, yadsıma yolunu seçmiş. Beğenmediğimiz gerçeklerin kitabımızda yeri yoktur.
   AKDTYKTDK sözlüğünde "ayrılıkçılık" sözcüğünün bulunmaması da aynı nedene dayanıyordur belki.
   Peki ya "ayrımcılık" kavramının kendisi? Gereğince tanımlanmış mı bu kavram sözlüklerde? AKDTYKTDK'nın sözlüğünde verilen tanımların hiçbir aydınlatıcılığı olmadığını belirtmekle yetineyim. "Ayrımcılık" kavramının ayrılmaz ikizi olan "insan hakları" kavramının da hiç yer bulamadığını. Belki "insan hakları" da bir "kisve" olduğundan istenmiyordur.
   "Ayrımcılık/ayrılıkçılık" karışıklığına daha önce de değinmiştim (3.6.2005 tarihli Dil Meseleleri). Değinmiştim diye, okunmuş, anlaşılmış, kabul ya da reddedilmiş olacak değil ya! Bakıyorsunuz, bir haberde bir yetkilinin aynı sözü iki kez alıntılanmış, birinde "Cumhuriyet rejimine yönelik saldırılar, ayrımcı ve şeriat yanlısı aşırı eğilimler" biçiminde geçiyor bu söz, ikincisinde "Rejime yönelik ayrılıkçı ve şeriat yanlısı aşırı eğilimler" diye. Ya gazeteci karıştırıyor, ya sözlerin ait olduğu kişi; ya da ikisi birden. Her durumda şurası açık olmalı: Ayrımcılık ve ayrılıkçılık gibi iki dev sorunu gerçekten sorun ediniyorsanız, aradaki farkın yaşamsallığını da bilmeniz beklenir. Bu kargaşaya rastlanan pek çok metin arasında, "Yurtsever Hareket" gibi iddialı imzalar taşıyanlar da bulunuyor. Ayrılıkçı akımların ortaya çıkmasının ya da en azından güçlenmesinin temelinde, zemin olarak, o topluluğa karşı uygulanan ayrımcı politikalar yatmıyor mu?
   Ayrımcılık türlerinin bilincine varılması, insanlığın tarih boyunca ulaştığı en önemli kazanımlardan biri. En az, birbirini yemenin (=yamyamlığın) ve köleliğin temel ayıplar hâline gelmesi kadar önemli.
   Yamyamlığın ve köleliğin dolaysız biçimlerine artık rastlanmıyor. Köleliğin dolaylı biçimleri ise sürüp gidiyor. Her fırsatta çeşitlenerek. Bu biçimlerin neler olduğunu düşünmek iyi bir mesai konusu.
   Ayrımcılığın temel ayıplar arasına girmesi ise bize XX. yüzyılın armağanıydı. Öyle ki, herhangi bir biçimde "demokratik" olma savındakiler vitrinlerine ayrımcılık yasağı koymadan edemez oldu. Gelgelelim, "dil, din, cins" diye başlayıp ezber edilen, ezber edildiği için de kolay sanılan bu sorun gerçekte ne anlama gelir, iyi bir sınav yapılsa bu soruda kaç kişi başarılı olur dersiniz? Burada ve dünyada?
   AKDTYKTDK'nın kadınlara ilişkin ayrımcılıkla ilgilenip sözlüklerden söz atma kararını açıklarken gösterdiği gerekçe de özürü kabahatinden büyük dedirtecek türdendi. Kadın hakları mücadelesinin M'sinden haberdar olunmadan edilmiş sürüsüne bereket sözlerden.
   Kurum dilde temsil edilen ayrımcılık türlerinden her birine ait sözcük, deyim ve atasözlerini de sözlüklerden çıkarmayı düşünecek mi, bilmiyorum. Umarım bunca tepkiden sonra ilk kararından vazgeçip sözlükçülük bilimine daha uygun çözümler bulurlar. Bu konudaki önerimi yineleyeyim: Sözlüklerde, ayrımcı içeriği olan tüm sözlerin yanına belirli bir işaret konulabilir. Tıpkı sözcüğün türünü, düzeyini, eskiliğini gösteren diğer işaret ya da kısaltmalar gibi. Bildiğim kadarıyla sözlükbilim henüz böyle bir işareti öngörmüyor. Ama bir gün öngörür ve uygularsa, bu işaret insanlık için yamyamlığa ve köleciliğe karşı mücadeleye benzer bir mücadelenin işareti olacak.


&

Barışın yükü[11]


   Sağlık, eğitim, şehircilik, madencilik, iktisat... Bu tür belirli alanların uzmanları, devletlerin ve devlet benzerlerinin hoşuna gitmeyen verimler ortaya koyabiliyor. Uluslararası düzeyde WHO ve UNESCO, ulusal düzeyde TMMOB, Eğitim-Sen ve tabip odaları gibi meslek örgütleri bu dediğimin tipik örnekleri. Eğitim-Sen'in "anadilinde eğitim" ilkesini, UNESCO'nun da "Dil Barışı (Linguapax)" projesini benimsemesi böyle, somuta değgin uğraşlara dayalı bakış açılarıyla ilgili olgular. Bu tür uzmanlıklarda bakış açısı, toplumsal yarar ilkesine göre oluşabiliyor; çıkar ilkesine dayalı yabancılaşmaya uğramaları daha zor.
   Linguapax projesi bu yıl yirmi yaşına girdi. (Ayrıntılı bilgi için, bkz. 14.2.2003 tarihli Radikal Kitap’ta Dil Meseleleri ya da "Dilimiz, Dillerimiz" adlı kitabımda s. 213.) Bugün ne durumda bu proje peki?
   İnternetteki www.linguapax.org sitesi iyi bir gösterge. Bu sitede, dünyadaki yedi Linguapax merkezinin (resmî adıyla "delegasyon"un) adı alt alta sıralanmış. Yedi merkezden üçüne erişim var, dördü kapalı! Kapalı olanlar arasında Linguapax'ın Avrupa merkezi de bulunuyor: Avrupa, Afrika, Avrasya ve Pasifik, dil barışı projesine kapalı. Açık olanlar, Latin Amerika, Kuzey Amerika ve Asya.
   Elbette açık olmaktan olmaya da fark var. Pek fazla umut beslemeksizin Kuzey Amerika'yı tıklıyorum: "Tehlikedeki Diller Fonu" diye bir kuruluştan söz ediliyor yalnızca. Amaç, yok olma tehlikesindeki diller konusunda yapılan araştırma ve koruma çalışmalarını desteklemek, elde edilen sonuçların yayımlanmasına yardımcı olmak diye tanımlanmış. Yale Üniversitesi'nde yer alan bu "delegasyon" her yıl on iki kadar projeye kaynak sağlıyormuş. Kaynaklar üye katkılarından ibaret olmak üzere. Buradaki bilgiler, ölmeye çok yaklaşmış dillerle ilgili projelere öncelik verildiğini gösteriyor. "Kuzey Amerika"da Dil Barışı adı altında başka bilgi yok.
   En etkin görünenler, İspanyolca konuşan ülkelerdeki ve Japonya'daki delegasyonlar. Bolivya-Cochabamba'da 1-4 Ekim 2006 tarihlerinde "VII. Latin Amerika İkidilli Kültürlerarası Eğitim Kurultayı"nın yapılacağı duyuruluyor. Linguapax-Asya da önümüzdeki 7 Ekim'de Tokyo Üniversitesi'nin evsahipliğinde "Dilin Sahibi Kimdir" başlıklı 3. uluslararası sempozyumu düzenliyor.
   Yukarıdaki bilgilere bakarak, Latin Amerika ülkeleri ve Japonya barış açısından umut vaat eden toplumlar diyebilir miyiz? Herhalde en azından mim koyabiliriz bu verilere. Hiç değilse "kapalı" değiller. Dünya ölçüsünde ise, genellemenin kabalığı pahasına diyebiliriz ki şu aralar öne çıkan savaştır. Linguapax derinlere dalmış, sahnenin önünden çekilmiştir.
   Linguapax türü projeler ya Eğitim-Sen örneğindeki gibi en kısa yoldan bertaraf ediliyor ya da son çözümlemede dünya devlerine bağımlı olan UNESCO örneğindeki gibi egemen çıkarlar doğrultusunda kullanılmak üzere yedeğe alınıyor. Toplumsal yarar onlardan ancak egemen çıkarları kemirmediği ölçüde kabul görüyor.
   Doğal dillerle ilgili durum böyle.
   Barışın diline gelince. Barış Anneleri İnisiyatifi, 1 Eylül Dünya Barış Günü dolayısıyla bir çağrıda bulundu: Tüm kadınları savaşa karşı birlikte hareket etmeye ve Silopi sınırında kuracakları "Barış Çadırı"na çağırıyorlar. Askerin ölmesine de, dağdakilerin ölmesine de karşılar. Talepleri: barış, demokrasi ve eşitlik. Demokrasi sağlanırsa barışın da geleceğine inanıyorlar.
   Tam on yıl oldu: Yanılmıyorsam İnsan Hakları Derneği'nin girişimiyle Diyarbakır'a bir "Barış Treni" düzenlenmişti. Bir arkadaş, trene Diyarbakır'a yaklaşırken binip bizimle konuşan Diyarbakırlı kadınlardan bazılarının, trenle birlikte barışın da fiilen, resmen geleceğine inanmış olduklarını fark etmişti. Trenin günlerce heyecanla beklenmiş olmasında ve engellemelere karşın istasyon meydanında toplanan inanılmaz büyüklükteki kalabalıkta o inancın da payı vardı belki.
   Bu 1 Eylülde ise bana en anlamlı gelen çağrı, Barış Anneleri İnisiyatifi'nden Sultan Koyun'a ait: "Barışın yükünü hepiniz omuzlayın" diyor Sultan Koyun.
   Barışın yükü savaşınkinden daha ağır; çünkü barış, savaşın getirdiklerinin yanı sıra, savaş öncesinin yükünü de içeriyor. Önemli bir bölümü de sözlerden oluşuyor bu yükün; yoksama ve nefret sözleri kurşun ağırlığında. Savaş sürdükçe de artıyor bu yük.




[1] 26.11.2004 tarihli Radikal Kitap.
[2] 14.12.2004 tarihli Evrensel gazetesi.
[3] 11.3.2005 tarihli Radikal Kitap.
[4] 8.5.2005, Beksav kurultayındaki konuşma.
[5] "Ulusalcılık" sözcüğünü ilk kez Memet Fuat'ın kullandığını hatırlıyorum. Ondan önce "ulusçuluk" deniliyordu.
[6] 27.5.2005 tarihli Radikal Kitap.
[7] Temmuz-Ağustos 2005 tarihli Tiroj dergisi.
[8] 10.3.2006 tarihli Radikal Kitap.
[9] 4.8.2006 tarihli Radikal Kitap.
[10] 11.8.2006 tarihli Radikal Kitap.
[11] 1.9.2006 tarihli Radikal Kitap.