İkidillilik, barışın dili, taraf olmak vb.

[1]


   Millî Eğitim Bakanlığı'nın internet sitesinde "ana dil/ anadil/ anadili" terimini arayınız, Hasan Ali Yücel'den beri aynı durumun sürdüğünü göreceksiniz: Eğitimciler bu terimi hiç bilmiyorlar, bildiği belli olan bir iki kişi de toplantılarda dil sorunları konuşulurken 'anadili demeyelim, Türkçe diyelim' diye uyarıda bulunuyor. Elhak, dilbilimle eğitim politikalarının bir araya gelmemesi için elden gelen titizlik gösterilmiş.
   Son günlerde MEB, öğretmenleri okula yeni başlayan öğrencilerin anadiline duyarlı olmaları yönünde uyarıyor diye kısacık bir haber çalındı kulağıma. Haberin ayrıntılarını bulamadım. Doğruysa, günaydın.
   Günaydın ama, mesele çocuklara sevecen davranmakla bitmiyor. Anadili dahil, dil öğretmek konusunda yeryüzünde birikmiş ibadullah bilgi ve beceri var. Bu konuda Türkçe yazılmış ender çalışmaların yazarlarından yararlanılmamış olması, bilimin üzerindeki baskıların göstergelerinden biri. Sözgelimi Prof. Ömer Demircan, çocuğun içinde bulunduğu toplumsal ortama göre uygulanabilecek farklı yöntemleri ayrıntılarıyla ve uzun uzun anlatmıştır.[2] Gelgelelim, onun çalışmaları olsun, toplumdilbilim alanındaki çalışmalar olsun, uzun süre hem kuram düzeyinde kalmış, hem de yeterince rağbet görmemiştir.
   Bu politikalar sonucu, "bilinmeyen bir dil" aşamasına geldik. Bildiğini bilmezden gelme politikaları. Bu çerçevedeki bir adlandırma da şu: "Türkçenin Yeterince Doğru ve Güzel Konuşulmadığı Yöreler".
136 sayfalık bir kitabın adında ve neredeyse her sayfasında okunuyor bu söz. Kitabın adı, Türkçenin Yeterince Doğru ve Güzel Konuşulmadığı Yöreler İçin Sınıf Öğretmeni Rehberi. MEB "Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığınca incelenmiş; 9 Ağustos 1990 tarih ve 3824 sayılı yazıyla eğitim ve öğretim açısından uygun bulunmuş", aynı yıl yayımlanmış.
   Kitabın yazarı, söz konusu yörelerdeki "Türkçe" sorununun kaynakları hakkında bin dereden bin su getiriyor, öğretmen adayının yeterince bilgilendirilmemesinden tutun, "maddi imkân"lara kadar onlarca neden sayıyor ama, dil farklılığı demeye bir türlü dili varmıyor. Satır aralarından içler acısı bir kıvranma okunuyor; "... anne ve babalara izah edilmeli ellerinden geldiğince çocuklarıyla Türkçe konuşmaları sağlanarak çocuklarını teşvik etmeleri gerektiği anlatılmalıdır" vb., vb. Bu anne ve babalar Türkçe konuşmayıp ne konuşuyorlar acaba? Böyle bir soru içermiyor kitap. Soru içermiyor zaten. Yol gösteriyor: Öğretmenlere, "köyde Türkçe konuşanların isimlerini tespit ediniz", "Türkçeyi rahat konuşan aile ve velileri tespit ediniz" diyor (s. 19, 22).
   Sorun aslında kitap boyunca önemsenmektedir ama, sorunlardan çok dayatmalar da belirleyici olunca ortaya bunlar çıkıyor: Sömürge mantığına göre kurulmuş bir Ezop dili, gerçek adlardan kaçmak için bulunmuş gülünç birtakım betimleyici adlar ve çözüm adı altında usandırmaktan başka işe yaramayan bir ısrar. Çözüm kapsamında, öğretmen yetiştiren kurumlara ve bakanlığa düşen görevler, hazırlanması gereken rehber kitapçıklar, Türkçe derslerinin mutlaka artırılması, Türkçe anaokulları ve anasınıfları açma çalışmalarının hızlandırılması gereği vb.
   Ve yazar sonlara doğru şu hükmü veriyor:
   "Bu yörelerdeki eğitim ve öğretim faaliyetlerinde öğretmenlerimizin ayrı bir yol, ayrı bir metot aramaları da boşunadır (...) normal okullarda kullanılan metot ve teknikler az bir değişiklikle daha cazip hale getirilerek uygulanacaktır."
   Bugünlere işte böyle gelmişiz. Devlet, dilbilimin gelişmesini bunun için ketlemiş ve dilbilim Türkiye'ye ilgi göstermekten çekinmiş.
   Türkoloji bölümlerinin sayısı geometrik olarak artarken dilbilime böylesine uzak durmayı başarmak, dramatik bir durum. Tüm sonuçlarını hesaba katarsak, aslında trajik.

   "Türkçenin Yeterince Doğru ve Güzel Konuşulmadığı Yöreler"den kasıt aslında ikidilli yöreler. "İkidilli" sözcüğü, belirli gerçekliklere verilmiş bir ad olarak, dilbilimsel bir terim. İki ayrı durum için kullanılıyor: 1) Toplumda ikidillilik; 2) Kişinin ikidilliliği.
   İkidillilik, çokdilliliğin bir türü. Türkiye toplumu çokdilli. Belirli yöreler ikidilli. Yurttaşlarımızın çoğu ikidilli. Kimimiz, anadilimiz Türkçe olmadığı için ikidilliyiz. Kimimiz, İngilizce ya da başka bir dil öğrendiğimiz için ikidilliyiz. İngilizce öğrenen bir ikidilli yurttaş, üçdilli oluyor...
   Dilbilim, dilleri yaygınlığı ve saygınlığı içinde göz önünde tutmak gerektiğini söylüyor. Siz bu gerçekliği örtmeye ya da şeytanlaştırmaya çalıştınız mı, ayrılık tohumlarını kendi elinizle ekmiş oluyorsunuz, niyetiniz her ne olursa olsun.
   Öyle bir aşamadayız ki, bu saatten sonra resmî dilin, bayrağın, hatta devletin tek kalabilmesi için, bu tekliklerin altında gerçek bir çoğulculuğun gerçekleşmesi gerekiyor. Kürtler Meclis'te ve mahkemelerde Kürtçe konuşmak yoluyla bunu anlatmaya çalışıyorlar.
*         
NOT. Tahrifatçı Hurriyet Daily News
   19.8.2010 tarihli Radikal'deki yazımda, Hrant Dink'in 301. maddeye göre yargılanıp mahkûm edildiği yazısından söz etmiştim. Geçen gün internette fark ettim: "Hurriyet Daily News", o yazımı almış, bana sormadan ve kaynak da belirtmeden, İngilizceye çevirtip yayımlamış:
http://www.hurriyetdailynews.com/n.php?n=was-hrant-dink-an-8216enemy-of-turk8217-2010-08-19
   Çeviride hatalar ve bir de tahrifat var: Benim yazımda olmayan, Dink'in görüşlerini aktardığım yere bir 'sözde' sözcüğü eklenmiş; elbette İngilizcesiyle, "so-called" biçiminde. Görebildiğim kadarıyla, çevirenin adı yok. Buradan, tahrifat sorumlusunun Hurriyet Daily News olduğunu ilan ediyorum.
Metnin İngilizcesini, elimden geldiğince düzeltilmiş olarak, Türkçesiyle birlikte bloguma ekledim:
http://necmiyealpay.blogspot.com

NOT’a NOT.
   Hurriyet Daily News editörlüğüne durumu iki kez bildirip düzeltileceği sözünü almama rağmen, tahrifat hâlâ düzeltilmiş değil. –Kasım 2014


&

Barış, güvenlik[3]


   Kahire Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Amr Şalakani, Koray Çalışkan'a yazdırdığı ileti-yazısında, "En çok 'Barış!' diye bağırıyoruz" diyordu (30 Şubat 2011 tarihli Radikal). Profesör daha başka önemli şeyler de söylüyordu ama, bu "barış" sözcüğü özellikle dikkatimi çekti: Şalakani'nin kullandığı sözcük hangisiydi acaba? "Barış" değildi, çünkü Türkçe konuşmuyordu kendisi: Radikal, Çalışkan ile profesör arasındaki görüşmenin Arapça ve İngilizce yapıldığını yazıyordu.
   İngilizcede, malûm, 'peace' dediniz mi, bu hem dar anlamda 'barış' demek oluyor, hem de geniş anlamda, 'huzur' yani 'iç rahatlığı' anlamındaki barış. TV görüntülerinde İngilizce pankartlarda "peace" okunuyordu ama Arapça pankartların yazılarını seçemedim. Herhalde 'sulh' demişlerdir: 'Sulh'ün de tıpkı 'peace' gibi 'rahatlık, huzur bulma' gibi anlamları var.
   Ortalıkta cirit atan kavramlardan biri de 'güvenlik'. 30 Ocak Pazar günü NTV'de Murat Belge, Tahrir Meydanı'nda bir gençle yapılmış konuşmaya dikkat çekiyordu: "Güvenlik istiyorum", demişti genç, "eşimi ve çocuklarımı korumak için buradayım". Murat Belge, bunca isyan, bunca ölü, polis ve askerin verebileceği bir şey için miydi gibi bir şey söyledi, üzerinde yeterince durmadığı için sözü devam ettirmek gereğini hissettim. Bu ihtiyaç henüz belli belirsizken, Neval-el-Saadavi'yle yapılmış röportajı okuyunca, söyleyeceklerim az çok yerine oturdu:
   Mısır'da kim ne diyor merakıyla, kadın özgürlük hareketlerinin yakından bildiği, sık sık kovuşturmaya uğrayan, Enver Sedat zamanında hapse de atılmış olan yazar Neval-el-Saadavi'yi hatırlayıp internette aradığımda, "Democracy Now" sitesinde onunla yapılmış bir röportaj buldum. Saadavi'nin sözlerinde de 'güvenli/k' kavramı geçiyor, iki kez: "secure/ security".
   Saadavi elbette halkın kendi kendisini yönetmek istediğinden söz ediyor ve önce, iktidar sahiplerinden "onlar" diye söz ederek, bizlere çok bildik gelecek bir tablo çiziyor. "Onların" stratejilerinin, insanları korkutarak, 'Güvenliğe ihtiyacımız var, Mübarek'e ihtiyacımız var' demelerini sağlamak olduğunu anlatıyor. Buraya mim koyuyorum: Güvenlik ihtiyacı yaratmak.
   Saadavi ne kadar farkındaydı bilmek zor ama,  iki cümle sonrasında yeniden 'güvenlik' kavramına başvuruyor ve Tahrir Meydanı'nda kendini güvende hissettiğini söylüyor!
   Bu tablo, barış kavramının da, güvenlik kavramının da, hayatımıza iki ayrı bağlamda damga vurduğunu açıkça gösteriyor, Mısır'da da, bizim burada da: 1) Güvenlik güçlerinin diktatörlüğüne dayalı rejimlerin kullandığı korkuluk olarak güvenlik; 2) İnsanların birbirine güvendiği ortam, anlamındaki güvenlik. İç huzuru içinde uyuyabilmek, çalışabilmek, araştırma yapabilmek, eğlenebilmek, hatta üzülebilmek için her insanın ihtiyaç duyduğu, uzun erimli ve derinlikli toplumsal koşullar anlamındaki güvenlik.
   Birinci tür olanı, 'vatan savunması' çerçevesi içinde, çok azı gerçek, büyük bölümü tam anlamıyla uydurma, tıpkı çocukları korkutmak için kullanılan 'öcü' kavramı kadar berbat bir korkuluk kavram olup, "iç güvenlik belgesi" gibi yerlerde isteğe ve belirli kastların çıkarlarına bağlı olarak biçimlendirilen o faşizan 'güvenlik'tir. Sömürgecilik sonrası siyaset kuramlarında 'güvenlik devleti' olarak kavramlaştırılan ve bir ucu 'küresel güvenlik', 'küresel iç savaş' gibi kavramlara kadar giden olgunun ana bileşeni.
   İkinci tür olanı, toplumun dar bir kesimi her şeyden habersizmiş gibi yaşayıp giderken, tabulaştırılmış başka kesimlerin tedirginlik içinde, susamışçasına ihtiyaç duyduğu güvenlik. Hrant Dink'in ihtiyaç duyduğu güvenlik. Yanlarında "korumalar"ı olmadan gezemeyen arkadaşlarımızın ihtiyaç duyduğu güvenlik. Kendince hoş giysilere bürünen üçüncü cinsten insanların ihtiyaç duyduğu güvenlik. Suya sabuna dokunan, Kürt kültürünü savunan, 1915, 1938, 1942, 1955, 1964 diyen yazılar yazarken yokluğunu hissettiğimiz güvenlik. Kürtlerin, özellikle "bölge"de yaşayanların, "barış" derken kastettikleri güvenlik. Ve kadın erkek milyonlarca emekçinin, bilinç düzeyinde bile ulaşamadığı, sosyal güvenlik...
   Mısırlılar da diğer halklar gibi, "En çok 'Barış!' diye bağırıyor"muş. Devlet kökenli otoriteler ise "barış" sözcüğünü hiç sevmiyorlar. Barışın yalnızca devletler arasında ve ancak savaş koşullarında sözü edilecek bir terim olduğunu öne sürüyorlar. Bir türlü 'taban'ın insani talepleri açısından bakmak istemiyor onlar bu kavramlara. "Jeopolitik"ten yüreklere giden bir yol bilmiyorlar.
   Bu yazı yayımlandığında ben Van izlenimleriyle dolu olacağım, çünkü 5 Şubat 2011 Cumartesi günü Van Barış Meclisi'nin düzenlediği bir panelde konuşacağım. Barış sözcüğünün Türkçedeki ve diğer dillerdeki anlamlarından söz edeceğim, vb. Çoğu zaman olduğu gibi, salondan sorular ve katkılar gelecek. Radikal İki yazıları hafta içinde teslim edildiğinden, o konuşmaları bu hafta aktaramıyorum.
   Van'dan tek bir kez geçmiştim, birkaç yıl önce, transit olarak, Bitlis'e gidip gelirken. O sıralar, "van" sözcüğünün Ermenicede 'şehir' anlamına geldiğini, tıpkı Eskişehir, Yenişehir, Akşehir der gibi Van, Erivan, Tatvan dendiğini öğrenince, ancak bir dilcinin anlayabileceği bir sevecenliğe kapıldığımı hatırlıyorum. Ama hemen ardından bu bilginin güvenli bir bilgi olup olmadığı sorusunun uğursuz bir çizgi olarak tabloya eklendiğini... 


&

Kreolleşme[4]


   Edouard Glissant, Martinikli büyük yazar, 3 Şubat günü öldü. 82 yaşındaydı. Şair, roman yazarı, felsefeci, budunbilimci, dilbilimci. Dünyanın geri dönülmez bir biçimde melezleştiğini savunuyordu. Dilbilim, "kreolleşme" kavramını ona borçlu. "Sarsıntılı düşünce (pensée du tremblement)" gibi önerileri de var.
   "Sarsıntılı düşünce" önerisi, akılcılıkla gelen kesinliklerin artık işe yaramadığı saptamasına dayanıyor: Yaşadığımız "kaos dünya"yı anlamak için artık önceki pragmatizmler yetmemektedir. Fiziksel ve biyolojik evren gibi, iktisat dünyası da istikrarsızlık temeline dayalıdır. Bu durumu daha iyi anlamak ancak kendi gücünden emin olmayan sarsıntılı düşünceyle olanaklıdır. Korku, kararsızlık, endişe, kuşku, belirsizlik içeren düşünceler, "melez düşünceler, açık düşünceler, kreol düşünceler" kastedilmektedir, sarsıntılı düşünce derken (bkz. 4.2.2011 tarihli Le Monde gazetesinde yayımlanan söyleşi).
   Glissant, kreolleşmeyi şöyle tanımlıyor: Rio de Janeiro, Meksiko, Paris banliyöleri, Los Angeles çeteleri arasında ortaya çıkan sokak dilleri birer kreoldür. Kreolleşme evrensel bir olgu, aslında melezleşen tüm banliyöleri bir bir sayabiliriz. Buluş yetileri ve hızı açısından kesinlikle olağanüstü bir olgudur. Kreollerin tümü kalıcı diller değil, ama toplulukların duyarlığında izler bırakıyor. Müzikte aynı olay: Amerika kıtasındaki caz müziği, beklenmedik bir kreolleşmedir. Hayvan yerine konmuş, hayvan kovalar gibi kovalanmış, asılmış, canlı canlı yakılmış insanların 'blues' gibi, caz gibi, neşeli, metafizik, yeni ve evrensel bir müzik yapabilecekleri akla bile gelmezdi. Karayipler'in, Antiller'in müziği çoğu kez Avrupa’nın 'kadril' müziği ile Afrika müziğinin karışımından oluşur: Vurmalı çalgılar, esrimeli şarkılar. Karayipler'in kreol dillerine gelince, bu diller hiç beklenmedik bir biçimde doğmuştur: Plantasyonların orta yerinde, efendilerle köleler arasında, uydurma yordamıyla.
   Glissant'a göre, kreolleşme, sanatta ya da dillerde, beklenmedik olanı üreten bir melezleşmedir. Kendini yitirmeksizin kendini dönüştürmenin bir yoludur. Kreolleşmede, dağılmak toplanmayı olanaklı kılar; kültürden, uyumsuzluktan, düzensizlikten, girişiklikten doğan şoklar, yaratıcılık kazandırır. Açık ve içinden çıkılmaz karmaşıklıkta yeni bir kültürün yaratılışıdır bu. Büyük medya ve sanat merkezlerinin tektipleştirici etkisini itip kakmaktadır bu oluşum. Müzikte, görsel sanatlarda, edebiyatta, sinemada, mutfakta ve başdöndürücü bir hızla...
   Glissant, Avrupa'nın da kreolleştiğini, bir tür takımadaya dönüştüğünü söylüyor. Avrupa'da birbirine etkide bulunup nüfuz eden çok zengin birkaç dil ve edebiyat olduğunu, öğrencilerin yalnızca İngilizceyi değil, bu dillerin birkaçını birden edindiğini... Ve bunların yanında Katalan, Bask, hatta Bröton bölgesi gibi bölgelerin gitgide daha çok canlılık gösterdiğini, ayrıca Afrika'dan, Kuzey Afrika'dan, Karayipler'den gelen toplulukların varlığını. Bu topluluklardan bazıları yüzyıllara, hatta binyıllara varan kültürleriyle birlikte kendi içine kapanırken, bazılarının hızla kreolleştiğini. Ve bu olguların Avrupa içi sınırlar kavramını gitgide bulanıklaştırdığını...
   "İlişkisel sanat" diyor Glissant. İlişkisel kimlik. Sabit kimliklerin, kreolleşmiş toplumlarda yaşayan çağdaş insan duyarlığına zarar verdiğini söylüyor. Gilles Deleuze'ün "köksap kimlik" kavramına benzettiği "ilişkisel kimlik" kavramını bugünkü duruma uygun buluyor. Bunun, yabancılıktan korkan, tek dile, tek ulusa, tek bölgeye, bazen de tek bir etniye, ırka ya da kabileye bağlanmış, özdeşleşmiş kimlikler için zorluk getirdiğine dikkat çekiyor. Fransız dili, edebiyatı ve kültürü gibilerin ise yabancılardan korktuğunu, kendi içine kapandığını, asimilasyon ve entegrasyon yoluyla göçmenleri silmeye çalıştığını söylüyor: Cezayir savaşında olup bitenlerin Fransız bilinçdışına yerleşerek bir inkâr ve suçluluk tepkisine yol açtığını, oysa bundan çok az yazarın söz ettiğini anlatıyor. Zengin Fransa tarihinin ve toplumunun hak ettiği edebiyat değil bu, diyor. Ancak, yakın gelecek için bu konuda da umutlu konuşuyor.
   Edouard Glissant'ın yapıtlarından hiçbiri Türkçeye çevrilmemiş.
*
   Kreolleşme kavramı siyaset alanında da işe yarayabilir. Geçen günlerde buna çok yakın bir anlam alanını adlandırma ihtiyacıyla, "fermuar etkisi" demiştim. 5 Şubat günü barış paneli için Van'a birlikte gittiğimiz Ertuğrul Kürkçü ile "darbe-şeriat" ilişkisini konuşurken doğmuştu bu ihtiyaç. Kürkçü ile, bu ilişkideki süreç özelliğinin dikkate alınmadığını, darbeci ve şeriatçı odakların onyıllar boyu mutlak bir biçimde aynı kalmış gibi ele alındığını konuşuyorduk. Oysa her hamlede birbirini etkilemiştir bu güçler. Fermuar kavramını aklıma getiren de bu karşılıklı hamlelerdi.
   Bu konuşmanın hemen ertesinde Süheyl Batum'un ordu için "kâğıttan" demesi, ardından Genelkurmay Başkanı'nın orduyu siyasete çekmeye çalışanları kınaması ve Başbakan'ın salı günü AKP Meclis grubuna yaptığı konuşma, fermuara yeni ve çok net dişlilerin eklenmesi anlamına geliyordu.
   Süreç devam ederse, siyasi bir kreolleşmeden söz edilebilecek duruma gelebilir. Matrisin içinde Kürt özgürlük hareketi, kadın özgürlük hareketi, emekçi girişimleri, Aleviler, medyayı izleyenler, antimilitaristler gibi çok çeşitli özgürlük talepçileri de yer aldığına göre, kalıcı bir kreolleşme bile umut edilebilir.


&

Sivil itaatsizlik halleri[5]


   Son zamanların toplu siyasi davaları, 12 Eylül döneminin ilginç birer uzantısı gibiler. 12 Eylül'den farklı olarak, bir süredir işkenceden bahseden pek yok, ancak hukuksuzluk yakınmaları ve sanık sayıları açısından benzerlikler var.
   15 Şubat 2011 tarihli haberler arasında işin sivil itaatsizlik yönünü düşündüren bir nokta da vardı: Balyoz soruşturmasıyla ilgili olarak tutuklanan emekli ve görevli subayların, tutukluluklarına itirazları kabul edilmezse savunma vermeyeceklerini, avukatlarından da istifa etmelerini isteyeceklerini söylemeleri. Bu haber doğrulanır ve gerçekleşir de sonuçta dava bu nedenle yol alamazsa, ikinci bir büyük davada sivil itaatsizlikle karşı karşıya olacağız demektir. Birincisi, bilindiği üzere, sanıkların savunmalarını anadillerinde yapmakta ısrarlı olduğu KCK davasıdır.
   "Sivil itaatsizlik" sözü, siyasal bir mücadele biçimi olarak, devlet kurumlarına ya da onların temsilcilerine itaat etmemek anlamına geliyor. Meşruluğunu ve gücünü şu üç özelliğinden alan bir mücadele türü bu: 1) Haklılığından; 2) Başka çaresi kalmamışlığından; 3) Şiddete başvurmayışından.
   Yürürlükteki yasalar ya da devlet size hakkınızı teslim etmeyip hakkınız her ne ise onun tersini dayatıyorsa, itaatsizlik hakkınız doğmuş demektir. Buradaki haklılık ve başka çaresi kalmamışlık durumlarının ölçüsü sizin kendinizden ve benzerlerinizden menkul olmayıp tarih ve vicdan önünde teslim edilen evrensel ilkeler olmak zorunda.
   Yanlış bilmiyorsam, en katı disiplinin geçerli olduğu kurumlar olarak ordularda da, astların kanunsuz emre itaat etmemek gibi bir hakları var. Daha sonra bu nedenle yapılacak soruşturmada emrin kanunsuz olduğunu kanıtlayabilmeleri koşuluyla elbette. Bu ne derece olanaklıysa!
   Sivil itaatsizlikte söz konusu olan ise, kanunsuzluktan çok, hukuksuzluktur. Sonuçta gelip etik boyuta dayanan bir mesele.
   Sivil itaatsizlik yordamına 12 Eylül cezaevlerinde de başvurulmuştu. Mamak Cezaevi kadınlar koğuşunda sürekli olarak sivil itaatsizlik içindeydik. Kavram o zamanlar Türkiye solunda hiç yer bulamadığından, yaptığımız şeyin adını böyle koymuş değildik. "Kurallara uymamaktan" söz ediyorduk. "Kurallar" dediklerinin uyulacak yanı yoktu çünkü.
   Bize uygulanmak istenen rejim, görünüşte askerlik mantığına dayalı, ancak, nazi Almanya'sının kampları ile ABD yönetimindeki Saygon zındanları gibi örnekleri saymazsak, dünyanın hiçbir asker birliğinde uygulanmayacak türden bir yönetimdi. Bırakınız 'normal' zamanları ve bizim gibi asker olmayan mahpusları, savaş zamanlarında ve askerlerle tutsaklara bile uygulanmayacak kurallarla koşullar yürürlükteydi.
   Bu uygulamaları ayrıntılarıyla anlatacak değilim, şimdiye kadar epey anlatıldı, kitaplar yayımlandı, ilgilenen bulur. Burada belirginleştirmek istediğim nokta, Mamak kadınlar koğuşundaki direnişin birinci sınıf bir sivil itaatsizlik örneği olduğudur. Bu direnişe zaman zaman erkek koğuşları da katıldılar, kırk güne varan açlık grevleri (gerçekten hiçbir şey yenmeyen grevler) yapıldı, ama kesintisiz itaatsizlik yalnızca kadınlar koğuşunda vardı. Belirli bir uğrakta coplu saldırılardan kurtulan da kadınlar oldu.
   Sivil itaatsizliğimiz, askerler coplasın diye ellerimizi açmamız emredildiğinde açmamak (ve elbette bu nedenle her zamankinden daha beter coplanmayı göze almak), sayım verirken avazımız çıktığı kadar bağırmamız emredildiğinde bağırmayıp normal bir sesle saymak, bağırarak marş okumamız istendiğinde okumamak, havalandırmada asker talimi yapmamız istendiğinde yapmamak vb. biçimindeydi.
   Tavrımızın karşılığı ise, kıyasıya coplamaların yanı sıra günler süren tabutluk cezaları, elebaşı saydıklarına hücre tecrit cezaları, arama adı altında koğuşu ve yataklarımızı her tür malzemeyle berbat etmeler, kitap yasakları, gazete yasakları, görüş yasakları, vb. Radyo, tv ya da müzik âletleri zaten her zaman yasaktı...
   Zaman geldi, bu direniş cezaevi dışından, daha önce aklımızdan bile geçmemiş olan bir destek buldu: Annelerimiz cesaretlerini toplayıp bir araya gelmişler ve resmî makamları dolaşıp olup bitenleri anlatmaya başlamışlardı. Sonuçta, günün birinde coplu saldırı biçimindeki işkenceler sona erdi. Bizim itaatsizliğimiz sürdü, diğer eziyetler ise, bazen yoğunlaştı, ama zaman içerisinde azalmaya yüz tuttu...
   "Sivil itaatsizlik" terimi Türkçeye galatımeşhur olarak yerleşen "sivil"li çeviri hatalarından biridir. Yirminci yüzyılda dünya ortak kültür sözlüğüne İngilizce yoluyla giren "sivil"li terimlerin çoğu gibi bu terim de Türkçeye gelirken anlam kaymasına uğramış.
   Sözgelimi, tarihsel "Amerikan Yurttaş Hakları Hareketi"nin adının Türkçede bazen "Amerikan Sivil Haklar Hareketi" biçimini aldığını görüyoruz. Böyle epey örnek var. O tür yanlışlar düzeltilebilir. Ancak, "sivil itaatsizlik" terimi artık değiştirilemeyecek kadar yerleşmiş durumda: Yurttaşın devlete ya da devleti temsil etme konumundaki kimselere itaatsizliği anlamına geliyor.
   Şimdi elbette 15 Şubat haberlerine göre sivil itaatsizlik sayılabilecek bir girişimde bulunmayı düşünenlerin eski ya da görevdeki askerler olması ilk bakışta paradoksal bir durum gibi görünüyor. Oysa, askerler de yurttaştır ve yurttaş sıfatlarıyla sivil itaatsizlik yordamına başvurabilirler. Buradaki mesele, askerlerin sivil itaatsizlikte bulunmasında değil, itaatsizliklerinin meşru olup olmadığı sorusunda yatıyor. Yani, yukarıda belirttiğim üç ölçüte uygun durumda olup olmadıkları sorusunda...
   Aynı soru, KCK davalarındaki anadili itaatsizliği için de geçerli elbette. Sivil kesimlerin yani yurttaş kesimlerinin beyan ettiği fikirler çoğunlukla o itaatsizliğin meşru olduğu yönünde: Savunma hakkı kutsaldır ve kişi savunmasını en iyi bildiği dilde yapabilmelidir. En iyi bildiği dilin hangisi olduğunu kişinin kendisi bilir. Ve çevirmen bulundurmak, yargılayanın görevidir.


&

1974'ten anılarla Kıbrıs[6]


"Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır!"
"Ya taksim ya ölüm!"
   Bunlar 1960'lı yılların başlarında İstanbul'da ve başka yerlerde onbinlerce kişinin katılımıyla yapılan, bayraklarla bezeli Kıbrıs mitinglerinin sloganlarıydı. "Taksim"den kasıt, bölünmeydi. Kıbrıs henüz bölünmemişti ve miting yapan onbinler Kıbrıs'ın bölünmesini istiyordu. Gerekçe ise, EOKA adlı ırkçı terör (o zamanki adıyla tedhiş) örgütünün cinayetleriydi.
   EOKA faşistlerinin katlettiği çoluklu çocuklu bir Türk ailesinin banyo küvetine yığılmış kanlı bedenlerini gösteren fotoğraflar, yaşı elveren herkesin zihnine kazınmıştır. Kıbrıs'taki iki halkın artık bir arada yaşayamayacağı tezini savunanların sözlerine gazetelerde hep bu fotoğraflar eşlik ediyordu.
   Çok az sayıda yayının yer verebildiği bir başka fotoğraf daha vardı aslında: Bir otomobilin içinde iki adam: Tıpkı banyo küvetindeki aile gibi vurulup kanlar içinde yığılmış onlar da. Birlikte mücadele eden sendikacılardır bu genç adamlar. Biri Kıbrıslı Türktür, adı Derviş Ali Kavazoğlu. Diğeri ise Kostas Michaulis, Kıbrıslı Rum. Cinayet tarihi, 11 Nisan 1965.
   Bu iki fotoğraf, adadaki toplumsal mücadelenin ve derin devletlerden gelen müdahalelerin simgesi gibidir. Söz konusu devletler, anlaşmalarda "garantör devlet" statüsünün tanınmış olduğu Türkiye, Yunanistan ve Britanya'dır.
   Jeostrateji uzmanlarına göre adanın konumu paha biçilmezdir ve gitgide daha çok öyle olmaktadır ("stratejik olarak ilgiliyiz"). Kıbrıs halkının tarih boyunca rehin kalmasının gerekçesi budur. Siz, devletlerin ağzını sulandıran bir "batmayan uçak gemisi"siniz. Hem de dünyanın en zengin yeraltı kaynaklarının burnunun dibindeki bir gemi. Hangi Kıbrıslı bunu anlamaz ya da anladığı halde karşısına geçmeye çalışır, yazgıları Kavazoğlu ile Michaulis ve daha niceleri gibidir.
   1960'lı yıllar kan revanla bitip 70'ler geldiğinde Grivas'ın liderliğindeki faşistler Kıbrıs'ta yönetimi ele geçirdi. Türkiye, can güvenliği kalmamış olan "soydaş"larını korumak gerekçesiyle ve adayla ilgili üç "garantör devlet"ten biri sıfatına dayanarak, 1974 Temmuz'unda "Kıbrıs Barış Harekâtı" adını verdiği askerî müdahaleye girişti ve Kıbrıs bölündü.
   Türkiye Kıbrıs'a asker çıkardığı sırada devlet burslusu olarak bulunduğum Fransa'da, "Fransa Türkiyeli Öğrenciler Birliği"nin yönetim kurulu üyesiydim. Öğrenci Birliği olarak, her tür askerî müdahalenin yanlışlığı ilkesini benimsiyorduk ve bu çerçevede, müdahaleye karşı çıkan bir bildiri yayımladık. Kendini o zamanki TKP'ye yakın hissedenler TKP'nin, TİP'e yakın hissedenler TİP'in, böyle düşüneceğinden emindik.
   Gelgelelim, TKP'nin yönetimindeki Bizim Radyo bizi düş kırıklığına uğratacaktı: Bu radyo da tıpkı Ankara Radyosu gibi müdahaleyi destekliyor, "Kıbrıs halkı Türk askerlerini bağrına basıyor" vb. diyordu. Müdahaleye ancak bir iki gün sonra karşı çıkabildi Bizim Radyo.
   Grivas faşizmine karşı mücadele Kıbrıs halkının işiydi ve gün, bu mücadelesinde Kıbrıs halkıyla dayanışma günüydü. Öğrenci Birliği olarak, Yunanlı ve Kıbrıslı derneklerle ortak bir toplantı düzenlemek üzere harekete geçtik. O sıralar Yunanistan'da hâlâ "Albaylar Cuntası" yönetimdeydi, dolayısıyla Fransa'da çok sayıda Yunanlı işçi ve siyasi mülteci vardı.
   Yunanlılar açısından, ortak toplantı düzenlemekte bir sorun yoktu. Gelgelelim, böyle bir toplantıya katılacak Kıbrıslı Rum bulmayı bir türlü başaramadık: Komünist AKEL dahil Kıbrıslı Rumlar, "Türklerle ortak toplantı" yapma cesaretini bulamamışlardı. Sonuçta toplantıyı Yunanlı ve Türkiyeli işçi ve öğrenci dernekleriyle, bizim Öğrenci Birliği lokalinde yaptık. Büyük bir kalabalık gelmişti.
   Türk işçilerin büyük çoğunluğu aslında Kıbrıs müdahalesine destek duygusuyla gelmişlerdi ve nasıl bir tepki göstereceklerini kestirmek zordu.
   İlk sözü Yunan İşçi Birliği'nden gelen konuşmacıya verdik. Yaşını başını almış, has bir işçiydi. Yunanca konuşuyordu, söyledikleri önce Fransızcaya çevriliyordu, ardından biz Türkçeye çeviriyorduk. Sanıyorum, salondaki herkes için beklenmedik şeylerdi orada söylenenler. Her zamanki gibi, halkların kardeşliği, işçilerin sınıf birliği vb. diyorduk ama, o an bu zaten oracıkta olmaktaydı, işçiler oracıkta yan yanaydılar, omuz omuzaydılar.
   Konuşmalar bittiğinde, salonda sinek uçsa duyulacak bir sessizlik oldu. Fena halde endişeliydim ve çok kişi aynı duygu içindeydi.
   Bir anda güçlü bir alkış koptu. Henüz şoven zehirler ortalığı kaplamadığından olmalı, kimse karşı çıkmadı, kimse birbirini ihanetle suçlamaya kalkmadı. Belki o toplantıya katılanlardan bir bölümü birkaç gün sonra düzenlenen şoven toplantılara da gidecek, oralarda "harekât için bağış" verecekti. Ama o an, ortak bir toplantı herkese iyi gelmişti. Tekrarlanamasa bile.
   Kıbrıs harekâtının mimarı Başbakan Bülent Ecevit, bizim toplantıdan kısa bir süre sonra Fransa'ya geldiğinde haber yolladı, gelsinler görüşelim diye. Gittik. Öğrenim sorunları, yurt sorunları, Öğrenci Birliği'nin lokali vb. hepsini sordu, yanıtladık, talepler ilettik. Kıbrıs konusunu tam kalkmaya davrandığımızda açtı Ecevit. Yurdumuzun çıkarları konusunda daha dikkatli olmak gerektiği gibilerden bir şeyler söyledi ve karşılık beklemeden çıkıp gitti. O sırada diğer kapıdan giren Başbakan Yardımcısı Necmettin Erbakan da ellerimizi sıktı ve hemen o da ayrıldı bizden.[7]
   Cumhuriyet gazetesi başyazarı Nadir Nadi'nin o günlerdeki bir başyazısı da kayda geçilmesi gerekenler arasındadır. Başyazar, Öğrenci Birliği'nin Kıbrıs bildirisinden söz ediyor ve Ceza Kanunu'ndaki 140. maddeyi hatırlatıyordu: Yurtdışında ülke aleyhine beyanatta bulunmak gibi suçları düzenleyen madde! Çabası boşa gitti, aleyhimize dava açan olmadı. Herhalde Ecevit engellemiştir, belki de bu kadarcık karşı ses olsun diye.
   Kıbrıs'ın sonraki halleri biliniyor. Derin haller müdahale sonrasında bitmedi. Son "failimeçhul", 1990'lı yıllarda işlenen gazeteci Kutlu Adalı cinayetidir. Garantöre karşı ilk dolaysız itiraz gösterileri ise ancak geçen haftalarda düzenlendi.


&

Tanıklık[8]


 [Olayın sıcağında “Roboski” adı henüz yerleşmemişti. “Uludere” adı, haberlerde daha önce de sık sık geçtiğinden olmalı, herkese tanıdık geliyordu.]

   Uludere'nin katliama uğrayan köylerine 5 Ocak 2012 günü gittik. İstanbul'dan ve Ankara'dan, çeşitli kesimlerden gelen 35 kişilik bir gruptuk, çağrı Halkların Demokratik Kongresi'nden gelmişti, yolculukta da onlar yol gösterici oldular. Diyarbakır'da bizi karşıladılar, Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş'a uğradık, orada kısa birer konuşma yaptık. Demirbaş'ın kendisi de bir tür imha politikası mağduru, bacağında yurtdışında tedavi gerektiren ağır bir hastalık var, 1 Eylül Barış mitingine gittiğimde gözlerimle görmüştüm, dizinden aşağısı simsiyahtı, iyileşme hâlâ yok, ama o ayakta durmak için bütün gücünü kullanıyor.
   Demirbaş'ın söylediklerinden notlar:
- Yılbaşında biz yaslıydık ama ülkede yas ilan edilmedi. Öldürülen 35 kişi Nişantaşı'nda olsa yılbaşı öyle mi geçerdi?
- Halklar bir arada yaşamak, bunun için acılarını ortaklaştırmak zorunda.
- Basın bu konuda büyük bir çelişki yaşıyor.
- Bir oğlum dağda, diğeri askerlik çağına geldi, annesi diyor Avrupa'ya yolla, orada okusun.
- Kadına ne zaman sıra gelecek bu erkek egemen düzende?
- Bu katliamı barış için bir çıkış noktasına dönüştürmek gerekir ama, CHP, AKP belli... Acıların ortaklaşabilmesi çok önemli...

   Diyarbakır/Amed'den minibüslerle yola çıktık. Yolumuz altı saate yakın. Engin bir coğrafya bu seyrettiğimiz: ovalar, tepeler, dağlar, Dicle... Grupta o zamana kadar tanımadığım ya da uzaktan tanıdığım insanlar vardı, onlarla yakınlaşıyoruz. Meryem Koray'la yanyana oturuyoruz, duygularımızı, gözlemlerimizi konuşuyoruz. Bu güzelim coğrafyanın, ovaların dağların ne kadar kuraklaştığını, Dicle'nin inatla ayakta duran yakın kıyıları dışında yeşillerin yok edildiğini, tek bir insan etkinliğinin göze çarpmadığını, eskiden hayvancılıkla ünlü olan bölgede altı saat yolculuk süresince yalnızca iki küçük sürüye rastladığımızı, bir barış ortamında oraların nasıl güzelleşebileceğini, neler yapılabileceğini...
   Yolumuzun üstünde önce Şırnak var. Şırnak Belediye Başkanı tutuklu olduğundan, bizi Başkan Yardımcısı karşılıyor. Hem karnımızı doyurup hem oradakilerle konuşuyoruz. Ben Başkan Yardımcısı'nın yanında oturuyorum, anlatıyor: Katliamı birkaç saat sonra (01.30'da) duymuşlar... Köylüler yaralı kurtulan komşularını Şırnak hastanesine getirmişler... Sınıra gelen köylülerin önce etraflarının tarandığı, bombardımanın bundan sonra olduğu... Parçalanmış bedenlerin nasıl toplandığı... Battaniyelerle halı sahaya taşındığı...
   Başkan Yardımcısı, haberi alınca dört kişi yola çıktıklarında anayolda arka arkaya dizilmiş otuz kadar 115 ambulansı gördüklerini söylüyor. Ambulansların niye orada beklediğini yorumlamaya çalışmışlar, anlayamamışlar. Vaktinde gidip birkaç kişi kurtarabilirlerdi, diyor... Ağır yaralı olanın çocuk yaşlarda olduğunu söylüyor, 14-15 yaşında...

   Şırnak'tan sonra yol yokuşa vuruyor, gitgide yükseliyoruz, güneş dağlardaki tablolarda birazdan yerini aya bırakacak. Uludere'yi geçip, taziyede bulunacağımız ilk köy olan Roboski'ye (Ortasu) geliyoruz. Taziye çadırları üçüncü günün sonunda kaldırıldığından, köylüler bizi meydanımsı bir yerde karşılıyor, ayakta, çepeçevre dizilmişler. Gelenek uyarınca biz de sıraya girip teker teker ellerini sıkıyoruz: Başımız sağolsun. Her yaştan köy insanları bunlar, en yoksul, en çocuksu, toprağa en yakın... Elleri de hava gibi çok soğuk ve pütürlü, yürekleri alabildiğine sıcak, "hoşgelmişsiniz" diyorlar, neredeyse minnettarlar. "Başımız sağolsun" derken sesim hep titrek, gözlerim yaşlı. Birinin eli sakat, soruyorum, mayından diyor, elin sahibi ve yanındakiler. Biraz sonra öğreniyorum: "Sınır"da katırlarla birlikte hep gelip geçtikleri yol, bir mayınlı arazinin içindedir aslında. Mayınsız "yol"un genişliği bir metre kadardır. Köyde eli kolu parçalanmışların sayısı bu yüzden yüksektir...  

   Bizim için hazırlanmış beyaz naylon sandalyelere oturuyoruz. Hepimizde bir tutukluk. Köylülere soru soracak hale gelmemiz zaman alıyor. Ağladığımı gizlemek için burkulup duruyorum, yalnızca ben ağlıyorumdur fikri oluşmuş nedense kafamda, sonradan anlıyorum ki diğer arkadaşlar da aynı durumdalar, en azından kadınlar. Üç köyün üçünde de aynı seremoni yineleniyor, el sıkışma, sonra dua. El sıkışmada yalnızca erkekler oluyor, kadınlar bunun ardından sökün ediyor, bir köşeden çocuklarla birlikte sokuluyorlar önce, sayıları gitgide artıyor, kucaklaşıyoruz, birlikte ağlıyoruz, yakınlarının bedenlerini kendi elleriyle, parça parça toplamış insanlar bunlar...
   Diğer köylere doğru, coğrafya yine yükseliyor, hava daha da soğuyor, duygularsa hep sıcak; biz ve köylüler gitgide daha yakınız birbirimize. Bunu önce Meryem Koray'ın yolda aldığı notları okuyarak yaptığı o müthiş içten konuşma sağlıyor. Çok akıllı, çok duygulu. Üçüncü köy Gülyazı'da (Bujeh) Ferhat Tunç'tan bir türkü istiyoruz, "Dai, dai" diye başlıyor ama, gözyaşı gırtlağında düğümleniyor, bırakmak zorunda kalıyor... İlkay Akkaya başlıyor ve herhalde hayat boyu unutamayacağım eşsiz bir sesle artık simsiyah olmuş karanlığı ve sanki karşıki dağları titretiyor, köy meydanı tıklım tıklım, çıt çıkarmadan dinliyoruz, tek çıtırtı, yakılan güzel kuru ot ateşinin sesi. Yasemin Göksu da orada, ne yazık ki ona zaman kalmıyor, iki milletvekili var aramızda, Sebahat Tuncel ve Levent Tüzel, onlar konuşmalarını yapıyor ve o andan sonra artık herkes ayakta, omuz omuza, her birimiz yanıbaşımızdaki köylülere soruyoruz, anlatıyorlar, "kaçakçı" denmesinden duydukları rahatsızlığı, başka geçim kaynakları olmadığını, günde ortalama 50 lira kazanabildiklerini, bunun bir kısmının da "vergi"ye gittiğini, katırlarının masraflarını ve onlara pahalıya mal olduğunu, sınır ötesindeki akrabalarının tedarik ettiği mazot, sigara gibi şeyleri alıp geldiklerini, eskiden beri, devletin bu ticareti bildiğini ve göz yumduğunu anlatıyorlar, bu kez neden bombalandıklarını anlayamıyorlar ve bunun bir imha politikasının başlangıcı olmasından adamakıllı korkuyorlar. Katliam günü hastalandığı için diğerleriyle gidememiş olan biri utanırcasına belirtiyor bu durumu. Birbirlerini tanıtıyorlar, bunun oğlu gitti, eve ekmek getirmeye çalışıyordu, bunun abisi gitti, on yedi yaşındaydı, kardeşine ameliyat parası topluyordu, bir erkek çocuk, on iki on üç yaşlarında, kimsesi kalmamış, bunun iki yakını birden gitti, eve bakacak kimse kalmadı... Hepsine sarılıyoruz, yapabildiğimiz tek şey bu: Duyguları paylaşmak, bilgi almak, onların sözcüsü olma sözü vermek. İletmemizi oybirliğiyle istedikleri talep, sorumluların mutlaka bulunup açıklanması ve cezalandırılması. Birkaçı, kamu önünde özür dilenmesini de istiyor. Bize tazminat diye gelmesinler, biz huzur içinde yaşamak istiyoruz diyorlar.
   Gencecik kadın öğretmenleri var köylerin, hepsi geliyor, hepsinin duyguları bizimle aynı. Öğrencilerini bağırlarına basıyorlar, izlenimlerimizi doğruluyorlar.
   Bir ara, meydanda oluşan forum kalabalığının ortasında birinin yüksek sesle söz aldığını fark ediyorum, özürden söz eden biri konuşuyor ama, özür dileyen kendisi. Yanımdaki köylüler bunun Beşir Atalay'ı konuk eden korucu olduğunu söylüyorlar. Korucu, Atalay gelince gazetecilere "Türk milletinin başı sağolsun" demiş. Gazetelerden, Beşir Atalay'ın oradaki tüm vatandaşları ziyaret ettik dediğini okumuştuk önce, doğru değil diyor köylüler, evi köylerden biraz uzak olan bu korucunun evine gitmiş yalnızca. Köylülerin yüzlerinde, vahim bir hata işlemiş kişiye duyulan acımanın ifadesi...
   Ve çocuklar, ortalığın dinamik kesimi. Sonlara doğru, büyüklerden oluşan kalabalığın hemen arkasından arada bir sesleri geliyor: Slogan atıyorlar. Yaşları yedi sekizden on on beşe kadar. Gecenin karanlığında, yakın dağ tepelerindeki ışıklarıyla varlıklarını duyuran askerî üslere "uzay gemileri" diyor çocuklar, projektörleriyle çok yüksekte, rengârenk ışıklar bunlar...
   Son ziyaret, köyün yamaçlarındaki mezarlığa. Oraya minibüs için yol yok, karanlıkta, el fenerleriyle tırmanıyoruz. Taşlı topraklı, biraz karlı bir yokuş. Köylüler de bizimle geliyor. Mezarlar irili ufaklı, uç uca, yan yana. Çiçekli, kalemli, defterli. Biz de çiçek bırakıyoruz...
   Dönüş: O gün eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un tutuklandığını gece Diyarbakır'da televizyondan öğreniyoruz. Yorumlarımız aynı: Zamanlama manidar. İstanbul'a dönüşte dağılmadan ilk iş olarak basın toplantımızı yapıyoruz. Tanıklıklarımızı anlatıyoruz, kürsüde yedi kadınız ve birlikte gittiğimiz 35 arkadaştan çoğu salonda hazır. Sema Solaklı, "kaçakçı" denenlerin gerçekte birer kaçak işçi olduğunu söylüyor. Çok haklı. Olsa olsa kaçak işçilik denebilir bu insanların yaptığına.

   Uludere olayı bütün bir Kürt sorununun özeti gibi. Bütün boyutlarıyla: Devletin kıskacı, halkın yoksulluğu ve can pazarı. Ve inkâr ve imha. Uludere bu savaşın gerçek yüzüdür. Ölen, sakatlanan, ruh sağlığını yitiren herkes, aynı ayrımcı politikanın kurbanı. Barış çabası Uludere'den sonra daha da değerli.
#uludereyiunutma


&

                        Kürtçenin seçmeli ders olması
Evrensel gazetesinin sorularına yanıtlar[9]


Öncelikçe Kürtçenin seçmeli ders olarak okutulmasına ilişkin neler söylemek istersiniz?

   Kürtçenin seçmeli ders olarak okutulması Türkiye'nin Kürt kültürü konusunda devekuşu politikasından çıkmak için yapması gereken bir yığın işten yalnızca biridir. Umarım doğru dürüst yapılır da kökeni ne olursa olsun isteyen her öğrenci Kürtçeyle az çok yakınlık kurma fırsatını bulur. Bu adımın doğru dürüst atılması ise Kürtçe meselesinin bir bütün olarak ele alınmasına bağlı.

Kürtler için Kürtçenin seçmeli ders olarak verilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

   Kürtçe meselesi dediğim bütünün üç ayağı var, bunlardan biri anadili Kürtçe olan çocukların eğitim sorunudur. Okulların programına Kürtçeyi seçmeli ders olarak yapıştırmak bu sorunu çözmez, diğer iki ayaktan biridir o. Pedagoji uzmanları bilir: Bir çocuğa verilecek dersin biçimi ve içeriği, o çocuğun anadili ile içinde bulunduğu aile ve toplum ortamına göre yapılacak değerlendirmelerle belirlenmelidir.

Kürtçenin seçmeli ders olarak okutulmasına itirazlar da var buna dair neler söylemek istersiniz?

Anadilinde eğitim isteyen Kürtlerden gelen itirazları kastediyorsanız, haklıdırlar: Çocuk- merkezli bir eğitim için çocuğun anadilinin ağırlıkla dikkate alınması şarttır. Bunun ilkelerini eğitim uzmanları ve öğretmen örgütleri çocuğu merkeze alarak birlikte kararlaştırmalıdır. Bildiğim kadarıyla Eğitim-Sen ve ERG (Eğitimde Reform Girişimi) gibi çeşitli eğitim kurumlarının bu yönde çabaları var. Çağımız ikidilli ya da üçdilli eğitim çağı.

İki saatlik ders dilin öğrenilmesi için yeterli mi? Bir dilin öğrenilmesi ya da öğretilmesi nasıl olur?

Haftada iki saat bir dil hakkında ancak biraz fikir edinmenize yarar. O dil ve kültürüyle tanışık olmak isteyenler için yararlı olabilir, ancak anadiliyle ilgili ihtiyaçların bununla karşılanacağını düşünmek, görünüşü kurtarmaya çalışmaktan başka anlam taşımıyor. Devlet bu meselede hâlâ çocukların durumunu değil, yanlışlığı kanıtlanmış siyaset odaklı anlayışları esas alıyor, olaya bakarken dürbünü ters tutuyor.


&

Kürtçenin seçmeli ders olması
Gündem gazetesinin sorularına yanıtlar[10]


Seçmeli Kürtçe ders projesini Kürtlerin mağduriyetini, bu temel hakkını
giderecek ölçüde buluyor musunuz? Milyonları kapsayan bir toplumun dilinin
böylesi bir projeyle ele alınması, çokça eksiklik içermez mi?

   BDP Kürtlerin ayrı bir ulus olduğuna dikkat çekerek Kürtçeyi seçmeli ders niteliğinde kabul etmeyeceklerini duyurdu. Buna değerlendirmeniz nedir?

   Siyasal açıdan okuma yaptığınızda, AKP Hükümeti'nin gerek TRT 6, gerekse de
seçmeli ders ile, hedeflediği asıl yolun ne olduğunu düşünüyorsunuz? Bu, sanki
çalışanlara yönelik 'havuç sopa' uygulamasına benzemiyor mu?

   Son zamanlarda tutuklama-gözaltına alma istatistikleri korkunç düzeylerde. Bir
yandan Kürt halkının kurumlarına-siyasetine böylesi tahammülsüzlük sürerken, bir
yandan da anadili tanıyan pozisyona giriliyormuş gibi yansıtılmaya çalışılıyor.
İki gelişmenin paralelliğinde değerlendirdiğinizde fikriniz nedir?

    Bir dil bilimci olarak, Kürtçe için yapılması gerekenin ne olduğunu söyleyebilirsiniz?


   Bence Kürtçenin ve talep edilebilecek diğer anadillerinin seçmeli ders olmasına karşı çıkmamak gerekir. Çünkü Kürt dilinin ve kültürünün toplumda gereken yeri alabilmesi için önümüzde duran ihtiyaçlardan biri seçmeli derstir. Bu konuda BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş'a katılıyorum: Kürt çocuklarının dışında da Kürtçeyle ilgilenmek isteyebilecekler için böyle bir ders gereklidir. Ancak, haftada iki saatlik seçmeli dersi Kürt çocuklarının anadili sorununa çözüm gibi sunanlar yalnızca kendilerini aldatmış olurlar.
   Kişisel olarak yıllardır şunu söylüyorum: Anadili sorununun eğitim ayağı ancak anadili temelinde düzenlenecek ikidilli eğitimle çözülebilir. UNESCO da on küsur yıldır iki ve üç dilli eğitimin çağımızda kaçınılmaz bir gereklilik olduğunu savunuyor.
   Bir anadili sorunumuz var, çünkü böyle anadillerinin varlığı cumhuriyet tarihi boyunca inkâr edildi. Hatta bir ara "Kürtçe" sözcüğü sözlüklerden çıkarıldı. Dilbilimcilerin de susturulması sonucu, "anadili" kavramı bile anlamından saptırıldı. Kürt sorununun temelinde, bu ağır tekçi politikalar yatıyor. Oysa dil meselesi insan dediğimiz varlığın bütün psikolojisiyle temelden ilintili bir mesele.
   Anadili sorununda atılması gereken adımların başlıca üç ayağı şunlar: 1) Çocuk merkezli bir eğitim için, anadili temelinde çokdilli eğitimin düzenlenmesi; 2) Dillere ve taşıdıkları kültürlere sahip çıkılması, bunun gerektirdiği kaynakların ve olanakların yaratılması, Kürt Enstitüsü gibi girişimlerin desteklenmesi; 3) Tüm dil ve kültürlerin eğitimde ve diğer toplumsal alanlarda eşit değerde yer bulması; yalnızca kendi mensuplarının değil, diğer toplulukların da gündeminde olması.
   Devletler ve AB, BM gibi resmî yapıların iç işleri mümkün olduğu kadar az sayıda dille çalışmayı gerektiriyor, tıpkı iş ve ticaret ilişkileri gibi. Başta çocuklar olmak üzere bireyler ve topluluklar ise anadillerine gereken değerin verilip dikkat gösterilmesine vazgeçilmezlik derecesinde ihtiyaç duyuyor.
    Türkiye'deki  tekçi politikaların tek kurbanı Kürtçe değil aslında. Yarattığı sonuçlar açısından en ağır kurbanının Kürtçe olduğu doğrudur, ancak, bu inkâr politikası Türkçe dahil diğer tüm anadillerini de etkilemiştir. Yabancı dil öğrenmekte en çok güçlük çeken toplumlardan biri olmamızın başlıca nedeni, anadili bilincimizin olmayışıdır.
   Devlet hâlâ bu bilinç eksikliğiyle hareket ediyor. Daha düne kadar özellikle MHP'de, Kürtçe Türkçenin bir lehçesidir diyen siyasetçilere rastlanıyordu ve gülünç olmayın diye bir uyarı ne bakanlıklardan geliyordu ne de akademik kuruluşlardan. Oysa Türkçe dilbilimiyle ilgili hiçbir kaynakta böyle bir bilgiye rastlanmaz. Böylesine bilim dışı, gayriciddi söylemler yıllarca toplumda egemen kılındı. Seçmeli dersin çözümün bütünü gibi sunulması o söylemlerin bugün hâlâ etkili olduğunu gösteriyor.
   Anadili sorununun bir bütün olarak ele alınması ve yıllardır bu konuda çaba gösteren Eğitim-Sen, ERF (Eğitimde Reform Girişimi) gibi ilgili meslek kuruluşlarının katkısıyla yeni politikaların oluşturulması kaçınılmazdır. AKP, Erdoğan'ın önderliğinde 'parti merkezli' ve dar ufuklu bir politika güdüyor. Oysa eğitim ve kültür politikalarının çocuk ve toplum merkezli, geniş ufuklu politikalar olmaktan başka çaresi yoktur.
   Anadili temelinde eğitim, bir anayasa ilkesi olmalıdır.
   Böyle yapılmaması, çocuklarımızın ve gençlerimizin o dar siyasete kurban edilmesi anlamına gelecektir.
   Hüseyin Çelik, "Anadil seçmeli ders olarak batı ülkelerinde de veriliyor. Pakistanlılar İngiltere'de kendi anadillerini seçmeli ders olarak alıyor" demiş. Türkiye Kürtlerini Britanya'da yaşayan Pakistanlılarla karşılaştırmak bir garip akıl yürütme oluyor elbette. Türkiye Kürtleri kendi ülkelerinde yaşıyor, başka bir ülkede değil. İkinci bir nokta da, Britanya'nın emperyalist bir ülke olması. Cumhuriyet Türkiye'si olarak kendimizi Britanya gibi bir emperyalistle aynı kefeye koymaya razı mıyız? Razı olacak mıyız? Yoksa yayılmacı ve ilhakçı duygularımız yine öne çıkmaya mı başlıyor?
   Gerçi anadilleri farklı olan çocukları düşünürken benzer karşılaştırma hataları yapabiliyoruz. Ben de anadili Türkçe olan çocukları düşünürken, "Yunanistan'dakiler, Bulgaristan'dakiler" diye başlayınca "Almanya'dakiler" diye devam ederim bazen. Oysa Yunanistan ve Bulgaristan Türklerinin konumuyla Almanya'daki Türklerin konumu karşılaştırılamaz. Bu fırsatla özeleştiri yapmış olayım. Umarım Bakan Hüseyin Çelik de yapar böyle bir özeleştiri.
   Çocuğun anadilinden başka, bulunduğu ortam da belirleyicidir: Kürtçe konuşulan bir ortamda eğitim gören çocuğa verilecek ders başka türlü biçimlenir, Kürtçe konuşulmayan bir ortamda eğitim gören çocuğa verilecek ders başka türlü.
   Anadili bütün bu açılardan özel olarak değerlendirilmesi ve genel bir ilke olarak ikidilli (ve İngilizceyi ya da dünya dillerinden birini de sayarsak üç dilli) eğitim programlarının düşünülmesi gerekir.
   'Anadilinde eğitim' adı verilen ilkenin uygulamadaki biçimi de budur. Bugün Türkiye'de yedi dilde eğitim veriliyor, bunlardan üçü anadilinde eğitimdir: Türkçe, Rumca ve Ermenice. Anadili meselesini yalnızca bir azınlık meselesi gibi görmek, bir ağacın yalnızca kimin tarlasında olduğuna bakmak anlamına gelir. Bu ağacın suyu, havası, sağlığı, meyvesi, geleceği, bütün bunlar düşünülmemiş olur.
   Son 3-4 yüzyılda bu alanda büyük balık küçük balıkları durmadan yutuyor. Bu açıdan Hitler olayı bir kırılma noktasıdır. Hitler, "Ein Volk, Ein Reich, Eine Führer (Tek Millet, Tek Devlet, Tek Lider)" diye bağırdıktan sonra komşu ülkelere saldırıya geçti. Fransa'da, İsviçre'de, Britanya'da tutunabilse bu "Tek Millet" meselesi ne olacaktı acaba? Yahudileri yok etmeye kalktığı gibi diğer milletleri de sırayla yok etmeye mi koyulacaktı? Gerçekte Hitler'in ağzından bağıran, ulusalcılığın vardığı son noktaydı, ulusal ile emperyal arasındaki gerilimin çılgınlığıydı. Hitler'in geç kalmış emperyalizmini, daha ince taktiklerle çalışan kaşarlanmış emperyaller önledi...
   Tarih tekerrürden ibarettir demek istemiyorum elbette.


&

Anadili, anahtar[11]


   Başbakan, Kürtçenin seçimlik ders olarak ilköğretim müfredatına alınmasından söz etti. Gerçi haberin gündemde belirmesiyle yok olması bir oldu, çünkü araya hemen Suriye'nin uçak düşürmesi girdi, bu yazı yayımlanıncaya kadar daha başka güncellikler de olabilir. Yine de, nasıl olsa Kürtçe ve anadili sorunu gündemden düşecek değil diyerek, gerekli ufuk turuna girişeyim.
   Anadili sorunu bir denizse, Kürtçenin seçimlik ders olması o denizde ancak bir damla olabilir. Sorunun çözümündeki rolü ise, anadili Kürtçe olan çocuklar yönünden değil, anadili Kürtçe olmayan çocuklar yönünden rol oynayabilir; o da, Kürt varlığına, tarihine ve kültürüne ilişkin bilgileri diğer derslerin bünyesine de almak kaydıyla. Kürtlerin önemli bir bölümü, çocuklarının anadilinde eğitim almasını istiyor. Bunun teknik adı, anadili temelinde çokdilli eğitimdir.
   Anadili kavramıyla ilgili çeşitli boyutların en temelinde ruhsal-zihinsel boyut yatıyor. Bunu biraz annemizle olan ilişkimizi düşünürsek daha iyi kavrayabiliriz. En iyi dilbilimciler, en iyi ruhbilimciler ve en iyi eğitbilimciler, anadilimizin bilinçdışımıza kök saldığını ve dil meselesinin her şeyden önce psikolojik bir mesele olduğunu anlatmıştır.
   Gelgelelim, bu bakış açısı devletlerin en son dikkate aldıkları husustur. Türkiye Cumhuriyeti devleti başta olmak üzere, "psikolojik" deyince devletlerin anladığı, "psikolojik harekât" oluyor. Onların derdi, yönetimlerindeki halkı nasıl çekip çevirecekleri, kendi saptadıkları politikalara göre halkları nasıl hizaya getirecekleridir. Dil politikaları bu gerçeğin en belirgin olduğu alanlardan biri.
   Türkiye'de devletin Kürtçeyi ve Anadolu'da konuşulan diğer anadillerini yok etmeyi hedeflemiş olduğunu biliyoruz. Bugün en azından Kürtçe için bunun başarılmamış olduğunu da biliyoruz. Lazca ve Çerkezce gibi diller de hayat belirtisi gösteriyor. Ancak devlet hâlâ zaman kazanmak peşinde. Bırakınız soruna çocuk ve birey odaklı bir açıdan bakmayı, bir bütün olarak bakmak bile istemiyor. Bütün olarak bakmak, anadillerine ilişkin taleplere her düzeyde saygı göstermeyi, eğitimin her kademesinde yurttaşların anadillerini dikkate almayı gerektirir.
   'Anadilinde eğitim' kavramı, Kürt sorununu çözecek anahtar olarak önümüzde duruyor. Devlet, anadilinde eğitimin bağımsız devlet anlamına geleceği fikrini yayıyor. Oysa siyaset bilimi, ayrı devlet olmanın başlıca işareti olarak eğitim dilini değil, ayrı para basmayı gösterir. Kaldı ki anadilinde eğitim yalnızca Kürtlerin değil, başta Türkçe olmak üzere diğer anadillerinin de dünya egemeni İngilizce karşısında gitgide artan oranlarda yaşadığı bir ortak sorundur.
   Biz insanlar yaşamsallıklarımızın bir bölümünü masaldaki kırkıncı odaya kapatıyoruz. Yaşamsallık derken, en geniş anlamından en dar olanına kadar gerçekten yaşamsal yönlerimizden söz ediyorum. Kırkıncı odayı kapatanlar elbette güç sahipleridir. Ancak bizler de kolayımıza ya da işimize geldikçe o odayı unutmaya ya da unutmuş gibi yapmaya teşneyiz.
   Anadili kavramı, kırkıncı odaya kapatılanlardan. Devletlerin sevmediği, akademik kuruluşların görmezden geldiği, adını onyıllar boyu kimsenin bilmediği bir temel gerçeklik.
   Bu gerçeklik 1900'lü yılların son onyıllarında, başka bir deyişle binyıl dönüşünde, hem dünyada hem de Türkiye'de kimlik tartışmalarıyla birlikte bastırıldığı yerden yükseldi ve su yüzüne çıktı. Gerçi konu başlıkları "anadilleri" biçimde değil, "diller" biçimindeydi. Çünkü her dil bir anadili olmakla birlikte, "anadili" kavramı dil olgusuna birey açısından bakan bir kavramdır ve dillerle ilgilenen disiplinler birey açısından bakma işini ruhbilim disiplinlerine bırakmıştır, belki de bırakmak zorunda bırakılmıştır.
   Bu noktadan devam etmeme yardımcı olacak bir dolayım olarak sözü kendime getirmek istiyorum. Geriye dönüp baktığımda, kendi dilciliğim ve dil ilişkileri maceram ile, anadili kavramının bizim toplumdaki serüveni arasında bir paralellik ya da bana önemli gibi gelen kesişme noktaları görüyorum.
   Türkçe dışında karşılaştığım ilk dil, on bir yaşımdayken, küçük rütbeli bir devlet memuru olan babamın "şark hizmeti" çerçevesinde gittiğimiz Tunceli ili Mazgirt ilçesi Muhundu nahiyesinde karşılaştığım Kürtçedir. Geçici bir karşılaşma değil; bütün bir yaz mevsimini, neredeyse yalnızca Kürtçe konuşulan bu yerleşim yerinde geçirdim. Gerçi daha önce yaşadığımız Akdeniz ilçesinde batı dilleriyle karşılaşmışım ama, o zamanlar yalnızca yedi yaşlarındaydım. Evimize yakın antik bir mezarı incelemeye gelen yabancı arkeologların peşinden ayrılmazdım. Onların dediklerini neden anlamadığım konusunda hiçbir fikrim yoktu.
   Muhundu'da ise artık yabancı dil nedir, bildiğim bir yaştaydım. Okuduğum bazı romanların kapağındaki "çeviren" sözcüğü büyülü sözcüklerden biriydi benim için. Yalnızca birkaç ay kaldığım Muhundu'da elimde kalem kâğıt, Kürtçe sözcüklerin anlamını bulup kaydediyordum: 'Süt'ün 'şır', 'anne'nin 'day', 'çabuk oyna'nın 'zublis' olduğu aklımda kaldı. Çok iyi Türkçe konuşan bir abla ile birkaç abi vardı, onlar Tunceli ve Elazığ'da okula gidiyor, yazları Muhundu'da geçiriyorlar ve köyde hep Kürtçe konuşuyorlardı.
   Ortaokula başlamak için Balıkesir'e geldiğimde beni bir sürpriz bekliyordu. Doğu illerinde geçirdiğim beş yılın sonunda edindiğim doğu aksanı fena halde alay konusu oldu. Oysa batıdan doğuya gittiğimde kimse benim batılı Türkçemle alay etmemişti. Bunun da etkisi var mıdır bilmem ama, dil alanı, okulda da okul dışında da kesintisiz bir biçimde öğrencisi olduğum bir alan oldu.
..............
   İngilizce etkisi meselesi [1980’li ve 90’lı] yıllarda yalnızca benim değil, geniş bir okur kitlesinin de ilgisini ve kaygısını uyandırıyordu. Dönem tam da küreselleşmenin ayyuka çıktığı, eğitimin özelleştiği ve yabancı dilde eğitim furyasının kısa sürede tavan yaptığı dönemdir. Yabancı dilde denen eğitim artık yalnızca İngilizce eğitim anlamına geliyordu ve Türkiye'ye özgü bir görüngü değildi. Konuyla ilgili yayınlar ve kitaplar, tüm dillerin etkilendiğini, dünyadaki altı bin küsur dilin gitgide daha büyük bir hızla ölmekte olduğunu vb. yazmaya başladı ve bu konuda bütün bir literatür oluştu. Türkiye'deki İngilizce eğitim karşıtlığı ise büyük ölçüde şoven eğilimli, yabancı düşmanlığına yatkın bir anlayış olarak kendini gösteriyordu. O dönemin İngilizce eğitim karşıtı yazılarında "anadili" kavramı konusunda yapılan hatalardan ve küreselleşmenin iki ayrı boyutu olduğundan söz eden epey yazı yazdım.
   Bana göre, dillerin küresel düzeyde az önce değindiğim durumları yaşamasının temelinde Rosa Luxemburg'un önceden bildirdiği bir gelişme yatıyordu: Rosa hayattayken henüz küresel sınırlarına ulaşmamış olan kapitalist üretim ilişkileri binyıl dönüşünde artık erişmedik köşe bucak bırakmamıştı. Dil alanında geçerli olan büyük balık/küçük balık ilişkisi sermaye alanındaki ilişkilere paralellik gösteriyordu. Kapitalizm diller alanında da gönüllü ve gönülsüz asimilasyonun itici gücüydü. Aileler çocuklarını İngilizce eğitim veren eğitim kurumlarına yollamak için çırpınmaya başlamıştı ve dil ihracı, anadili İngilizce olan emperyal ülkelerin önemli ihraç kalemlerinden biriydi. Tekdilcilik kapitalizmin iç pazarları birleştirip emeği toprağa bağlı olmaktan çıkardığı ve ulusları inşa etmeye koyulduğu ilk dönemlerinde dil birliği ihtiyacı nedeniyle daha çok ülke sınırları içinde geçerliyken, XX. yüzyılın ikinci yarısında artık azar azar dünya düzeyinde de kendini göstermeye başladı. Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği vb. uluslararası birliklerin önceleri çok sayıda olan resmî dilleri gitgide daha az sayıdaki egemen dille sınırlanmak isteniyordu. Akla uygun görünümlü bir politakadır tekdilcilik: Herkesin birbirini anlaması ve gitgide daha hızlı anlaması gerektiğine göre, çeviri hatalarına yol açan, yanlış anlamaları artıran çokdilliliğe yer yoktur!
   Egemen ideoloji bu olunca, modern çağ insanı da tıpkı benim Kürtçeyi geride bırakıp İngilizce ve Fransızca öğrenmem gibi, gözünü komşularının anadillerine değil, egemen dile diker, çünkü ona çekici gelen her şey egemen dillerde olup bitmektedir: Sinema, teknoloji, elektronik, bilim, sanat, felsefe... Diğer dillerde kayda değer bir ürün verilse bile biz kenar mahalle halkları buna ancak egemen dillere çevrilirse erişebiliriz, yer ve değer kazanmanız, egemen kültürün filtresine bağlıdır.
   Gönüllülük meselesi, asimilasyon süreçlerinin belki de en zor yanı. Ancak, asimilasyonun her zaman rızaya dayalı olmadığını biliyoruz. Bizim ülkemiz zora dayalı asimilasyonun en kötü örneklerinden biridir. "Vatandaş Türkçe konuş!" sloganı yalnızca Osmanlıcadan vazgeçmeye çağrı değil, aynı zamanda ya da ağırlıklı olarak, anadili farklı olan yurttaşlarımıza yönelik bir parmak sallamaydı. Bugün Türkiye'de, UNESCO'nun ölmek üzere olan diller listesine girmiş anadilleri var. Yaşama iradesi gösteren Kürtçenin yasaklandığı ve "Kürtçe" sözcüğünün bile sözlüklerden çıkarıldığı dönemlerden geçtik. 15 Ağustos 1984'te patlak verenin temelinde yatan baskılamanın 12 Eylül Diyarbakır zindanından ibaret olduğunu kimse söyleyemez. 1984, en az altmış yıllık bir baskılamanın sonuçta seddi yıkmasıdır. Eğer insanların anadilleri etrafında tarihin en uzun ve en acılı çatışmalarından biri sürüp gittiyse, bunda bireylerin ruhsal derinliklerine kadar işleyen değerler meselesi anahtar bir rol oynuyor. Bundan yararlanmak isteyen "dış güçler"in dahli her ne olursa olsun.
   Yine benim kişisel tarihçeye döneyim. 1980'lerin ikinci yarısı ve 90'lı yıllarda çevirmenlik, Türkçe sorunları, yabancı dilde eğitim ve İngilizceleşme konularıyla ilgilenip bu konularda okuyup yazarken fark ettim ki akademik olan ve olmayan tüm dil çevrelerinde "anadili" kavramı elbirliğiyle gizlenmekte, gizlenemediğinde ise "anadil/ ana dil" biçiminde saptırılmaktadır. Yukarıda da belirttiğim gibi dünyada da öne çıkarılmayan bu kavram ('mother tongue, mother language, langue maternelle'), Türkçede yanlış anlaşılmaya elverir bir biçime sokulmuştur. Dilci olmayan akademisyenler, İngilizceleşme karşısında harekete geçiyor, eğitimde İngilizce karşısında "anadilde eğitim"i savunan hararetli yazılar yazarken, "anadil" ya da "ana dil" biçimi verilmiş olan kavramın 'resmî dil, ülkenin dili' gibi bir anlamı olduğunu sanarak, böyle bir bağlam yaratarak yazıp çiziyorlardı. Yaratılan bağlamı esas aldığınızda Türkiye'de tek anadili var oluyordu: Türkçe! Türkologlar ya da dilbilimciler cenahında olayı bilenlerden bu konuya ilişkin tek düzeltme geldiğine tanık olmadım.[12]
........................
   Kürtçe tüm lehçeleriyle hayatta kalmak için inanılması güç bir direnç gösterdi. Kırkıncı odadan kurtulalı çok oldu. Kürtler bu bapta, batının tuzu kuruları olarak çoğu zaman farkında bile olmadığımız trajik olaylar yaşadılar ve yaşıyorlar. Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan'ın "İki Dil Bir Bavul"u gibi güzelim filmler, Gülsüm Cengiz'in "Kamber Ateş Nasılsın?" adlı güzelim şiiri bütün trajik olayların henüz pek azını ortaya koymuştur. Diyarbakır'da bir Kürt arkadaş küçük bir öğrenciyken okula gittiğinde anadilinden ötürü utanmış olduğunu söylemişti; hiç unutmayacağım tanıklıklarımdan biridir.
   Eğitim-Sen ve Türk Tabipleri Birliği gibi meslek örgütleri, anadili gerçekliğiyle onyıllardır en yakından karşı karşıya kalan ve kendi alanlarında bu sorunlarla başa çıkmak için çözümler bulmaya çalışan kuruluşlardır. Eğitim-Sen, çeşitli sempozyumlarla konuyu ele almaya çalıştı, kapatılma tehdidi altında çalışmalarını yayın haline de getirdi. Kürt Enstitüsü yıllardır Kürtçenin en yeni sözlüklerini yapmaya, dilbilgisini geliştirmeye çalışıyor. Son yıllarda da Eğitimde Reform Girişimi ve DİSA (Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü) çerçevesinde çabalar gösteriliyor. Bu bapta DİSA'nın Ekim 2010 tarihli Dil Yarası: Eğitimde Anadilinin Kullanılmaması Sorunu ve Kürt Öğrencilerin Deneyimleri adlı yayınını ve son olarak beşincisi yayımlanan son derece değerli broşürlerini salık veririm. DİSA yayınlarını şu internet sitesinden indirebilirsiniz:
http://www.disa.org.tr 
   Konuyla yakından ilgilenecekler için, çokdilli genç akademisyen Şerif Derince'nin 15 Haziran 2012 tarihli Agos gazetesindeki yazısını da anmadan geçmeyeyim.
   Bijî zimanê maderî!


&

6 Ağustos 2012.[13]


1)  Türkiye bir şiddet sarmalına girdi.

2)  Devlet, şiddet sarmalını dile getirirken gerçekliği saptırmaya devam ediyor. Başlıca saptırma ise devletin "terörle mücadele" aldatmacası. "Terörist" sıfatını saptırdığı gibi, "terör" kavramını da saptırıyor. ABD devleti kendi okullarındaki şiddetten söz ederken "terörle mücadele" diyebilir, ama bizim burada olup biten, terörle mücadele değil, düzenli ordu ile gerilla birlikleri arasında sürüp giden savaştır. Eğer bu bir gerilla savaşı değilse devlet bize somut bir 'gerilla' örneği göstersin öğrenelim. "Tamil gerillaları"? FKÖ, Hamas?
   Onyıllarca Kürt varlığı inkâr edildi, otuz yıldır gerilla varlığı da inkâr ediliyor. Egemen güçler böylece hem halkı aldatmaya çalışıyor, hem de kendi kendilerini. Oysa tarih aldatılamaz.

3)  Devlet Kürt varlığını güvenceye almayı reddederek, toplumsal ayrışmaya ve bölünmeye hizmet ediyor. "Düşman güçler" dedikleri böyle bir sonucu istese bile, hiçbir dış güç hiçbir ülkede bu ölçüde tepki biriktirmeyi başaramaz. Dış güçler ancak var olan çatlakları kanırtır.

4)  Devlet soydaş politikalarına ağırlık vererek, Kürtleri de kendi açılarından aynı politikaları gütmeye zorlamış oldu. Devlet ve parti yöneticileri 'soydaş/yurttaş' ayrımını öğrenemediler, belki de öğrenmek işlerine gelmedi. Bir yandan Azerbaycan gibi ülkeleri "soydaş" söylemiyle yedeğe almaya çalışırken bir yandan da Irak ve Suriye gibi ülkelerdeki "soydaş" Türkmenler için kumarcı söylemiyle "Türkmen kartı" diyerek gerçekte "soydaş"tan ne anladıklarını açığa vuruyorlar. Halklar onların gözünde birer "oyun kartı", birer "koz".

5)  Başbakan Karacaahmet Cemevi için "ucube" demiş. Bu söz, tekdinci zihniyetin işi kışkırtıcılığa kadar vardırdığını gösteriyor. Halklar gibi inançlar da mı birer "oyun kartı"? Şimdi hangi "kart"ı oynuyorsunuz?

6)  Şiddet sarmalından medet ummayı ve efelenmeyi bırakıp huzurun ve barışın şartlarını yerine getiriniz. Yeni dünya savaşı kapıda. Tetikçisi olmayınız.


&

Açlık grevinin anlamı[14]


     Demokrasi iddialarıyla toplum beşikteymiş gibi pışpışlanırken cezaevlerinde açlık grevleri bir aydır sürüyor.
     Kişinin kendini aç bırakması... İki farklı koşul vardır ki, kişinin önünde açlık grevinden başka yol bırakmaz: 1) Bedeniniz dışındaki tüm olanaklarınız elinizden alınmışsa; 2) Kamuoyu sizin duyurmak istediğiniz sorunla başka türlü ilgilenmiyorsa.
     Bunları söylerken kişisel deneyimlerime dayanıyorum. Hayatım boyunca irili ufaklı dört açlık grevi yaptım. Bunlardan ilkini 12 Mart döneminde Fransa'da öğrenciyken Deniz'lerin idamı mecliste onaylandığı sırada Fransa Türkiyeli Öğrenciler Birliği olarak yapmıştık. İdamın uygulanmaması talebiyle, Başbakan Nihat Erim'in Fransa'ya resmî ziyareti sırasında.
     Grev sayesinde duyarlı bir kamuoyunun dikkatini çekebilmiştik, 68'in hâlâ etkisinde olan gazeteler açıklamalarımıza yer verdi, Nihat Erim, Fransız gazetecilere "Geri alınmaz adımlar atmayacağız" dedi. Sonuç... bildiğimiz gibi.
     Katıldığım ikinci, üçüncü ve dördüncü açlık grevleri ise 12 Eylül dönemi Mamak Cehennemi'nin uygulamalarına karşı, başka hiçbir çaremizin kalmadığı koşullarda yaptığımız grevlerdir. İlki bir hafta, ikincisi (tabutluklarda) birkaç gün, sonuncusu ise kırk gün sürmüştür.
     1996 yılında hepimizin içine dert olan ve "ölüm oruçları" olarak anılan aylar süren açlık grevini ise grevin ve cezaevlerinin dışından izlemiştim: Wernicke-Korsakoff hastalığı nedir, o zaman öğrenmiştik. O sıralarda da tıpkı bugünlerdeki gibi bir avuç insan dışında geniş kamuoyu dilini yutup oturmuştu. Onun sonuçlarını da biliyoruz. Ancak, benim o mücadele için bizim tarafa yönelik eleştirim de vardır. Mücadelenin talepleri arasında, siyasi iktidarın gidip yerini devrimci bir yönetime bırakması gibi bir talep de vardı ki, bunda bir amaç-araç uyuşmazlığı olduğu hayli açıktır. O grevin ileri bir aşamasında Yaşar Kemal, Orhan Pamuk ve Oral Çalışlar araya girip taleplere savunulabilir bir içerik kazandırılması için çaba gösterdiler, ancak grevcilere söz geçiremediler. Dayanışma devam etti ama, eli kolu da bağlıydı.
      Bugünlerde cezaevlerinde sürmekte olan açlık grevinin talepleri ise şöyle ifade ediliyor:
    "Kürt sorununda çözümsüzlüğe son verilmesi için PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerindeki baskılara son verilerek müzakerelere başlanması ve anadilde eğitim talebinin kabul edilmesi."
     İlk bakışta bu taleplerin cezaevi koşullarıyla ilgisi yokmuş gibi dursa da, en azından bir mahpusun cezaevi koşullarıyla ilgili olması açısından grev nedeni olabilecek niteliktedir: Yılların mahpusu Abdullah Öcalan'a uygulanan fiilî görüş ve avukat yasağı insan haklarına aykırı ölçülerde uzamış durumda. Bu yasakların Kürt sorununda sözü ağırlık taşıyan bir mahpusa uygulanması ayrıca barışçı anlayışlara da açıkça aykırıdır. Bir mücadele biçimi olarak açlık grevinin, anadilinde eğitim gibi son derece haklı bir talep için bile olsa, daha başka yollarla sürdürülebilecek ve zaten sürdürülmekte olan bir konu için kullanılması tartışma götürebilir. Bir mahpus olarak Öcalan'ın koşulları konusunda diğer mahpuslar tarafından dayanışma grevine gidilmesi anlaşılmayacak bir davranış değildir. Ancak, bu mücadelenin ve Öcalan'ınki dahil cezaevi koşullarıyla ilgili demokratik denetimin daha çok cezaevlerinin dışında ve olabilecek en geniş kesimlerin desteğiyle yürütülmesi gerekir. Söz konusu olan, temel bir insan hakları ve barış meselesidir.
     Dolayısıyla, cezaevlerindeki insanları açlık grevinden başka çarenin olmadığı duygusuyla baş başa bırakmamak için söz konusu hak talepleri kamuoyunca üstlenilmelidir. Bugün çok dar bir kesimin dışında, açıkça dile getirilsin ya da getirilmesin, sürmekte olan açlık grevinin talepleri artık çok geniş bir herkesin talebi haline gelmiştir ve siyasi iktidar bu konudaki inadına son vermek zorundadır.
     Yeni Wernicke-Korsakoff'lar istemiyoruz. Böyle bir sonuç, herkese kaldırılması olanaksız bir sorumluluk yükler.
     Grevin taleplerine katılıyorum. Tüm mahpusların ve Öcalan'ın haklarına saygı gösterilmeli, tüm yurttaşlara anadilinde eğtim hakkı tanınmalı ve müzakerelere yeniden başlanmalıdır. Edi bese!

&
 Taraf olmak meselesi[17]

   “Âkil İnsanlar” olayı halkın ve demokratların önüne çetrefil bir mesele olarak çıktı. Sert tartışmalar oldu, hâlâ da oluyor. Denebilir ki çetrefilliği yaratan mesele gerçekte “Âkil İnsanlar” olayından öte, onun da içinde yer aldığı “süreç” ilişkilerinin bütünüdür. Yine de bu olay, “Newroz Mektubu”ndan bu yana “süreç” ilişkilerinin en tartışmalı noktalarından birini oluşturdu ve simgesel bir önem kazandı. Belki de böyle olması, kamuoyu dikkatinin bu meseleye odaklanması özellikle istenmiştir. Ama şimdi sözü baştan alayım, bu noktaya yeniden geleceğim.

   Çok genel bir işleyiş olarak, toplumsal krizlerde taraflardan her biri meseleyi kendi lehine ya da kendi istediği doğrultuda çözmenin yollarını arar. İdeal durum her yurttaşın kendi ilgisi, isteği ve bilinci ölçüsünde her sorunda yeniden taraf olmasıdır. Bu anlamda her kafadan bir ses çıkması temelde iyi bir şeydir, çok sayıda gerçekliğin, yani somut koşulların gözden kaçmasını önler, yeter ki kakışmadan (kakofoniden) kaçınmanın yolu yordamı bulunsun.
   Geçmişi de geleceği de çok uzun olan bu “halk yönetimi (demos-kratia)” ilkesinin güncelliğe yansıması şöyle: Haklarımızdan, yani demokrasiden vazgeçtiğimiz ya da yoksun bırakıldığımız ölçüde taraf sayısı azalıyor ve diktatörlük koşullarında bire kadar iniyor. Diktatörlük demek, fiilen tek taraflı toplum demek.

   “Âkil İnsanlar” meselesi de bu anlamdaki taraf ihtiyacıyla ilgili. Nesnel açıdan bakarsak Kürt sorununda tüm yurttaşlar çeşitli biçimlerde taraftır, çünkü sorunun kökeninde cumhuriyetin asimilasyon politikaları yatıyor ve bu politikalar diğer kimlikler gibi Kürtlüğü de yalnızca Kürtlerin değil, hepimizin belleğinden silmeye çalıştı. Sonuçta olup bitenler biliniyor. Bugün, özellikle son genel seçimlerden bu yana koro halinde yeni bir toplumsal sözleşme ihtiyacından söz ediyoruz. Toplumun ne ölçüde ve ne yönde yenileneceği konusunda taraflar oluşma hâlinde.
   Verilecek kararlarda bir numaralı yetki ve sorumluluk sahibi sayılan TBMM’de görünürde dört taraf var. Görünürün ardındaki taraf sayısı elbette daha fazla, her partinin içinde potansiyel ya da parti içi parti denebilecek taraflar var, buna yazı boyunca yeri geldikçe değineceğim. Burada yalnızca parti içi tarafların etkinlik derecesinin düşüklüğüne ve değişebilirliğine işaret etmiş olayım.
   Meclis’teki partiler içinde şimdiye kadar Kürt sorununun çözümü yönünde kendini net bir taraf olarak konumlandıran tek parti BDP’dir. BDP deyince bence zihnimizde belirmesi gereken iki noktayı hemen vurgulamalıyım: Birincisi, daha on beş yıl öncesine kadar “Kürt” demenin yürek istediği bir toplumda, üstelik şu seçim yasasına ve seçim barajına rağmen BDP gibi bir partinin var edilebilmesi, Kürt özgürlük hareketinin iradesini, başarısını ve aslında çözümde almış olduğu yolu göstermektedir. İkincisi: Bunda PKK çizgisi dışındaki, her kökenden demokratların ve devrimci kesimlerin de rolü olmuştur.
   Şimdi son zamanlarda Meclis’teki partilerden AKP’nin de “çözüm” yönünde davranmaya başladığını görüyoruz. Kişisel olarak bu bapta henüz “barışa taraf” diyemiyorum. Bu partinin dümenini elinde tutan Recep Tayyip Erdoğan, toplumun ve devletin olanaklarını kendi uzun erimli hesapları doğrultusunda kullanmakta son derece usta bir politikacı. Tutarsızlıktan ve zikzaklardan çekinmeyebilecek kadar karizmatik biri. “Âkil İnsanlar” meselesinde önerinin bundan iki yıl kadar önce CHP tarafından ortaya atılmış olduğu anlaşılıyor. Oysa hayata geçiren Erdoğan oldu. Nasıl ve ne yönde, bunu aşağıda tartışacağım. Ondan önce Meclis’le ilgili olarak ele almak gereken iki taraf daha var: MHP ve CHP.
   Bu iki parti kendilerini Kürt sorununun çözümünde taraf olarak ortaya koyamıyor, “çözüm süreci”nin ve “Âkil İnsanlar”ın dışında olmakla tanımlanıyorlar, çünkü “Türk sorunu” ufuklarını kilitlemiş durumda. Bu noktayı açmak gereğini duyuyorum.
   “Türk sorunu” kavramını çoğu yazar ‘şoven Türk milliyetçiliğinin yaygınlığı’ anlamında kullanıyor. Büyük ideolojik problem elbette budur. Ancak, ben burada bu yaygınlığın temelindeki tarihsel yarılmaya dikkat çekmek istiyorum. Bence Türk sorunu, cumhuriyet yönetiminin yürüttüğü asimilasyon politikaları çerçevesinde, daha doğrusu o politikalar yüzünden, “Türk” kavramının bir yarılmaya uğramış olmasıdır. Yarılma, ‘köken sorgulamayacağız’ anlamına gelen “Ne mutlu Türküm diyene” sloganındaki “Türk” kavramı ile, bir kökenin, yani kavmin (etnisitenin) adı olan “Türk” kavramı arasındadır. Tam bir travma olarak yaşanagelmiştir aslında bu yarılma. Kolektif bilinci zorlayan ve sistematik zor kullanımıyla da boyutlanan bir yarılmadır.
   MHP bu yarılmanın ya da travmanın en tipik temsilcisi, hatta cisimleşmiş hâlidir. Bir yandan etnik Türklüğü ırkçılık (üstünlük) düzeyinde üstlenmekte, ama bir yandan da hem çağımızda ırkçılığın ağır bir ayıp olması nedeniyle, hem de cumhuriyetin Türküm demekle Türk olunacağı söylemini aşamadığı için ırkçılığını inkâr etmek zorunda kalmakta, dolayısıyla bir türlü bütünlüğe ulaşamamaktadır.
   Aynı yarılma ve travmanın diğer temsilcisi ise CHP, daha açıkçası CHP’nin gelenekçi, demokratlaşamamış kanadıdır. Seksen yıllık köken sorgulamama iddiasının sloganı olan “Ne mutlu Türküm diyene” formülünü yinelerlerse herkesin ‘Türküm’ diyeceği, Türklüğü kabul edeceği (etmezse de ettirileceği!) fikriyle davranmayı onlarca yıllık deneyimin kaçınılmaz başarısızlığına rağmen sürdüren, sanki anlamayanlar varmışçasına bunu yineleyip duran kesimdir. Bugün bu kesimin etkisiyle ketlenmiş durumda olan CHP, MHP’yle özdeşleştirilmekten kaçınamaz duruma geldi geliyor.
   Demokratik bir toplum köken sormaz, ama aynı zamanda, bilinen ve kültürel olarak ortaya konulmuş olan kökenler dahil tüm kimlikleri hem kabul eder hem de değerli sayar. MHP ve CHP’nin gelenekçileri bu bilinçten uzaklar. Ancak, AKP boyutlarında bir kitle partisine dönüşmüş ve iktidarı almış olsalar, Kürt sorununun nesnel gerekleri belki onları da AKP gibi çözüme taraf olmak zorunda bırakırdı. Çünkü AKP’nin de birinci sınıf bir barış ve demokrasi şampiyonu olduğunu kimse ileri süremez.
   CHP birbirine zıt yönlerden gelen basınçlar hareketsizliğe yol açar biçimindeki fizik yasası uyarınca kıpırdayamaz durumda, kendi önerilerine ve yalnızca adını ve birinin 16 maddelik olduğunu bildiğimiz ünlü “raporlar”ına bile sahip çıkamıyor. Cumhuriyet döneminin devlet partisi olmasının pozitif ve negatif tarihsel yükünün altında kalıyor ve kısır döngüyü parti içindeki demokratlar da kıramıyor. Bir bütün olarak BDP’nin reel politikada gösterdiği beceriyi gösteremediği için, barışa taraf olmayıp AKP tekçiliğinin ekmeğine yağ sürüyor.

   Siyasi partilerin durumu böyle. Bu durumun bir sonucu olarak, BDP dışındaki partilere oy vermiş kitlelerin Kürt sorununu dinleyip konuşacakları yeni taraflara ihtiyaç olduğu çok açık. Alışılmış siyasal odakların ve simaların dışında, kitlelerin kulak vermekten ve dertleşmekten çekinmeyecekleri güvenilir ve bağımsız birilerine ihtiyaç var.
   Bizim toplumun bu alanda gayet saygın gelenekleri vardır aslında. Bunlardan biri, köylerde muhtarla birlikte seçilip yönetim işlevi gören ‘ihtiyar heyeti’dir. Buradaki “ihtiyar” sözcüğü “muhtar” sözcüğüyle aynı (Arapça) kökten gelir ve “özerk karar yetisi/yetkisi” anlamını taşır. Ancak, “ihtiyar” sözcüğü genellikle ilk anlamı olan “yaşlı kişi” şeklinde anlaşılmış ve benzer kurulların mensuplarına “aksakal” demeye kalkışanlar bile olmuştu. Bu kez böyle bir öneriye tanık olmadık. Belki de işin içine o güzelim “özerk” sözcüğü girmesin diyedir. Ne de olsa “muhtar”ın Türkçesi “özerk”, “muhtariyet”in Türkçesi “özerklik”tir. Her neyse.
   Sanıyorum benim gibi pek çok kimse de başlangıçta, “âkil insanlar” sözünü o zamana kadar bizde ve dünyada yaygın olduğu biçimde anladı. Bizim toplumda “ihtiyar heyeti”nden başka dünyadaki adlandırmalara benzer çeşitli adlarla anılan deneyimler vardır bu konuda: Arabulucu, diyalog grubu, temas grubu, bilirkişi vb. Bu tür işlevler için anahtar sıfatlar herhalde “güvenilir ve bağımsız”dır. Güvenilir ve bağımsız olması gereken, yalnızca seçilecek kimseler değil, seçim işleminin kendisi, tarafları ve çalışma tarzıdır.
   Oysa hemen ardından işittik ki Başbakan’ın himayesinde bir heyet oluşturulmuş ve çalışma esasları, bölgeleri, başkanları, giderlerin nasıl karşılanacağı vb. noktalar heyet mensuplarına tebliğ edilmek üzere bir toplantı düzenlenmiştir. Ben dahil pek çok kişi bu duruma “Başbakan’ın tekçi ve tekelci eğilimi, PR çalışması, ikna grubu” vb. gibi tepkiler verdi.
   Sonra, 63 kişilik heyette BDP’nin aday kontenjanından seçilenlerin de olduğunu öğrendik. Âkillerin beşte dördünden fazlasını doğrudan Başbakan seçmiş ve başta kadınlar ve Aleviler olmak üzere ayrımcılık mağdurlarının asgari taleplerini dile getirecek bir temsil bileşimi gözetilmemiş olması yine yoğun tepkilere ve eleştirilere yol açtı, ancak işin içinde BDP’nin, yani barışa taraf bir partinin de olması, belirli bir krediye yol açtı, en azından benim de dahil olduğum bir kesim nezdinde. Çünkü BDP’nin rol oynamış olması, âkillerin olası işlevlerine bir meşrulaştırma işlevi ekliyordu. Seçiminde BDP’nin de rol oynadığı bir heyet, sırf varlığıyla bile kolektif bilince bir barış öğesinin eklenmesine katkıda bulunabilir. Hatta belki bu heyetin görebileceği işlev bundan ibaret kalır. Elbette, bir alt üst oluşla “çözüm”ü kimbilir nelere yol açacak asayiş politikalarına sığıştırma girişimleri olasılık dışı değildir. Ancak, verili durumda böyle bir olasılık güçlü olsa herhalde en büyük destekçileri MHP ve CHP olurdu.
   Her yeni iktidar, kendini pekiştirme sürecinde elindeki tüm iktidar olanaklarını kullanarak taraf sayısını azaltmaya çalışır. Cumhuriyetin kuruluş sürecinde CHP böyle yapmıştı. AKP de gücü ölçüsünde aynı eğilimi gösteriyor. Politikasını hem şartlara (halk hareketlerinin, demokrasi güçlerinin dirençlerine) hem de kendi projelerine uyarlamak için iki ayrı ray üzerindeki iki ayrı trene biniyor. Trenlerin birinde barış, demokrasi ve çözüm gibi kavramlar yüklü, diğerinde ise yüzünü bunun tam tersi yöne çevirmiş asayişçi ve alabildiğine baskıcı söylemlerle uygulamalar var. Birbirine paralel olarak uzun süre yol alması olanaksız hatlar bunlar. İkili gidişat fazla zorlanırsa trenlerden biri raydan çıkabilir. Bizler, barışın tarafı olan tüm kişi ve kesimler, bütün gücümüzle birinci trenin yol alması için çalışmak zorundayız.
   Barış sözcüğünün dar anlamı çatışmasızlık durumu, geniş anlamı ise kimsenin kendini dışlanmış ve hakkı yenmiş durumda bulmayacağı bir huzur toplumudur. Barış tarafı da bu yönde çabalayan taraflar anlamına geliyor.
   CHP gibi kendisine garantiler verilmesini bekleyenler ise daha çok bekler. Gelecekten bugüne bakınca, tüh keşke kendimi taraf kılıp barışa omuz verseydim, çeyizimdeki çözümleri etkinleştirseydim demek var kaderlerinde. Gelecekte ancak süreci barış ve demokrasi rayına çekmek için elinden geleni yapmış tarafların içi rahat olabilecek.


&

                        Barışın dili, duygudaş dil[18]


   Kürt sorunuyla ilgili olarak 1990’lı yılların başlarından beri sürdürdüğümüz irili ufaklı barış hareketlerinde en çok dile getirilen özlemlerden biri, “barış dili, yeni bir dil” oldu. Boğucu bir atmosferin basıncı altında içeriğini pek açamadan yinelediğimiz bir dua gibidir bu söz. Dili birçok kapının anahtarı sayan çok eski ve sağlam bir sezgiye dayanmaktadır.
   Bu bağlamda “dil” sözcüğünden kasıt, ‘söylem’dir. Söylem, yani dolaylı ya da dolaysız olarak belirli bakış açılarını, dünya görüşlerini ve değer yargılarını gösteren söz bütünü. Egemen söylem, iktidara egemen olanların bakış açılarını, dünya görüşlerini ve değer yargılarını gösteren sözlerden oluşur ve egemen ideolojinin taşıyıcısıdır. Güçlü söylem, güçlü etkiler yaratır. Ve söylem alanı, tıpkı iktisadi ve sosyal alanlar gibi, farklı toplumsal kesimlerin mücadele alanıdır.

   Bizde barış dili özlemini artıran da aslında saldıran egemen söylemin bitmek bilmeyen salvoları olageldi. Bu salvolar bir cenahtan devam edip gidiyor. İşte ben bu yazıya çalışırken MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin söylediği sözler:
   “Düşmanla masaya oturanların, katillerle sözde barış ve çözüm konuşanların (...) PKK’nın stepnesi, yedeği ve kuyruğu (...) İmralı canisi” (t24.com.tr, 27.4.2013).
   Burada, barış karşıtı söylemin birkaç öğesini birden görüyoruz: Demagoji, nefret söylemi, hakaret. Şimdi biraz daha yakından bakalım.
   Ne diyor Bahçeli? “Düşmanla masaya oturanlar...” Bu söz daha önce başkaları tarafından da sarfedildi ve içerdiği mantık hatası şimdiye kadar kimbilir kaç kez sergilendi: Masaya elbette “düşman”la oturulur, amaç da düşmanlığa son vermektir. “Masaya oturmak” deyimini kullanıyorsanız, ortalıkta bir düşmanlık var demektir. Kalıcı bir barışa niyetlenen herkes, o âna kadar “düşman” dedikleriyle masaya oturur.
   Peki, Bahçeli ve diğer şoven milliyetçi siyasetçiler bunları bilmedikleri ya da düşünemedikleri için mi böyle mantıksız sözler ediyorlar? Kendileri düşünemeseler bile, bu tür sözlere verilen yanıtları da duymamış ya da danışmanlarınca uyarılmamış olabilirler mi? Elbette olamazlar. Kendileri düşünemeseler bile çevreleri tarafından uyarılmış olmaları beklenir. Peki buna rağmen mantıksızlık etmelerinin nasıl bir nedeni olabilir? Acaba Bahçeli “savaş devam etmelidir” mi demek istiyor? Eğer böyleyse bunu neden açıkça söylemiyor?
   Bu soruya verilebilecek yanıt, “uyandıracağı tepkilerden çekindiği için”dir. Çekinir, çünkü dünyada hiçbir halk barıştan kolay kolay vazgeçmez. Elbette normal halklardan söz ediyorum. Demagoglardan, nüfuz tüccarlarından, spekülatörlerden, savaş zenginlerinden, yırtıcı baronlardan, kana susamışlardan ya da yağma beklentisinin kışkırttığı güruhlardan değil. Oğulları askere giden halklar kolay kolay savaştan yana çıkmadığı gibi, savaşın kaçınılmazlığına ikna olmadığı sürece, hele savaşsız bir çözümün ufukta göründüğü durumlarda, halklar her zaman barışa omuz verir.
   Onun içindir ki İkinci Dünya Savaşı’nın tecrübeleri sayesinde hiçbir siyasetçiden “ben barışa karşıyım, şoven milliyetçiyim, faşistim, ırkçıyım, saldırganım, savaş yanlısıyım” gibi sözler işitmeyiz. Bunun yerine demagojiyi seçerler, bazen Bahçeli gibi mantık hatalarına düşmek pahasına.

Demagojik söylem

   Ve “sözde barış ve çözüm” diyor MHP Genel Başkanı. Demek yürürlükteki çözüm sürecini beğenmiyor. Beğenmeyen çok tabii. Hatta diyebilirim ki tüm toplumsal kesimlerin kendilerine göre eleştirileri ve kaygıları var. Ama bu kesimlerden bir bölümü barış sürecinde kendilerine göre neyin yanlış olduğunu belirttikten sonra, doğrusunun nasıl olması gerektiğini, kendisinin neyi önerdiğini belirtiyor. Peki, Bahçeli’ye göre “sözde” olmayan barış ve çözüm nedir ve nasıldır? Bunu bilen yok. Bahçeli’nin bir barış önerisi yok. Tıpkı CHP gibi, demagojiye hız veriyor. Buraya bir mim koyalım.
   Demagoji, söylem düzleminde sol gösterip sağ vurmanın, halkı aldatmanın adıdır. Demos, halk. Agogos, yöneltmek. Aslı eski Yunanca, bize Fransızcadan gelmiş. Demagog, halkın inançları ile önyargılarını bol keseden okşayan söz yığınlarının arasına bir iki gerçeklik sıkıştırarak inandırıcı olmaya çalışır ama, asıl gücünü sırtının sağlam görünmesinden ve ağzının laf yapmasından alır.
   Demagojinin ve nefret söyleminin etkin olduğu yerler kamusal alanlardır. Miting meydanları, toplantı salonları, TBMM ve bütün bunları en geniş kesimlere yansıtan medyadır, demagoji ile nefret söyleminin etkin olduğu yerler. İnternet dahil.

Nefret söylemi[19]

   Bahçeli, sözünün devamında da “katiller, İmralı canisi” diyor. Bunların ne kadar göreli sıfatlar olduğunu biliyoruz. Birileri de çıkıp buna benzer sıfatları Bahçeli’nin partisine ya da mensup olduğu siyasi geleneğe yöneltebilir ve böyle bir olasılığın varlığını Bahçeli gayet iyi bilir. Hatta düşmanlık söylemini tırmandırmasının bilinçdışında, kendi siyasi geleneğinin geçmişinden kaynaklanan nedenler yatıyor da olabilir. Ne de olsa o siyasi geleneğin tanımlayıcı özelliklerinden biri de silahlı silahsız insan öldürmüş olmasıdır, üstelik savaş koşulları dışında. Acaba MHP Genel Başkanı bu sıfatları başkasına yöneltirken bilinçli ya da bilinçsiz olarak kendi partisini de uyarma ihtiyacıyla mı hareket ediyor? Ne de olsa, başkaları aleyhine “katil, cani” gibi sıfatları kullanabilmeniz için, kendinizi ve partinizi katil ya da cani olmanın uzağında görebilmeniz gerekir.
   Bilinçdışı etmenler, içgörü öğeleri olarak bize kendimiz ve başkaları konusunda her tür olasılığı düşünme yetisi kazandırır.
   Ancak, bilinçdışı olasılığı bile, Bahçeli’nin ettiği nefret sözlerinin yaygın bir hınç biriktirebilecek türden olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Nefret söylemlerinin birincil etkisi, hem nefretin hedef aldığı tarafta, hem de söylem sahibinin mensup olduğu tarafta öfke yaratıp hınç biriktirmektir. Bu nedenle, “barış dili” dediğimiz söylemin bir numaralı özelliği nefret söyleminden uzak durmasıdır.
   “Nefret söylemi”nden kasıt, nefret suçlarına zemin hazırlayan ya da doğrudan suç niteliği taşıyan söylemlerdir, yoksa her nefret duygumuzun, her “senden/ondan nefret ediyorum” sözümüzün suç zemini sayılmayacağı açıktır. Öyle olsa herhalde hepimizin hayatı mahkemelerde geçerdi. Gerçi bazen hayatımızın bir bölümü yine de mahkemelerde ve cezaevlerinde geçiyor ama, başka nedenlerle! Nefret suçu meselesinde esas alınan söz ve davranışlar, “dil, din, ırk, cinsiyet, cinsel yönelim, inanç, yaş, fiziksel yapı” gibi ayrım çizgileri temeline dayalı olanlar.
   “Nefret suçu” kavramı ve terimi dünya halklarının gündemine ve evrensel hukuka son yıllarda girdi. Bizde de başta Yasemin İnceoğlu gibi bilim insanları olmak üzere belirli demokrat kesimler sayesinde bir yasa tasarısı hazırlandı ve son derece aydınlatıcı başka metinlerle birlikte internette erişimimize sunuldu. Aynı sitede şu sıralar bir de imza kampanyası var. Kampanya metni nefret suçuyla ilgili net bilgiler veriyor ve yasanın çıkarılmasını talep ederek destek imzası istiyor ( http://imza.nefretme.org/nefret-suclari-yasasi-istiyorum/ ). Metin şöyle :

“Belirli ve ortak karakteristik özellikleri bulunan birey ve gruplara veya onların mülklerine yönelik önyargılarla işlenmiş suçlara Nefret Suçu denir. Nefret Suçları dünya çapında başta etnik, ulusal ve dini kimlik, cinsiyet, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği temelli olmak üzere; sağlık durumu, zihinsel ya da fiziksel engellilik, toplumsal statü, siyasi veya felsefi görüş, eğitim durumu gibi özelliklere yönelik olarak da işlenmektedir. Bu suçlar taciz veya hakaretten, mülk ve eşyalara zarar vermeye, okul veya işyerinde zorbalıktan kundaklama ve cinayete kadar varabilmektedir.
   Nefret Suçları aslen ‘mesaj’ suçlarıdır. Suçun yöneldiği bireyin ötesinde, mensup olduğu gruba toplumda istenmediği mesajı verilir. Bu suçların sonucunda mesajın yöneldiği grup üyeleri kendilerini dışlanmış ve tehdit altında hisseder, korkuya kapılır, psikolojik travmaya, hatta intihara kadar varan sonuçlar yaşayabilir.
   Yakın zamanda Trabzon’da Rahip Santoro cinayeti (2006), Hrant Dink cinayeti (2007), Malatya Zirve Yayınevi katliamı (2007), Manisa Selendi’de Roman yurttaşlara linç girişimlerinin (2010) yanı sıra çeşitli il ve ilçelerde Kürt yurttaşlara yönelik linç girişimleri, HIV pozitiflerin yaşadıkları tecrit durumu ve basında çok sık yer alan LGBT cinayetleri açıkça Nefret Suçlarındandır.
   Nefret Suçları, mağdur birey ve grupların toplum ile uyumunu, toplumsal adalet duygusunu zayıflatır, hukukun üstünlüğüne ve kamu kurum ve kuruluşlarına duyulan güveni zedeler. Farklı toplumsal gruplar arası nefret ve önyargıları besler. Gereğince kovuşturulmadığında yeni suçlar işleyecek olan önyargılı kişi ve grupları cesaretlendirir. Mağdur grupların ötekileşmesine ve toplumsal hayatın dışına sürüklenmesine neden olur.
   Bu derece ağır ve kalıcı sonuçları olan Nefret Suçlarına karşı ABD’de, Avrupa’da ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) katılımcısı ülkelerin çoğunluğunda yapılan yasal düzenlemeler bu suçların önlenmesinde büyük önem taşımaktadır. Türkiye’de ise konuya özel herhangi bir yasal düzenleme henüz yoktur.
   Toplumun bütününü tehdit eden, toplumsal dokuya onarılması güç biçimde zarar veren Nefret Suçları hakkında en kısa sürede evrensel insan hakları ölçütlerine ve uluslararası örneklere uygun yasal düzenleme yapılmalıdır.”

   Yukarıda Bahçeli’den verdiğim örnekteki sözlere “Ermeni dölü, bebek katili, dış güçlerin uşağı, terörist, teröristbaşı” gibi yıllardır siyasilerin ve medyanın dilinden düşmeyen yaygın sıfatları eklediğimizde, işin boyutları daha iyi ortaya çıkıyor. Özellikle de, karşı taraftan aynı tür bir söylemin yöneltilmediği düşünüldüğünde.
   Gerçekten de, Kürt cenahından kaynaklanan herhangi bir nefret söylemine tanık olmuyoruz. Öyle ki, belki de bu dengesizlikten bilinçdışı bir rahatsızlık duyanlar, Türkler kullandığında olağan ve resmî, hatta neredeyse kutsal bir simge sayılan “T.C.” kısaltmasını Kürtler’den duyduklarında olumsuz bir içerikle algılamayı tercih edebiliyorlar.
   Avrupalılar İkinci Dünya Savaşı ve Holokost gibi ağır vicdani yüklerini onyıllardır tartışıp bir anlayış oluşturmaya çalıştıkları halde nefret suçlarını sıfıra indirebilmiş değiller. Almanya şu sıralar Türklere karşı işlenen nefret cinayetlerini yargılamakla meşgul. Kamuoyu, şoven milliyetçilerle devletin derinlikleri arasındaki ilişkileri tartışıyor. Ama hiç değilse oralarda bizdeki gibi siyasetin ve medyanın iktidar sahnelerinden her gün nefret salvoları işitilmiyor. Öyle görünüyor ki İkinci Dünya Savaşı onları bir hayli terbiye etmiştir.
   Mesele bizim buralarda da ufak ufak bilince çıkmaya başladı. Kürt sorununun bir bölümünü oluşturan otuz yıllık savaşın sürüp gitmesinde inkârcı ve imhacı politikalar kadar, siyasetçilerin ve medyanın yukarıdaki türden nefret edebiyatlarının hatırı sayılır bir rolü olduğu konuşulmaya başlandı.
   Ama bu süreç henüz çok yeni. Yıllardır dil meselelerine dikkat çeken, nefret söylemini tersine çevirmeye çalışan yazarların anaakım medyadan bir bir uzaklaştırıldığını unutmayalım. Çok azı devam edebiliyor şu an.
   Anaakım medyanın dili esas olarak iktidara endeksli durumda. Bin bir çıkar bağı ve iktidarın elindeki, vergisinden ihalesine, teşvik tedbirlerinden sosyal fonlara kadar (ki bunlar araçların en ‘masum’ları!) bin bir baskı aracı nedeniyle, iktidarın gözünün içine bakıyor. “Çözüm süreci” başlayalı, tıpkı hükümet mensupları gibi medya da, belki “teröristbaşı” demiyor ama, “terör” ve “terörist” demeye devam ediyor. Oysa tıpkı “katil, cani” sıfatları gibi “terör/ist” sıfatının da göreli olduğu bilinir. Acaba iktidar bu “terörist” demagojisinden neden vazgeçemiyor?
   Bireysel söylemin en incelikli olduğu alan edebiyat ve ruhbilim ise, resmî söylemin en incelikli olduğu alan da diplomasi alanıdır. Bir silahlı mücadele mensubuna ‘gerilla’ mı, ‘isyancı’ mı, yoksa ‘terörist’ mi deneceği, o silahlı hareketin geleceği ile doğrudan doğruya bağlantılıdır. Bunu bir diplomatın yazılarından okumuştum. Bir silahlı mücadeleye uluslararası hukukun vereceği ad, karşısındaki devletin yükümlülükleri üzerinde belirleyici bir rol oynuyor imiş. Şu ünlü “direniş hakkı” meselesi.
   “Terörist” sıfatının uygun düşmediği yerde, resmiyetin imdadına “marjinal” yetişiyor. Egemen söylemde öteden beri, herhangi bir açıdan ortalamaya uymayan kimseler ‘marjinal’ sözcüğüyle nitelenir. Egemen söylemin edebiyat alanındaki temsilcileri şair Ece Ayhan için kullanmıştır örneğin bu sıfatı. Ve anaakım medya, 1 Mayıslarda büyük kitleden ayrılan gençlere de “marjinal gruplar” der. Bu yıl aynı sıfat, ağır yaralanan Dilan Alp’i dışlamak için kullanıldı. Konuyu Tanıl Bora internetten ulaşılabilen 06.05.2013 tarihli nefis yazısında ele aldı. Şöyle bitirmiş Bora yazısını: “İktidarın kimseyi marjinal ilan etmeye hakkı yoktur. Herkesin marjinalliğe hakkı vardır.”

   AKP yöneticileri belli ki bu süreçte MHP’ye ve şovenizm mevzilerini terk etmek istemeyen CHP’ye oy kaptırmamak için demagojiyi hep yedekte tutuyorlar. Anaakım medya da her zamanki gibi endeksli.
   Kabul etmek gerekir ki birkaç yıl öncesine kadar endeksler iki adetti, biri askerî vesayet olmak üzere. Bu ikincisi şimdilik son bulmuş görünüyor. CHP’nin barış sürecinde böylesine bocalamasının bir nedeni taşıdığı tarihsel yükse, bir nedeni de ömür boyu yaslandığı bu güçlü vasiden beklenmedik bir biçimde yoksun kalmış olmasının yarattığı boşluktur.
   Ve aynı boşluktan etkilendiği halde kendine “sol” diyen bazı kesimler, kesintisiz bir doyum ihtiyacını açığa vururcasına sürüsüne bereket “hainler, dönekler, liboşlar, sorosun çocukları, enteller” vb. içerikli nefret söylemleriyle nasyonalizme ve aydın düşmanlığına eklemleniyor. Bu kesimler demokrat olmanın zorluklarından “yurtsever, vatansever, antiemperyalist” gibi sıfatları üstlenerek uzak durmaya çalışıyor gibiler. Türkiye’yi yalnızca onların söylemlerine kulak vererek öğrenmek zorunda olan bir yabancı varsayalım. Açıktır ki o yabancı Türkiye’nin köklü bir darbecilik sorunu yaşamış olduğundan bütünüyle habersiz kalabilecektir. Bu kesimin söyleminde emperyalizm, Türkiye sınırlarının yalnızca dışında bulunan bir şeydir. Türklük konusundaki tarihsel yarılma[20] da hesaba katıldığında, bu kesimin siyasal haritadaki yeri ortaya çıkar.

   Barışla ilgili söylem sorunlarının sonu gelmez. Ancak, genel görünümü içinde son olarak da gözümüzü kendimize, yani kalıcı barış yanlılarına çevirmemiz gerekir. Bu bapta dikkat çekilecek ilk nokta, klişeler ve bıktırıcı tekrarlar olabilir. Örnek: “Dışlamak, hor görmek, ikinci plana atmak, ihmal etmek, gerekli saygıyı göstermemek” vb. yığınla yakın anlamlı fiil varken, bunların yerine durmadan “ötekileştirmek” denmesi. Bu tür bıktırıcı söylemler, meramlarına yüz seksen derece ters sonuçlar verebiliyor. Gençlerin “kafaları ütüle”niyor. Bu da söylenenin bir kulaktan girip ötekinden çıkması demek.
   İkinci bir nokta, emir kipiyle kurulmuş seslenişler olabilir. Sözgelimi, 6 Nisan 2013 tarihli “Çözüme Evet” toplantısının pankartına şöyle yazılmıştı: “Dinle, anlat, duy, konuş!” Sizde de bir atavizm izlenimi uyanmıyor mu?
   Son olarak, toptancı sıfatlara ve ince ayrımlara dikkat çekmeliyim. Örnek olarak da, yazılarını genellikle isabetli bulduğum Ayşe Günaysu’nun 2 Nisan 2013 tarihli Özgür Gündem’deki yazısını ele alacağım. Takıldığım ve önemsediğim nokta, “Müslüman” sıfatının toptancı bir içerikle, İslamcılığı da kapsayacak biçimde kullanılması. Günaysu’nun yazısından alıntılıyorum:
“Barıştan yana Türk muhaliflerin bir bölümü Abdullah Öcalan’ın Kürtlerle Türklerin bin yıllık İslam bayrağı altında birleşmesi çağrısını olumlu buldular ve Cumhuriyet’in zulme uğrattığı iki kesim olarak Kürtler ve Müslümanların barışı olarak selamladılar. Koray Çalışkan’ın Radikal gazetesindeki ‘Kürtler ve İslamcılar barış mı getirecek’ başlıklı yazısı, (http://goo.gl/SgkcB) ile Cengiz Algan’ın Marksist.org’da yayınlanan ‘Öcalan’ın balkon konuşması’ (http://goo.gl/JDjXd) bu görüşe iki örnek. Ben aslını bulamadım ama, Koray Çalışkan, Mithat Sancar’ın da, ‘Cumhuriyetin yıllarca en çok itip kaktığı iki grup, İslamcılar ve Kürtler yeni cumhuriyetin temelini atıyor’ diye yazdığını aktarıyor.
“Direnişleri Müslüman kardeşleri tarafından kanla bastırılan, mağaralarda Müslüman komutanların emrindeki Müslüman askerler tarafından çoluk çocuk gaz bombalarıyla öldürülen, sınır boylarında bir lokma ekmek için kaçağa gittiğinde Müslüman paşaların emriyle sorgusuz sualsiz kurşuna dizilen, ...”

   Günaysu “Kürtler ve Müslümanların barışı olarak selamladılar” saptaması için Koray Çalışkan’ın bir yazısını örnek gösteriyor ama, o yazıda “Müslüman” sözcüğü bir tek kez bile geçmiyor. Çalışkan, bence bağlamın da gerektirdiği gibi hep “İslamcı” diyor o yazıda. Günaysu ise bunun farkına varmayıp, sanki Koray Çalışkan “Müslüman” sözcüğünü kullanmış gibi analiz yapıyor.
   Günaysu'nun verdiği ikinci örnekte ise eleştirdiği yazar da (Cengiz Algan) tıpkı Günaysu gibi gerekli dikkati göstermemiş ve hep “Müslüman” sıfatını kullanmış. Algan’ın metni şöyle:
“Cumhuriyet'in iki ezeli 'öteki'si barışıyor: Kürtler ve Müslümanlar. Malum; diğer bütün unsurları imha, sürgün, zorla kaçırtma ve asimilasyon yoluyla hal eden cumhuriyet elitinin ideolojisi baştan beri bu iki grubu iki asıl iç düşman olarak ilan etmişti. Ama ikisinin aynı safta buluşmaması için Müslümanların Kürtleri izole etmesini de sağladı.”

   Şimdi Günaysu’dan ve Algan’dan yukarıya aldığım paragraflardaki “Müslüman” sıfatı kullanımlarına dikkat edilirse, her ikisinin de bu sıfatı “İslamcı” yerine kullandığı görülecektir. İki metin bir arada düşünülünce, söz konusu hata bazı sorulara yol açıyor: Günaysu’nun ikinci paragrafında söz ettiği “Müslüman komutanlar/paşalar”, Algan’ın “iç düşman olarak ilan” edildiğini söylediği Müslümanlara dahil mi, değil mi?! Bu mantık çıkmazından kurtulmanın söylemsel yolu, “Müslüman/İslamcı” ve buna benzer adlandırmalardaki ince ayrımlara dikkat etmektir.
   Barışın dili, her adımda duygudaşlığın dili.


&

Barış meseleleri[21]

..........................
   Savaşı da, şimdi girişilen “çözüm süreci”ni de emperyalizmin bölgedeki oyunlarından ibaret gibi görmek, eğer saptırma değilse, fazlasıyla kolaycı bir görüştür.
   Kişisel olarak, emperyalizmin böl ve yönet fikriyle hareket ettiğinden hiç kuşku duymuyorum. Özellikle Ortadoğu coğrafyası bir İskandinavya değildir ve üstleri ve astlarıyla her tür emperyalizmin dikkat odağındadır, ne yazık ki buna bizim ülkemiz de dahil. Palazlandıkça yayılmacı düşler gören muktedirlerimiz var bizim de. Son konjonktür Birinci ve İkinci Dünya savaşlarından bildiğimiz büyük devlet koalisyonlarına fazlasıyla benzeyen ikili saflaşmalara yol açıyor ve bunun tam göbeğinde, belki az bir şey kuzeyinde bulunuyoruz biz. Başka bir deyişle, barış davası aslında yine bir dünya davası şu an.
   Yine de, meselenin küresel olması Türkiye sınırları içinde adalet ve eşit yurttaşlık hedefiyle yapılması gerekenleri ortadan kaldırmıyor. Halepçe gibi katliamlardan geçmiş Irak Kürtlerinin Saddam karşısında denize düşen yılana sarılır misali emperyalizme sarıldığını biliyoruz. Dolayısıyla, Türkiye’de barış demek, demokratik hakların tanınması demek. Tanınacak hiçbir hak, Türklerin ya da diğer halkların çıkarına aykırı değildir, tam tersine.
   Son birkaç yıldır, dünyadaki gelişmeleri yakından izleyen, “nefret söylemi ve nefret suçları” gibi kavramlar etrafında, medyanın ayrımcı söylemlerine karşı izleme ve denetleme işlevine yönelik, ve geçmişimizi taşınabilir hale getirmemize katkıda bulunabilecek çabalar, hakikatleri araştırma grupları, hafıza merkezleri, savaşın travmalarına karşı rehabilitasyon çalışmaları, eğitimde reform girişimi, “Barış İçin Kadın Girişimi” gibi çalışmaları her geçen gün güçleniyor. Bir zamanlar bir tek İsmail Beşikçi vardı! Onun nasıl tek başına olduğunu unutmamalıyız.
   Öte yandan cezaevleri yine bir bölümü orada olmaması gereken binlerce siyasi tutukluyla dolu. Ve anaakım medyada barış açısıyla yazan yazarlar bir bir uzaklaştırılıyor.
   Durum böyleyken böyle, sevgili F!


&

Çözüme dair sorular[22]


Kürt sorunu konusunda bir süredir İmralı'da Öcalan ile gerek devletin çeşitli kurumları arasında sürdürülen temaslar, gerekse de İmralı'ya BDP'nin yaptığı ziyaretler ve Kandil ile kurulan temaslar ve Akil İnsanlar Heyeti'nin çalışmalarıyla 'çözüm' tartışması yeniden gündemleşti. Sizce şu anda çözüm bağlamında nasıl bir noktadayız?

   Çoğu kimse gibi ben de şu an çözümün başlangıçtaki ivmesini yitirdiği, duraksadığı kanısındayım. Sözünü ettiğiniz adımlar, yani yıllardır talep ettiğimiz görüşmelerin başlaması, fiilen de olsa çift taraflı ateşkesin sağlanması ve gerillanın çekilmeye başlaması gerçek bir umut yaratmıştı. Akil İnsanların çalışması da konunun daha geniş ve daha çeşitli kesimlerce gündeme alınması açısından katkısı olan bir girişimdi. Ancak, hükümetin hazırladığı “demokrasi paketi”nin içeriğine ilişkin işaretler ve Meclis Anayasa Komisyonu’nda CHP ile MHP’nin tavrı konusunda gelen haberler, eskilerin “benim oğlum bina okur döner döner yine okur” sözünü hatırlatıyor. Öyle görünüyor ki üç parti (AKP, CHP, MHP) birbirlerinden korkmaktan kurtulabilmiş değiller.
   AKP tarihsel sorumluluğu bir başına üstlenmek zorunda kalmaktan ve oy kaybetmekten korkuyor. CHP ile MHP’de yeni bir şey yok, her zamanki ufuksuz şoven demagojilerini yapıp oy kapma peşindeler. Oysa Kürt sorunu gibi her anlamda hayati bir sorunda, her tür oy kaygısının aşıldığı büyük politikalardan aşağısında tutunulamayacağı açıkça ortada.Gelgelelim, yılların rejimi her üç partiyi de kendi hizasında tutmaya devam ediyor.Bu partilerin atabildikleri tek adım “Kürt” demeyi öğrenmekten ibaret. Birlikte yaşamanın vazgeçilmez gereklerini inkâr aşamasındalar. Öyle bir noktadayız. Bu aşamayı öyle ya da böyle aşmak zorundalar. 

Kürt siyasi aktörlerinin Hükümete yönelik olarak getirdiği; “süreç tek taraflı adımlarla yürüyor” eleştirisi var. Diğer yandan da hükümetin hazırladığı söylediği 'demokratikleşme paketi' var. Sizce Hükümet tarafının yaklaşımında sürecin ilerlemesine yardımcı olacak bir açılım hazırlığı var mı?

   Hükümetin A planı ‘acaba bu kadarla yetinmelerini sağlayabilir miyim’ gibi umutsuz bir denemeye benziyor. B planı ise, plandan çok, bir torba. Çok mecbur oldukça devreye soktuğu adımlar (TV6’yı kurmak, görüşmeleri başlatmak, Kürtçe seçimlik ders koymak, akademik ortamda Kürtçe dersleri vb.) bu torbadandır. Sürecin ilerlemesine yardımcı olacak gerçek bir “B planı”nı akla getiren tek adımı, ateşkes uygulamasıydı. Ama ondan öte gidemedi. Arada bir şu ya da bu bakandan işittiğimiz “süreç yürüyor” sözünün somut bir karşılığını göremiyoruz. “Demokrasi paketi”ni boş bırakmaktan da çekinmedi iktidar partisi. Hatta boş bırakmaktan öte, polisin yetkilerini artırmak gibi ters yöne giden hükümlerden söz ediliyor. Dolayısıyla, ufukta iyi bir hazırlık görünmüyor. Umarım paket resmen açıldığında bu durum değişir ve yeni bir açılım dinamiği başlatılır.
Başbakan kısa bir süre önce 'ana dilde eğitim ülkeyi böler' dedi. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

   Söylemesi ayıp, yıllardır bir kısmı kitap haline de gelmiş yığınla yazı yazıp anlatmışımdır ben anadili meselelerini. Bu konuda gerek devletin gerekse bilim insanlarının sicilleri alabildiğine bozuk ve hâlâ düzelmiyor. Deyim yerindeyse devletin komplekslerinden biridir anadili. Kamuoyu pek farkında olmamıştır ama, dil alanıyla ilgili bilim çevreleri cumhuriyet boyunca ağır bir baskı altında tutulmuş. Modern dilbilim ilgisi bile şunun şurasında birkaç yıllık.
   Gerçekte siyasetçilerden çok dilbilimcilerin, ruhbilimcilerin ve eğitimcilerin uğraşması gereken bir sorundur, anadili sorunu. Son on beş yirmi yıldır uğraşılmaktadır da zaten. Eğitimcilerin sendikası Eğitim-Sen, anadilinde eğitim talebini her zaman gündemde tutmuştur, bu yüzden kapatılmakla tehdit edilince tüzük değişikliği yapmak zorunda bile kalmıştır. Oysa şimdiye kadar enerjiler bunca gerilim yerine eğitbilime harcansaydı, çocuklarımız kendi anadillerini ya da birbirlerinin dilini küçümsemek ve dil sorunlarıyla boğuşmak durumunda kalmazlardı.
   Cumhuriyet rejiminde anadilinde eğitim hakkı tanınmış olan üç halk var aslında: Türkler, Rumlar ve Ermeniler. Ancak, Rumlar ve Ermeniler bu hakkı bir kamu hizmeti olarak alamıyor, yalnızca MEB denetiminde kendi paralarıyla özel okul kurup orada eğitim yapabiliyorlar. Bu yurttaşlarımızın hem dilleri hem de kendileri görünmez kılınmış olduğundan, “anadilinde eğitim” sözcüğü onları akla getirmiyor. Oysa yaşadıkları, onların deneyimleri, her açıdan son derece öğretici olabilir.
   Anadilinde eğitim meselesinin teknik adı ‘çokdilli eğitim’dir ve Kürt sorununda da er ya da geç yürürlüğe girmesi gereken ilke budur. Son birkaç yıldır birkaç akademik kuruluş çiftdilli eğitim konulu çalışmalar başlattı. Gelgelelim siyasetçilerin ufku hâlâ “anadilinde eğitim ülkeyi böler” ilkelliğindeki bir kart-kurt cümlesiyle sınırlı. İlkellik diyorum, çünkü bir ülkede ikinci (üçüncü, dördüncü, her neyse) bir dilin, bırakınız eğitim dili olmasını, resmî dil olması bile bölünme anlamına gelmez. Bölünme ancak yeni bir devlet kurulup kendi adına para bastığı durumlar için kullanılabilecek bir terimdir.
   Bu gerçekleri iktidar da, Başbakan da, diğer politikacılar da gayet iyi bilirler aslında. Gelgelelim, yüksek sesle söylemeye cesaret etmek yerine, birbirlerinin arkasına gizlenmeyi seçiyorlar.
Lice'de Medeni Yıldırım'ın öldürülmesi sürecinde Gezi direnişçilerinin destek ve dayanışma eylemleri oldu. Sizce Kürt sorununun çözümüne yönelik mücadele ve tartışmalarda ülkenin batısından gerektiği düzeyde bir katılım ve katkı var mı?

   Gezi süreci hem Medeni Yıldırım’ın öldürülmesi olayı açısından hem de daha genel bir açıdan, Aristoteles’in “aydınlanma ânı” dediği türden bir uğrak oldu. Dipten gelen bir açılım. Hrant Dink’in katli olayından sonra da öyle olmuştu. Uzun erimde mutlaka kalıcı ve etkileyici uğraklar bunlar. Gezi öncesinde, başka toplumsal sorunlar konuşulurken Kürt sorunundan pek söz edilmezdi. Siz kalkıp söz ederseniz, adınız Kürtçüye çıkar, böylece yan gözle bakılıp geçilir, “ne alâkası var şimdi” havası estirilirdi. Gezi’den bu yana bu ruh halinde değişiklik oldu. En azından benim tanıklıklarım öyle gösteriyor.
   Ancak, Kürt sorununun çözümüne yönelik dolaysız inisiyatiflerde harekete geçirici güç hâlâ Kürtlerin kendileri. Zaten,“katılım” ve “katkı” dediniz mi, sorumluluk sahibinin, muhatabın, başkası olduğu bir durum varsayıyorsunuz demektir! Etik düzeyimiz bir mağdurun hakkını diğerlerinin aradığı yüksekliğe ulaşmış değil.
Gezi süreci, kentin, yaşam biçiminin savunulması ve halkın taleplerinin alanlarda dile getirilmesi açısından önemli bir süreç oldu. Kürt sorununun çözümü bakımından da Gezi'nin ortaya çıkardığı enerji bir imkan sunabilir mi sizce? 

   Bence Gezi süreci Kürt sorununun çözümü bakımından dolaysız bir yol yordam gibi düşünülmemeli. Gezi’nin asıl katkısı ufku genişletmek ve o ufkun içine Kürt sorununu da almak biçiminde gerçekleşti. Yaşamsal önemde, büyük bir katkıdır bu. Kürt sorunu parklardaki forumlarda, eylemlerde, bir bileşen olarak, vazgeçilmez mücadele konularımızdan biri olarak yer alıyor artık.
   Gezi gibi, 68 gibi olgular, aslında diğer tüm devrimsel olgular gibi, hiçbir zorlama ya da planlamayla yaratılamayacak türdendir. Kolay kolay da sönümlenmezler. Gezi’nin yarattığı enerjinin Kürt sorununun çözümünde mutlaka yaygın bir etkisi olacaktır. Hatta, öyle bir olay yaşanabilir ki, güçlü bir parlamaya götürebilir kitleyi. Ancak, bunu örgütçülük ustalarının yapay olarak, şırıngalama yöntemiyle yaratabileceğini sanmıyorum. Gezi’nin ruhu buna elverişli değil. Hatta böyle bir girişimin tam ters bir etki yaratacağı kanısındayım. Gezi, Kürt sorununun anlaşılmasını ve Türkiye’nin batısında gündeme demokratik bir mücadele konusu olarak dahil olmasını sağladı. Ancak, büyük bir doğallıkla yaptı bunu. Şu an artık Kürt sorunu toplumsal mücadelelerin gündeminde tıpkı diğer yakıcı sorunlar, çevre sorunları, kadın sorunu, hayat tarzı sorunları, fikir özgürlüğü sorunu vb. gibi yer alıyor demek abartı olmaz sanıyorum.
Son olarak, sizce Kürt sorununun çözümüne yönelik olarak kısa ya da uzun erimde neler yapılmalı?

   Bence hemen başlatılması ve başlatıldığının duyurulması en çok önem taşıyan çalışma, müfredat çalışmasıdır. İlköğretimden itibaren müfredatın bütünüyle yeniden yazılması ve bu coğrafyada yaşayan halkların gerek varlığına, gerekse acısıyla tatlısıyla ortak tarihine ilişkin gerçekliklerin müfredatta yer almasından söz ediyorum. Çocuklara okul dışıyla çelişen mavallar anlatılmaması, toplumun temelleriyle ilgili bir iş. “Kürt, Ermeni” gibi sözcükler, çocukların hayatına birer korku öğesi olarak girmeye devam ettiği sürece hiçbir sorun çözüm yoluna girmiş olmaz. Eğitbilimciler (pedagoglar), barış kültürünü geliştirme yöntemleri üzerinde çalışmalı, çatışma çözümü gibi en iyi teknikler akademik ortamlarda kapalı kalmaktan kurtarılmalıdır.
Kısa ve uzun erimde atılması gereken diğer adımlar ise epeydir ortaya konuldu aslında. O adımların atılması, şu an fiilen sağlanmış olan ateşkesin hukuka geçirilmesi anlamına gelecek. Korucular meselesi, boşaltılmış köyler meselesi, yasalarda yol temizliği, yeni anayasa, teknik adı “af” ya da başka bir şey olmak üzere KCK davalarından tutuklu ve hükümlü olanların serbest bırakılması ve cezalarının ortadan kaldırılması, anadili temelinde çokdilli eğitim için çalışmaların başlatılması gibi adımlar en hayati olanları. Kalıcı bir barışa ve canlı bir demokrasiye giden yol bu kadar açık ve önümüzde uzanıyor.


&

Anadilinde eğitim, boykot...
Şerif Karataş’ın sorularına yanıtlar[23]

Ana dilde eğitim talebiyle başta Bölge illeri olmak üzere pek çok yerde okul boykotları söz konusu. Boykot kararını nasıl değerleniyorsunuz?

   Okul boykotu temelde siyasi bir karar. Devletin eğitim ve dil politikalarına duyulan birikmiş tepkilerin sonucu olarak alınmış, hayati önemde  bir karar. Gündelik dile şöyle tercüme edebiliriz bu kararı: Siz bizim çocuklarımızın anadilini dikkate almayı reddettikçe biz de sizin dışınızda çözümlere başvurmak zorunda kalıyoruz. 
   Gerçekte çokdilli bir topluluğun sorunlarından söz ediyoruz. Anadili Türkçeden farklı olan yurttaşlar çokdilli yurttaşlardır. Bu özelliğin eğitimde dikkate alınmaması düşünülemez. Ama bizim ülkemizde bu düşünülemeyecek uygulama onyıllardır yürürlükte! Cumhuriyetin Kürtlere uyguladığı, lamı cimi yok, zora dayalı bir asimilasyon programıdır. Dersim katliamı, Diyarbakır zındanı, b.k yedirilen köy halkı, koruculuk, bu programın tavan yaptığı uygulamalar. Rüzgâr ekildi, fırtına biçildi ve biçiliyor.
   Kürtler şimdiye kadar resmî dilin Türkçe olmasına itiraz etmediler. Bu durumda    “anadilde eğitim” talebinin teknik adı “çokdilli eğitim”dir. Anadili Kürtçe olan çocukların okulda hem Türkçe hem de Kürtçe öğrenmeleri ve derslerden bazılarını anadillerinde bazılarını resmî dilde görmeleridir. Çokdilli eğitim bu anlama geliyor, şu bölgede şu dil bu bölgede bu dil, anlamına değil.
   Özetlersem, okul boykotuna en az iki açıdan bakmak gerekiyor: Öncelikli olan, olması gereken, boykotun çocuklarımız üzerindeki etkisidir. İkincisi ise, devletin eğitim politikalarını temelden ilgilendirmesi gereken siyasi irade meselesi.

Ana dilinde eğitimi 'bölücülük'le niteleyen Hükümetin bu boykotu nasıl değerlendirmesi gerekir?

   Hükümet bu boykotu hem Kürt hem de eğitim politikasında hâlâ temel bir yanlışlık olduğunun işareti olarak değerlendirmelidir. Temel yanlışlık dediğim, birlikte yaşamanın gereklerini yerine getirmek yerine “eşimin kişiliğine gerekli saygıyı gösterirsem bu iş boşanmaya gider” şeklinde akıl yürütülmesidir.  Cumhuriyet devletinin Kürt politikası kocanın şiddet uyguladığı evliliklerden hiç farklı değil.
   Devlet, iyi bir beraberlik, iyi bir toplum kurulmasına katkıda bulunmak istiyorsa, çocuklarımızın gerçek toplumsal ve bireysel durumlarını dikkate almak zorundadır. Eğitim devletin önyargılarını mı esas alacak, çocukların mutluluklarını ve toplulukların kültürel zenginliklerini mi? Anadili ve o dilin taşıdığı kültür çocuğun en derin ruhsal ve toplumsal gerçekliğine dahildir. Çocuğun elinden bir oyuncağı çekip alır gibi anadilini alıp yerine başka dil koyamazsınız. Çokdillilik bizim bir gerçekliğimizdir ve gerçekliği dikkati almayan hiçbir politika başarılı olamaz. Bizim toplumumuz ve devlet bu konuda affedilmez derecede geç kaldı. Bence devlet derhal bir “EĞİTİM BARIŞI” ilan etmeli ve son yıllarda bazı akademik kuruluşlarca yürütülen, “çiftdilli eğitim” konulu araştırma ve çalışmaları da dikkate alan bir “açılım” da değil, atılım başlatmalıdır.

Kürtlerin ana dillerinde eğitim talebi özellikle ülkenin batı yakasındakiler bu talebi nasıl karşılamalılar?

Batı yakasındakiler çokdillilik gerçeğinden o kadar da habersiz değiller. Herkes çoğu ülke gibi Türkiye’de de farklı halkların bir arada yaşadığını ve her topluluğun farklı bir anadili olduğunu az çok biliyor. Ancak öneminin farkında değil, çünkü bu önem herhangi bir kanalla yaygın bir biçimde iletilmiyor. Okullarda dil gerçekliğinden hiç söz edilmiyor, sayısal olarak azınlık durumunda olan kültürlerin esamesi okunmuyor. Hatta, Bulgaristan ve Yunanistan gibi Türklerin benzer sorunlar yaşadığı ülkelerle ilgili olarak radyo ve televizyonlarda o sorunlardan söz edilirken daha çok işin din yönüyle ilgilenilip dil ve eğitimle ilgili yönleri es geçiliyor. Kamuoyu bu konuda yaygın bir biçimde bilgilendirilip bir korku ve nefret ortamı yerine dostluk ortamı yaratılabilirse insanlar anadili sorunlarını anlayacaktır. Ancak, bunun için tam bir özgürlük ve dostluk ortamı yaratılması şart. Aksi halde insanlar kasılıp kalıyor. Başka derdimiz yokmuş gibi şimdi bir de bu mu çıktı şeklinde tepkilere rastlanıyor. Çokdilliliğin sorunlarına Bulgaristan, Yunanistan vb. çeşitli ülkelerde yaşayan Türklerin sorunları örnek verilerek kendimizi Kürtlerin yerine koymamız kolaylaştırılabilir. Çeşitli ülkelerdeki çokdilli eğitim örneklerinden söz edilebilir vb. Ancak belirleyici olan, ortama dostluk ve özgürlük atmosferinin egemen olmasıdır.[24]


& 
  
Ulusallık[25]  

  
   Bir “Kürt Ulusal Kongresi”nin yapılacağı haberini okuduğumda içim cız etti. Cız etti, çünkü bu adlandırmadaki “ulusal” sözcüğü, Kürtlerin onlarca yıldır ölüm kalım koşullarında ihtiyaç duydukları desteği kardeş halklardan çok birbirlerinde ve komşu ülkelerin Kürt halkları olarak kendi kavimlerinde aramak zorunda bırakıldıklarını gösteriyor. Hem bunu gösteriyor, hem de bu yıl tam tamına yüzüncü yılını dolduran ve 1 Haziran 2013’te 24üncüsü toplanan “Arap Ulusal Kongresi”ni çağrıştırıyor.
   Kürtlerin kongresi için kullanılan“ulusal” sıfatı Kürt sorununun görülebilir gelecekte yönelebileceği iki “çözüm”den birinin, ulus ağırlıklı “çözüm”ün güçlü belirtilerinden biri. Diğer çözüm yolu ise, içinde yer aldıkları toplumların köklü bir biçimde demokratikleşmesi anlamında, haklar ve özgürlükler seçeneğidir.Türkiye dışındaki üç ülkede bu ikinci seçeneğin şansı şu an sıfıra çok yakın duruyor. Türkiye’de ise çözüm süreci bu seçeneğe yönelir gibi başlamıştı, ama arkasının geldiği söylenemez. Ve şimdi ufukta beliren “Ulusal” sıfatlı kongre ile birinci seçenek varlık gösteriyor, en azından istişare düzleminde.
   Gerçek şu ki, Kürtleri bu arayışa Ortadoğu toplumları ve halkları olarak bizler ittik. Türkiye’de nüfusun büyük bölümüne “Halepçe” deseniz, o da neymiş, yenir mi içilir mi diye sorar karşınızdaki. ABD yönetimi Irak’ta Halepçe canisini devirdi, ama tıpkı tecavüzcüden kurtardığı kadını “himayesine” alan simsarların kurtarıcılığına benzedi yaptığı iş. Türkiye, Irak, Suriye, İran gibi bölge devletlerinin Kürt politikaları da, boyut farkıyla, büyük emperyallerin politikalarından farklı değil.
   Türkiye solunda ise1960’lı yılların ikinci yarısında ve 70’lerde en çok tartışılmış meselelerden biridir Kürt meselesi. Gelgelelim, konunun en çok tartışılanlar listesine girebilmesi için Kürt sosyalistlerinin DDKD ve DDKO gibi ayrı dernekler kurmaları gerekmişti, özgül sorunları yeterince fark edilmeyen her sosyal kesim gibi.
   ArdındanTürkiye İşçi Partisi (dikkat, İP değil, TİP) 12 Mart darbe yönetimi tarafından Kürt sorunuyla ilgilendiği için kapatıldı. Devlet Kürt varlığını ve haklarını inkâra her koşulda devam etmekten başka yol bilmeyecek kadar çapsız ve militaristti. Sol ise, stratejisi itibariyle, her tür ayrımcılık sorununu sınıf mücadelesine endekslemiş, yani devrim sonrasına ertelemişti.
   Sonrası biliniyor: Kürtler ölümüne bir mücadeleye giriştiler ve otuz yılın sonunda kararlılıklarını artık kimsenin yadsıyamayacağı bir açıklıkla gösterdiler.Sonuçta devlet zora dayalı asimilasyona bir havuç politikası eklemek gereğini hissetti. Öyle görünüyor ki “çözüm”den anlamak istedikleri budur.
   Evet, Kürt meselesi Marksist muhalefette en çok tartışılmış meselelerden biridir ve Kürt özgürlük hareketi ihtiyaç duyduğu birlik ve dayanışmayı Türkiye solunda ve halkında aramaktan hiç vazgeçmemiştir. Bırakalım öncesini, şu son yirmi küsur yıla baktığımızda, ortak bir parti, ortak bir barış oluşumu, “halkların demokratik kongresi” gibi ortak hareketler yaratmak yönünde yığınla girişim görürüz. Bu girişimlerin büyük çoğunluğunun kökeninde Kürt özgürlük hareketinden gelenler vardır. Türkiye solunun ve aydınlarının büyük bir bölümü bu çabalara derece derece uzak durmayı seçti. Çoğu kez, “Türkiye’nin demokratikleşmesi” başlığı altında, yumuşatılmış bir asimilasyonun dilini kullanarak yol aldı ve Kürt sorununu gündeminin ilk maddesine dönüştürmekten her zaman kaçındı.
   Bunun farklı nedenlerinden söz edilebilir: Kürtlerin barışçı girişimlerinin taktikten ibaret olduğu kuşkusu, silahlı bir hareketin dümen suyuna girme kaygısı, devletin kuş uçurmaz baskıları karşısında duyulan bilinçli ya da bilinçsiz korkular vb. Bugün hâlâ, partisel çalışmaya hayır demeyenlerin BDP’ye[26] katılmak yerine bölük pörçük sol partiler halinde çalışması, Kürt özgürlük hareketini Kürtlük (“Ulusal”lık) çerçevesine doğru iten nedenlerden biridir bence. Boyutları kendisi kadar olan bir neden denebilir, ama yine de nedenlerden biridir. Oysa, ne Kürt sorununda ne de genel demokratikleşme meselesinde çoktandır 80’li yılların koşullarında değiliz. Mücadele silahlı mı olsun silahsız mı, köylülerle mi olsun işçi sınıfıyla mı gibi stratejik devrim kararları değil bizi bekleyen. Önümüzde verili bir durum var: Çoktan başlamış bir silahlı mücadelenin barışa ulaştırılması ve gerçek bir halk hareketinin demokratik talepleri için mücadele gereğiyle karşı karşıyayız. Kürt hareketinin deklare edilmiş ana talepleri gerçekte temel hak ve özgürlükler çerçevesini aşmıyor. Zaman zaman ortaya çıkan özerklik ve benzeri formüller, söz konusu taleplerin karşılanması umudu ufukta görünmediği için çıkıyor ortaya. Kürtler Türkiye halkından ve devletinden umutlarını kestikleri ölçüde kendi başlarının çaresine bakacakları statü seçeneklerine yöneliyorlar. “Kürt Ulusal Kongresi” bunun en açık göstergelerinden biri.
   Kişisel olarak, BDP’nin ve seleflerinin tüm Türkiye halkları ve okuryazarlarıyla birlikte davranma girişimlerinin taktik niteliğinde olduğu kanısında değilim. Bugün gelinen, “Ulusal” sıfatının devreye girdiği aşamada da bunun bir ulus devlet kurma hareketi olmadığı açıklaması bana taktik amaçlı gibi görünmüyor.Bunu söylerken, bırakınız Erbil kongresinin bileşenlerini, Türkiye Kürt özgürlük hareketinin de türdeş olmadığını unutmuş değilim. Farklı örgüt ve çevrelerin gönlünde, federasyondan özerkliğe ya da ayrılığa kadar giden farklı çözümlerin yattığı da biliniyor. Ancak, Kürtlerin özellikle Türkiye’de tüm halklarla iç içe yaşadığı gerçeği dikkate alınırsa, aynı potada demokratikleşme hedefinin ilkeden ya da bir göz boyamadan ibaret olmayıp gerçeklik temeline dayandığı da ortaya çıkar.
   Türkiye devleti bütün bu gerçeklikleri bazen dile getirse bile kabul edip gereğini yerine getirmekte alabildiğine zorlanıyor. “Muhalefet” dedikleri, BDP’yi saymazsak, bu bapta devletin ayrılmaz bir parçası. Ben bu yazıyı yazarken, meclis Anayasa Komisyonu’nda, Taraf gazetesinin nefis manşetiyle söylersek “CHP ve MHP’nin kart kurt ettiği” haberi geliyor. AKP Kürt hareketini yeterince dışlamıyormuş gibi, bu iki “muhalefet” partisi gerçekleri bal gibi bildikleri halde demagojik bir ulusalcılığın peşinde 12 Eylülcülük yapıyorlar. Tam bir kısırdöngü içindeler: Onların bölünme korkusuyla takındıkları bu tavırlar Kürtleri daha da uzaklaştırıyor. Ama oy hesapları tıpkı AKP gibi onların da bütün ahlaki ufuklarını kaplıyor. Bir gün Bağdat’tan dönmesi kaçınılmaz hesaplar oysa onlar.
   Özet olarak, Kürt özgürlük hareketi eğer 1980’lerde “Marksist Leninist” bir halk hareketi olmakla işe başlayıp bugün teknik olarak ‘uluslararası’ denmesi beklenebilecek bir toplantıyı “ulusal” sıfatıyla nitelemeye kadar geldiyse, bunda Türkiye devletinin, “muhalefet”inin ve toplumunun, hatta demokrat ve solcularının her adımda geri geri giden tavırlarıyla oynadıkları olumsuz rolün payı büyük. Bu tür tavırlar Kürtleri her zaman bir B planı olarak özerk ya da bağımsız yapılar düşünmeye itti. Kürtlerdeki her “ulusal”laşmanın bu tarafta bir ufuk darlığına ya da daralmasına işaret oluşturduğu duygusu korkarım içimizi cız ettirmeye devam edecek. Gezi gibi büyük tarihsel uğraklar geride kalırsa tabii.


&

Hukukun katillerini koruyanlar[27]

  
   “Anneannem” adlı çok sevdiğimiz anlatının yazarı ve gazeteci Hrant Dink’in avukatı Fethiye Çetin, bu kez yeni kitabıyla bizi adeta omuzlarımızdan tutup bugün bakmamız gereken asıl yöne çeviriyor. Bizi derken, bu toplumun demokrasi diyenlerini kastediyorum. Kitabın adı “Utanç Duyuyorum!”
   Çetin, bir hukukçu olarak, Hrant Dink davasından mesleği adına utanç duyuyor. Gerçekte onun utanacağı bir şey olmadığına göre, belki de asıl utanması gerekenlere bu sözcüğü hatırlatmak istiyor. Asıl utanması gerekenler, hukukun katillerini koruyanlardır.
   Kimdir bunlar? Çetin, davaların bir aşamasından itibaren adım adım bu sorunun peşine düşüyor ve gördüğü gerçekleri kitap boyunca bize de gösteriyor. Bir savunmadan çok, suçluları bulma edimi bu kitap. Bir tür iddianame. Çok iyi bir yazar ve hukukçu tarafından, hukukun katillerine ve onların koruyucularına karşı, adeta bütün toplumumuz adına yöneltilen bir iddianame. Yayınevinin bu metni sunarken ünlü Fransız yazar Emile Zola’nın Dreyfus davasıyla ilgili “J’Accuse! (Suçluyorum!)” metnini anması boşuna değil.
   Dolayısıyla, kitabın altbaşlığı daha isabetli: “Hrant Dink Cinayetinin Yargısı”. Çetin burada ‘cinayetin yargılanışı’ ya da ‘yargılanması, yargılanma süreci’ değil de “Yargısı” diyor. Bunun anlamı, işbaşında olan, cinayeti yargılamakla görevlendirilmiş yargı mensuplarının, kısacası yargı mekanizmasının durumudır.
   Hrant Dink cinayeti gerçekte hâlâ bir failimeçhul durumunda. Bunu ezbere değil, Çetin’in “Utanç Duyuyorum!”da tek tek anlattığı işlemsel gerçeklere bakarak söylüyorum. Usta polisiye yazarlarının yazdıkları kadar sürükleyici olduğu halde hukuk fakülteleri için kusursuz bir kaynak oluşturabilecek olan bu çok iyi yazılmış kitap, yalnızca Dink davası konusunda değil, diğer failimeçhullerle ilgili olarak da zihnimizde şimşeğin çaktığı ânı temsil ediyor.
   Kitabı okumaya başlarken, bildiğim şeyler anlatılacak duygusu içindeydim. İlk satırlarda, hemen “Anneannem”i çağrıştıran o yakın anlatı, biraz üstelenmiş, biraz fazla tanıdık, hatta tekrar gibi geldi. Ancak fazla sürmedi bu duygu. Anladım ki Çetin’in Hrant’a ilişkin duyguları anneannesine ilişkin olandan fazla farklı değil. Dolayısıyla, anlatının ilk eldeki benzerliği kaçınılmaz. Görüş alanında bilge ve arkadaş Hrant olduğu sürece, anlatı da “Anneannem”e yaklaşıyor. Yargıya, cinayete ve canilere yöneldiğinde ise, nefretle dolmaktan özenle kaçınıp toplumsal bir hukuk duygusuyla donanmayı, hukukçuluğunu şaşmaz bir biçimde öne çıkarmayı başarıyor.
   Yine kısa sürede fark ettim ki elimdeki kitap hem her tür okumamızın önüne geçirmemiz gerekecek derecede güncel, hem de hukukçular, hukuk öğrencileri, insan hakları uzmanları, gazeteciler, tarihçiler ve diğer toplum bilimleri araştırmacıları için, ama aynı zamanda, haklar ve özgürlüklerle ilgilenen, demokrasi diyen her yurttaş için eşsiz bir belge ve başvuru kaynağıdır.
   Fethiye Çetin, hem evrensel hukukun hem de yürürlükte olan hukukun örnek alınacak bir uygulayıcısı. Hrant Dink’in kıyıcı bir komployla kurban edilmesinin ardından biz her duruşma günü “Hrant’ın Arkadaşları” grubunun düzenlediği basın toplantısı için İstanbul Beşiktaş Barbaros Meydanı’nda bulununca kendimizi görevimizi yapmış sayarken, tetikçilerle “abi”lerinin zehirli sırıtmalarına ve kimbilir daha ne tehditlere muhatap ola ola yargının tıkalı beyinlerine çare bulmaya çalışan Fethiye Çetin’in ruhunda hangi fırtınaların estiğini ve hukuk açısından neler olup bittiğini bizlerin bile nasıl berbat bir uzaklıktan izlemiş olduğumuzu şimdi kitabı okumuş olarak daha iyi görüyorum.
   Şu isimlerden herhangi birini ya da hepsini seçebiliriz: Sabahattin Ali, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Necip Hablemitoğlu, Cavit Orhan Tütengil, Abdi İpekçi, Uğur Mumcu, Çetin Emeç, Ümit Kaftancıoğlu, Turan Dursun, Yusuf Ekinci, Musa Anter ve akıllarımıza kişisel değerlerinin yanı sıra “failimeçhul” cinayetlerin kurbanları olarak da kazınmış sayısız düşünür, bilim insanı, gazeteci. Kürt mücadelesinden, aktivist olan olmayan, sayısız insan.
   Evet, bu isimlerden herhangi birini ya da hepsini seçip Fethiye Çetin’in “Utanç Duyuyorum!” kitabında “Hrant Dink” adının geçtiği her yere bu seçtiğimiz ismi ya da isimleri yazabiliriz: Olgunun temeli ve açıklaması değişmeyecektir. Söz konusu açıklama, bugün cezaevinde olan ve olmayan mensuplarıyla Ergenekon’un, MİT’in, Kontrgerilla’nın, “Susurluk” çetesinin, kısacası her tür devlet kurumunun içine virütik bir organizma gibi yuvalanmış bir yapıya işaret ediyor. Andığım ve benzeri kurum ve örgütlerden her birinin içinde faaliyet gösteren, ama hepsini de aşan bir başka kurum. Türkiye’nin Gladyosu. Öyle bir organizma ki, hangi devlet memurunun ensesinde kendini hissettirirse, o dosyada akması gereken sular akmaz oluyor. Bütün failimeçhul siyasi davalarda soruşturmaların “bir yere gelip tıkanması”nın anlamı bu. Bizim toplumumuz hukuk açısından Karadeniz’in hiçbir canlılığa elvermeyen zehirli ve zifirî dipleri gibi. Gazetecilerin, hukukçuların, siyasetçilerin sırf zararlı sanıldıkları ya da birtakım çıkarlara aykırı bulundukları için ardı ardına öldürülmesini, öldürenlerin de failimeçhul ve cezasız kalmasını mümkün kılan bir ortam durmadan yeniden üretiliyor. Aynı yolla kaybettiklerimiz arasında, savcı Doğan Öz ile emniyet müdürleri Doğan Yurdakul ve Gaffar Okkan gibi devlet görevlileri de var. Onların katilleri de “meçhul” kalanlardan.
   “Kimdi soruşturmanın başından beri ‘özel’ olarak korunan, üzerine gidilmeyen bu şahıslar? Neden üzerlerine gidilmiyordu?
   Fethiye Çetin, kitabının 252. sayfasında soruyor bu soruyu. Gerçekte kitap boyunca birçok kez, farklı biçimlerde yinelenen bir soru bu. Çetin, gerçekte savcılara düşen pek çok görevi üstlenmiş bir avukat olarak sonuçta davanın arka planını bütün açıklığıyla yazıp kitap haline getirerek yargı mensuplarına  eşine az rastlanır bir cesaret örneği sundu. Tam tamına, insanlığın “hukuk devleti” derken dile getirdiği beklentileri doğrulayan bir örnek. Yazdıklarının tarihsel önemdeki bir cinayet hakkında olmasının yanı sıra, kitabın kendisi de tarihsel bir dönemeci işaretleyebilecek nitelikte analizler içeriyor.
   Benim yaşımdakiler gayet iyi hatırlar, bir zamanlar dünya çapında bir “Lockheed yolsuzluğu” meydana gelmişti. ABD’li uçak üreticisi Lockheed şirketi, belli başlı ülkelerin yetkililerine rüşvet vererek uçak ihalelerini almayı başarmıştı. Skandalın patlak verdiği Japonya dahil tüm ülkeler kendi ülkelerindeki suçluları açığa çıkarıp yargıladı, tek ülke hariç. Bilin bakalım hangisi?
   Ve şimdi “Gladyo” konusunda aynı durumdayız. Avrupa’da kendi Gladyosunu temizlemeyen, hukukun katillerini yakalamayan tek ülke Türkiye. Bir de Yunanistan’ın epey temizlediği, ancak şu son yakalanan “Altın Şafak” dahil, birkaç kolunun kaldığı söyleniyor.
   Neden böyle? Neden bu derin dip karanlığı bizim buralardan temizlenemiyor?
   Bu soruya bir yığın “jeopolitik” mazeretle yanıt verenler olacağını tahmin etmek zor değil. Acaba onlar neden ortaya çıkıp evrensel hukukun yanlışlığını, çapsızlıkları ya da mafyozik çıkarları yüzünden failimeçhul mekanizmalarından vazgeçemeyeceklerini savunmazlar?
   İnsanlığın yüzüne bakamayacakları için.
   Devletin bölünmekten, komünist olmaktan, Yunanistan’a, Kürdistan’a ya da Ermenistan’a toprak kaptırmaktan, Hristiyanlaşmaktan vb. vb. duyduğu yüz yıllık korkular, mafyozik çetelerin kıyıcılığı ve toplumsal sahneden hiç eksilmeyen şoven milliyetçi demagoji, iliklerimize işlemiş militarizm, şişirilmeye muhtaç erkeklik düşkünlüğü ile birleşince, ortam kıvamını buluyor.  Bir cezasızlık ve cılız demokrasi diyarı olup çıkıyoruz. Devreye giren açık gizli her kademeden güvenlik, idare ve basın mensuplarına, mahkeme kapılarında Kerinçsiz’e omuz veren Baykam’lar eşlik edebiliyor.
   Kamuoyu olarak bizlerin bulanık, belli belirsiz kalan bilgileri Fethiye Çetin’in yazdıklarıyla netleşiyor, bir araya geliyor ve önümüze bir yol ayrımı çıkarıyor: Türkiye birinci sınıf bir hukuk devleti olmayı başarabilecek mi, yoksa Çetin’in isabetle işaret ettiği Nazi kökenli doktrinler uyarınca kurulmuş Gladyoları, Kontrgerillaları temizleyen Avrupa’nın bir ucunda, Yunanistan’dan sonra gelen bir demokrasi taklitçisi olmaya devam mı edecek? Kitabın önümüze serdiği yol ayrımı işte bu. Gerçek bir barış ve demokrasi mücadelemiz olacaksa, bu hepimizin işidir. Ve yönelmemiz gereken ilk eldeki hedefi, adıyla sanıyla gösteriyor Fethiye Çetin. Onun çağrısına katılmamak elde mi?
   “Evet tarihimiz utanç dolu olaylar, hesabı sorulmamış suçlar, failleri ortaya çıkarılıp yargılanmamış cinayetlerle dolu. Biz bu utancı geçmişten devraldık ama gelecek kuşaklara devretmemekle sorumluyuz. İşte bu kitap, bir bakıma benim kuşağıma da bir çağrı; utancın hesabını sorma, gelecek kuşaklara utançtan arınmış bir gelecek sunma çağrısı...”


&

“Anadil olarak kabul”
Şerif Karataş’ın sorularına yanıtlar[28] 


   Milliyet gazetesinin, son “demokratikleşme paketi”nde yer alan “özel okullarda farklı dil ve lehçelerde eğitim” düzenlemesiyle ilgili 18 Ekim 2013 tarihli haberinde göze çarpan en vahim nokta, “Türkçe bütün okullarda anadil olarak kabul edilecek” ifadesidir. Bu, bilim açısından kabul edilebilir bir ifade değil. Yasa ya da yönetmelik yoluyla kimseye anadili tayin edilemez. Bu söz “herkes mavi gözlü kabul edilecek” gibi bir sözden farklı değildir. “Biz kabul ederiz olur biter” diyen tavırların ciddiye alınma şansı sıfırdır.
   Bu olay çok temel bir yanlışın büyümesi anlamına geliyor. Temel yanlış, 12 Eylül anayasasının hâlâ yürürlükte olan 42. maddesinden kaynaklanıyor. Bu madde “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” diyor.
   Hukukçular bu maddeyi yazarken “herkesin anadili Türkçedir” gibi bir açık ahmaklık yapmayıp “olarak okutulamaz” gibi kurnazca bir ifadeyle asimilasyon amacına aynı ölçüde hizmet etmişler. Şimdi MEB, herhalde buradan cesaret alarak, ancak aynı kurnazlığı bile gösteremeyerek, Türkçenin bütün okullarda anadil olarak kabul edileceği hükmünü veriyor. Amaç yine asimilasyon, yine sosyal ve siyasal açıdan çok gerilere kaçmak anlamına geliyor, üstelik bu kez tarih ve bilim önünde açık skandal oluşturacak bir fütursuzluk sergileniyor. Kararın “Kürtçe alfabe öğretilmeyecek, Kürtçe yalnızca lise düzeyinde verilecek” gibi diğer kısımları da bunun ayrılmaz parçalarından ibaret.
   Umarım habere konu olan karar yalnızca teknik olanaksızlıklar nedeniyle alınmıştır ve 2014-2015 yılıyla sınırlıdır. Gerçi böyle olsa bile Türkçeyi her çocuğun anadili kabul etmek sözü geçerlik kazanamaz. En doğrusu kararın bütünüyle gözden geçirilmesi, ertelenmesi ve bu amaçla konuyla ilgili akademisyenlere, Eğitimde Reform Girişimi gibi hazırlıklı uzmanlara danışılmasıdır.




[1] 16.1.2011 tarihli Radikal İki.
[2] Bkz. Demircan, Ömer, Dünden Bugüne: Türkiye'de Yabancı Dil, Remzi Kit., 1988.
[3] 6.2.2011 tarihli Radikal İki.
[4] 13.2.2011 tarihli Radikal İki
[5] 20.2.2011 tarihli Radikal İki.
[6] 27.2.2011 tarihli Radikal İki.

[7] FTÖB Yönetim Kurulu’nda yer alan arkadaşlardan Raşit Kaya, bu yazının internetteki sayfasına yaptığı okur yorumunda, benim bazı şeyleri yanlış hatırladığımı, görüşme çağrısının Ecevit’ten değil yönetim kurulundan geldiğini ve Ecevit’in Paris ziyareti Kıbrıs müdahalesinden önce olduğundan, o görüşmede Kıbrıs konusunun açılmadığını yazdı. Demek Ecevit’ten yediğimiz zılgıt başka bir muhalefetimizle ilgiliydi. Düzeltmiş olayım. –Kasım 2014
[8] 5-7 Ocak 2012 tarihli notlarım.
[9] 14 ya da 15.6.2012 tarihli Evrensel gazetesi.
[10] 16.6.2012 tarihli Gündem gazetesi.
[11] Kızılcık dergisi, Temmuz-Ağustos 2012, No. 49.
[12] Oysa, sözgelimi Doğan Aksan gibi büyük ve öncü sayılan dilbilimcilerin yazdığı Her Yönüyle Dil gibi elkitaplarında kavramın bilimsel tanımı yer alıyordu.  
[13] Blog yazısı. necmiyealpay.blogspot.com

[14] 12.10.2012 tarihli Özgür Gündem gazetesi.
[15]29.10.2012 tarihli Evrensel gazetesi.
[16] 2012 açlık grevlerinin “Çözüm süreci” açısından taşıdığı anlam esas olarak grevlerin sonlandırılma biçimiyle netleşti. Grev, Abdullah Öcalan’ın Kürt özgürlük hareketi açısından taşıdığı belirleyici önemi tartışılmaz bir biçimde ortaya koymuştu. – Kasım 2014. 
[17] Mayıs 2013 tarihli Evrensel Kültür dergisi, No. 257.
[18] Mayıs 2013 tarihli Demokratik Modernite dergisi.
[19] Kavramla ilgili internet sitesi: http://www.nefretsoylemi.org/
[20] Bkz. elinizdeki kitapta, “Taraf olmak meselesi” başlıklı yazım.
[21] F dergi, “Nasıl bir barış istiyoruz?” dosyası, No. 5, Yaz 2013.
[22] Evrensel gazetesinin 10 Eylül 2013 tarihli sorularına yanıtlar.
[23] 20 Eylül 2013 tarihli Evrensel.
[24] Eklemem gerekir: “Dostluk” ve “özgürlük” sözcüklerinin egemen olmasından değil, bu duygu ve anlayışın egemen olmasından söz ediyorum. –Kasım 2014
[25] Eylül-Ekim 2013 tarihli Kızılcık dergisi.
[26] An itibariyle bunu “HDP’ye” diye okumak gerekiyor. Dinamiğin getirileri! –Kasım 2014
[27] 13 Ekim 2013 tarihli Evrensel Pazar.
[28] 19.10.2013 tarihli Evrensel.