Millî Eğitim Bakanlığı'nın internet
sitesinde "ana dil/ anadil/ anadili" terimini arayınız, Hasan Ali
Yücel'den beri aynı durumun sürdüğünü göreceksiniz: Eğitimciler bu terimi hiç
bilmiyorlar, bildiği belli olan bir iki kişi de toplantılarda dil sorunları
konuşulurken 'anadili demeyelim, Türkçe diyelim' diye uyarıda bulunuyor. Elhak,
dilbilimle eğitim politikalarının bir araya gelmemesi için elden gelen titizlik
gösterilmiş.
Son günlerde MEB, öğretmenleri okula yeni
başlayan öğrencilerin anadiline duyarlı olmaları yönünde uyarıyor diye kısacık
bir haber çalındı kulağıma. Haberin ayrıntılarını bulamadım. Doğruysa,
günaydın.
Günaydın ama, mesele çocuklara sevecen
davranmakla bitmiyor. Anadili dahil, dil öğretmek konusunda yeryüzünde birikmiş
ibadullah bilgi ve beceri var. Bu konuda Türkçe yazılmış ender çalışmaların
yazarlarından yararlanılmamış olması, bilimin üzerindeki baskıların
göstergelerinden biri. Sözgelimi Prof. Ömer Demircan, çocuğun içinde bulunduğu
toplumsal ortama göre uygulanabilecek farklı yöntemleri ayrıntılarıyla ve uzun
uzun anlatmıştır.[2]
Gelgelelim, onun çalışmaları olsun, toplumdilbilim alanındaki çalışmalar olsun,
uzun süre hem kuram düzeyinde kalmış, hem de yeterince rağbet görmemiştir.
Bu politikalar sonucu, "bilinmeyen bir
dil" aşamasına geldik. Bildiğini bilmezden gelme politikaları. Bu
çerçevedeki bir adlandırma da şu: "Türkçenin Yeterince Doğru ve Güzel
Konuşulmadığı Yöreler".
136
sayfalık bir kitabın adında ve neredeyse her sayfasında okunuyor bu söz.
Kitabın adı, Türkçenin Yeterince Doğru
ve Güzel Konuşulmadığı Yöreler İçin Sınıf Öğretmeni Rehberi. MEB
"Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığınca incelenmiş; 9 Ağustos 1990 tarih ve
3824 sayılı yazıyla eğitim ve öğretim açısından uygun bulunmuş", aynı yıl
yayımlanmış.
Kitabın yazarı, söz konusu yörelerdeki
"Türkçe" sorununun kaynakları hakkında bin dereden bin su getiriyor,
öğretmen adayının yeterince bilgilendirilmemesinden tutun, "maddi
imkân"lara kadar onlarca neden sayıyor ama, dil farklılığı demeye bir
türlü dili varmıyor. Satır aralarından içler acısı bir kıvranma okunuyor;
"... anne ve babalara izah edilmeli ellerinden geldiğince çocuklarıyla
Türkçe konuşmaları sağlanarak çocuklarını teşvik etmeleri gerektiği
anlatılmalıdır" vb., vb. Bu anne ve babalar Türkçe konuşmayıp ne
konuşuyorlar acaba? Böyle bir soru içermiyor kitap. Soru içermiyor zaten. Yol
gösteriyor: Öğretmenlere, "köyde Türkçe konuşanların isimlerini tespit
ediniz", "Türkçeyi rahat konuşan aile ve velileri tespit ediniz"
diyor (s. 19, 22).
Sorun aslında kitap boyunca önemsenmektedir
ama, sorunlardan çok dayatmalar da belirleyici olunca ortaya bunlar çıkıyor:
Sömürge mantığına göre kurulmuş bir Ezop dili, gerçek adlardan kaçmak için
bulunmuş gülünç birtakım betimleyici adlar ve çözüm adı altında usandırmaktan başka
işe yaramayan bir ısrar. Çözüm kapsamında, öğretmen yetiştiren kurumlara ve
bakanlığa düşen görevler, hazırlanması gereken rehber kitapçıklar, Türkçe
derslerinin mutlaka artırılması, Türkçe anaokulları ve anasınıfları açma
çalışmalarının hızlandırılması gereği vb.
Ve yazar sonlara doğru şu hükmü veriyor:
"Bu
yörelerdeki eğitim ve öğretim faaliyetlerinde öğretmenlerimizin ayrı bir yol,
ayrı bir metot aramaları da boşunadır (...) normal okullarda kullanılan metot
ve teknikler az bir değişiklikle daha cazip hale getirilerek
uygulanacaktır."
Bugünlere işte böyle gelmişiz. Devlet,
dilbilimin gelişmesini bunun için ketlemiş ve dilbilim Türkiye'ye ilgi
göstermekten çekinmiş.
Türkoloji bölümlerinin sayısı geometrik
olarak artarken dilbilime böylesine uzak durmayı başarmak, dramatik bir durum.
Tüm sonuçlarını hesaba katarsak, aslında trajik.
"Türkçenin Yeterince Doğru ve Güzel
Konuşulmadığı Yöreler"den kasıt aslında ikidilli yöreler.
"İkidilli" sözcüğü, belirli gerçekliklere verilmiş bir ad olarak,
dilbilimsel bir terim. İki ayrı durum için kullanılıyor: 1) Toplumda
ikidillilik; 2) Kişinin ikidilliliği.
İkidillilik, çokdilliliğin bir türü. Türkiye
toplumu çokdilli. Belirli yöreler ikidilli. Yurttaşlarımızın çoğu ikidilli.
Kimimiz, anadilimiz Türkçe olmadığı için ikidilliyiz. Kimimiz, İngilizce ya da
başka bir dil öğrendiğimiz için ikidilliyiz. İngilizce öğrenen bir ikidilli
yurttaş, üçdilli oluyor...
Dilbilim, dilleri yaygınlığı ve saygınlığı
içinde göz önünde tutmak gerektiğini söylüyor. Siz bu gerçekliği örtmeye ya da
şeytanlaştırmaya çalıştınız mı, ayrılık tohumlarını kendi elinizle ekmiş
oluyorsunuz, niyetiniz her ne olursa olsun.
Öyle bir aşamadayız ki, bu saatten sonra
resmî dilin, bayrağın, hatta devletin tek kalabilmesi için, bu tekliklerin
altında gerçek bir çoğulculuğun gerçekleşmesi gerekiyor. Kürtler Meclis'te ve
mahkemelerde Kürtçe konuşmak yoluyla bunu anlatmaya çalışıyorlar.
*
NOT.
Tahrifatçı Hurriyet Daily News
19.8.2010 tarihli Radikal'deki yazımda,
Hrant Dink'in 301. maddeye göre yargılanıp mahkûm edildiği yazısından söz
etmiştim. Geçen gün internette fark ettim: "Hurriyet Daily News", o
yazımı almış, bana sormadan ve kaynak da belirtmeden, İngilizceye çevirtip
yayımlamış:
http://www.hurriyetdailynews.com/n.php?n=was-hrant-dink-an-8216enemy-of-turk8217-2010-08-19
Çeviride hatalar ve bir de tahrifat var:
Benim yazımda olmayan, Dink'in görüşlerini aktardığım yere bir 'sözde' sözcüğü
eklenmiş; elbette İngilizcesiyle, "so-called" biçiminde. Görebildiğim
kadarıyla, çevirenin adı yok. Buradan, tahrifat sorumlusunun Hurriyet Daily
News olduğunu ilan ediyorum.
Metnin
İngilizcesini, elimden geldiğince düzeltilmiş olarak, Türkçesiyle birlikte
bloguma ekledim:
http://necmiyealpay.blogspot.com
NOT’a NOT.
Hurriyet Daily News editörlüğüne durumu iki
kez bildirip düzeltileceği sözünü almama rağmen, tahrifat hâlâ düzeltilmiş
değil. –Kasım 2014
&
Barış, güvenlik[3]
Kahire Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Amr
Şalakani, Koray Çalışkan'a yazdırdığı ileti-yazısında, "En çok 'Barış!'
diye bağırıyoruz" diyordu (30 Şubat 2011 tarihli Radikal). Profesör daha
başka önemli şeyler de söylüyordu ama, bu "barış" sözcüğü özellikle
dikkatimi çekti: Şalakani'nin kullandığı sözcük hangisiydi acaba?
"Barış" değildi, çünkü Türkçe konuşmuyordu kendisi: Radikal, Çalışkan
ile profesör arasındaki görüşmenin Arapça ve İngilizce yapıldığını yazıyordu.
İngilizcede, malûm, 'peace' dediniz mi, bu
hem dar anlamda 'barış' demek oluyor, hem de geniş anlamda, 'huzur' yani 'iç
rahatlığı' anlamındaki barış. TV görüntülerinde İngilizce pankartlarda
"peace" okunuyordu ama Arapça pankartların yazılarını seçemedim.
Herhalde 'sulh' demişlerdir: 'Sulh'ün de tıpkı 'peace' gibi 'rahatlık, huzur
bulma' gibi anlamları var.
Ortalıkta cirit atan kavramlardan biri de
'güvenlik'. 30 Ocak Pazar günü NTV'de Murat Belge, Tahrir Meydanı'nda bir
gençle yapılmış konuşmaya dikkat çekiyordu: "Güvenlik istiyorum",
demişti genç, "eşimi ve çocuklarımı korumak için buradayım". Murat
Belge, bunca isyan, bunca ölü, polis ve askerin verebileceği bir şey için miydi
gibi bir şey söyledi, üzerinde yeterince durmadığı için sözü devam ettirmek
gereğini hissettim. Bu ihtiyaç henüz belli belirsizken, Neval-el-Saadavi'yle
yapılmış röportajı okuyunca, söyleyeceklerim az çok yerine oturdu:
Mısır'da kim ne diyor merakıyla, kadın
özgürlük hareketlerinin yakından bildiği, sık sık kovuşturmaya uğrayan, Enver
Sedat zamanında hapse de atılmış olan yazar Neval-el-Saadavi'yi hatırlayıp
internette aradığımda, "Democracy Now" sitesinde onunla yapılmış bir
röportaj buldum. Saadavi'nin sözlerinde de 'güvenli/k' kavramı geçiyor, iki
kez: "secure/ security".
Saadavi elbette halkın kendi kendisini
yönetmek istediğinden söz ediyor ve önce, iktidar sahiplerinden
"onlar" diye söz ederek, bizlere çok bildik gelecek bir tablo
çiziyor. "Onların" stratejilerinin, insanları korkutarak, 'Güvenliğe
ihtiyacımız var, Mübarek'e ihtiyacımız var' demelerini sağlamak olduğunu
anlatıyor. Buraya mim koyuyorum: Güvenlik ihtiyacı yaratmak.
Saadavi ne kadar farkındaydı bilmek zor
ama, iki cümle sonrasında yeniden
'güvenlik' kavramına başvuruyor ve Tahrir Meydanı'nda kendini güvende
hissettiğini söylüyor!
Bu tablo, barış kavramının da, güvenlik
kavramının da, hayatımıza iki ayrı bağlamda damga vurduğunu açıkça gösteriyor,
Mısır'da da, bizim burada da: 1) Güvenlik güçlerinin diktatörlüğüne dayalı
rejimlerin kullandığı korkuluk olarak güvenlik; 2) İnsanların birbirine
güvendiği ortam, anlamındaki güvenlik. İç huzuru içinde uyuyabilmek,
çalışabilmek, araştırma yapabilmek, eğlenebilmek, hatta üzülebilmek için her
insanın ihtiyaç duyduğu, uzun erimli ve derinlikli toplumsal koşullar
anlamındaki güvenlik.
Birinci tür olanı, 'vatan savunması'
çerçevesi içinde, çok azı gerçek, büyük bölümü tam anlamıyla uydurma, tıpkı
çocukları korkutmak için kullanılan 'öcü' kavramı kadar berbat bir korkuluk
kavram olup, "iç güvenlik belgesi" gibi yerlerde isteğe ve belirli
kastların çıkarlarına bağlı olarak biçimlendirilen o faşizan 'güvenlik'tir.
Sömürgecilik sonrası siyaset kuramlarında 'güvenlik devleti' olarak
kavramlaştırılan ve bir ucu 'küresel güvenlik', 'küresel iç savaş' gibi
kavramlara kadar giden olgunun ana bileşeni.
İkinci tür olanı, toplumun dar bir kesimi
her şeyden habersizmiş gibi yaşayıp giderken, tabulaştırılmış başka kesimlerin
tedirginlik içinde, susamışçasına ihtiyaç duyduğu güvenlik. Hrant Dink'in
ihtiyaç duyduğu güvenlik. Yanlarında "korumalar"ı olmadan gezemeyen
arkadaşlarımızın ihtiyaç duyduğu güvenlik. Kendince hoş giysilere bürünen
üçüncü cinsten insanların ihtiyaç duyduğu güvenlik. Suya sabuna dokunan, Kürt
kültürünü savunan, 1915, 1938, 1942, 1955, 1964 diyen yazılar yazarken
yokluğunu hissettiğimiz güvenlik. Kürtlerin, özellikle "bölge"de
yaşayanların, "barış" derken kastettikleri güvenlik. Ve kadın erkek
milyonlarca emekçinin, bilinç düzeyinde bile ulaşamadığı, sosyal güvenlik...
Mısırlılar da diğer halklar gibi, "En
çok 'Barış!' diye bağırıyor"muş. Devlet kökenli otoriteler ise
"barış" sözcüğünü hiç sevmiyorlar. Barışın yalnızca devletler
arasında ve ancak savaş koşullarında sözü edilecek bir terim olduğunu öne
sürüyorlar. Bir türlü 'taban'ın insani talepleri açısından bakmak istemiyor
onlar bu kavramlara. "Jeopolitik"ten yüreklere giden bir yol
bilmiyorlar.
Bu yazı yayımlandığında ben Van
izlenimleriyle dolu olacağım, çünkü 5 Şubat 2011 Cumartesi günü Van Barış
Meclisi'nin düzenlediği bir panelde konuşacağım. Barış sözcüğünün Türkçedeki ve
diğer dillerdeki anlamlarından söz edeceğim, vb. Çoğu zaman olduğu gibi,
salondan sorular ve katkılar gelecek. Radikal İki yazıları hafta içinde teslim
edildiğinden, o konuşmaları bu hafta aktaramıyorum.
Van'dan tek bir kez geçmiştim, birkaç yıl
önce, transit olarak, Bitlis'e gidip gelirken. O sıralar, "van"
sözcüğünün Ermenicede 'şehir' anlamına geldiğini, tıpkı Eskişehir, Yenişehir,
Akşehir der gibi Van, Erivan, Tatvan dendiğini öğrenince, ancak bir dilcinin
anlayabileceği bir sevecenliğe kapıldığımı hatırlıyorum. Ama hemen ardından bu
bilginin güvenli bir bilgi olup olmadığı sorusunun uğursuz bir çizgi olarak
tabloya eklendiğini...
&
Kreolleşme[4]
Edouard Glissant, Martinikli büyük yazar, 3
Şubat günü öldü. 82 yaşındaydı. Şair, roman yazarı, felsefeci, budunbilimci,
dilbilimci. Dünyanın geri dönülmez bir biçimde melezleştiğini savunuyordu.
Dilbilim, "kreolleşme" kavramını ona borçlu. "Sarsıntılı düşünce
(pensée du tremblement)" gibi önerileri de var.
"Sarsıntılı düşünce" önerisi,
akılcılıkla gelen kesinliklerin artık işe yaramadığı saptamasına dayanıyor:
Yaşadığımız "kaos dünya"yı anlamak için artık önceki pragmatizmler
yetmemektedir. Fiziksel ve biyolojik evren gibi, iktisat dünyası da
istikrarsızlık temeline dayalıdır. Bu durumu daha iyi anlamak ancak kendi
gücünden emin olmayan sarsıntılı düşünceyle olanaklıdır. Korku, kararsızlık,
endişe, kuşku, belirsizlik içeren düşünceler, "melez düşünceler, açık
düşünceler, kreol düşünceler" kastedilmektedir, sarsıntılı düşünce derken
(bkz. 4.2.2011 tarihli Le Monde gazetesinde yayımlanan söyleşi).
Glissant, kreolleşmeyi şöyle tanımlıyor: Rio
de Janeiro, Meksiko, Paris banliyöleri, Los Angeles çeteleri arasında ortaya
çıkan sokak dilleri birer kreoldür. Kreolleşme evrensel bir olgu, aslında
melezleşen tüm banliyöleri bir bir sayabiliriz. Buluş yetileri ve hızı
açısından kesinlikle olağanüstü bir olgudur. Kreollerin tümü kalıcı diller
değil, ama toplulukların duyarlığında izler bırakıyor. Müzikte aynı olay:
Amerika kıtasındaki caz müziği, beklenmedik bir kreolleşmedir. Hayvan yerine
konmuş, hayvan kovalar gibi kovalanmış, asılmış, canlı canlı yakılmış
insanların 'blues' gibi, caz gibi, neşeli, metafizik, yeni ve evrensel bir
müzik yapabilecekleri akla bile gelmezdi. Karayipler'in, Antiller'in müziği
çoğu kez Avrupa’nın 'kadril' müziği ile Afrika müziğinin karışımından oluşur:
Vurmalı çalgılar, esrimeli şarkılar. Karayipler'in kreol dillerine gelince, bu
diller hiç beklenmedik bir biçimde doğmuştur: Plantasyonların orta yerinde,
efendilerle köleler arasında, uydurma yordamıyla.
Glissant'a göre, kreolleşme, sanatta ya da
dillerde, beklenmedik olanı üreten bir melezleşmedir. Kendini yitirmeksizin
kendini dönüştürmenin bir yoludur. Kreolleşmede, dağılmak toplanmayı olanaklı
kılar; kültürden, uyumsuzluktan, düzensizlikten, girişiklikten doğan şoklar,
yaratıcılık kazandırır. Açık ve içinden çıkılmaz karmaşıklıkta yeni bir
kültürün yaratılışıdır bu. Büyük medya ve sanat merkezlerinin tektipleştirici
etkisini itip kakmaktadır bu oluşum. Müzikte, görsel sanatlarda, edebiyatta,
sinemada, mutfakta ve başdöndürücü bir hızla...
Glissant, Avrupa'nın da kreolleştiğini, bir
tür takımadaya dönüştüğünü söylüyor. Avrupa'da birbirine etkide bulunup nüfuz
eden çok zengin birkaç dil ve edebiyat olduğunu, öğrencilerin yalnızca
İngilizceyi değil, bu dillerin birkaçını birden edindiğini... Ve bunların
yanında Katalan, Bask, hatta Bröton bölgesi gibi bölgelerin gitgide daha çok
canlılık gösterdiğini, ayrıca Afrika'dan, Kuzey Afrika'dan, Karayipler'den
gelen toplulukların varlığını. Bu topluluklardan bazıları yüzyıllara, hatta
binyıllara varan kültürleriyle birlikte kendi içine kapanırken, bazılarının
hızla kreolleştiğini. Ve bu olguların Avrupa içi sınırlar kavramını gitgide
bulanıklaştırdığını...
"İlişkisel sanat" diyor Glissant.
İlişkisel kimlik. Sabit kimliklerin, kreolleşmiş toplumlarda yaşayan çağdaş
insan duyarlığına zarar verdiğini söylüyor. Gilles Deleuze'ün "köksap
kimlik" kavramına benzettiği "ilişkisel kimlik" kavramını
bugünkü duruma uygun buluyor. Bunun, yabancılıktan korkan, tek dile, tek ulusa,
tek bölgeye, bazen de tek bir etniye, ırka ya da kabileye bağlanmış,
özdeşleşmiş kimlikler için zorluk getirdiğine dikkat çekiyor. Fransız dili,
edebiyatı ve kültürü gibilerin ise yabancılardan korktuğunu, kendi içine
kapandığını, asimilasyon ve entegrasyon yoluyla göçmenleri silmeye çalıştığını
söylüyor: Cezayir savaşında olup bitenlerin Fransız bilinçdışına yerleşerek bir
inkâr ve suçluluk tepkisine yol açtığını, oysa bundan çok az yazarın söz
ettiğini anlatıyor. Zengin Fransa tarihinin ve toplumunun hak ettiği edebiyat
değil bu, diyor. Ancak, yakın gelecek için bu konuda da umutlu konuşuyor.
Edouard Glissant'ın yapıtlarından hiçbiri
Türkçeye çevrilmemiş.
*
Kreolleşme kavramı siyaset alanında da işe
yarayabilir. Geçen günlerde buna çok yakın bir anlam alanını adlandırma
ihtiyacıyla, "fermuar etkisi" demiştim. 5 Şubat günü barış paneli
için Van'a birlikte gittiğimiz Ertuğrul Kürkçü ile "darbe-şeriat"
ilişkisini konuşurken doğmuştu bu ihtiyaç. Kürkçü ile, bu ilişkideki süreç
özelliğinin dikkate alınmadığını, darbeci ve şeriatçı odakların onyıllar boyu
mutlak bir biçimde aynı kalmış gibi ele alındığını konuşuyorduk. Oysa her
hamlede birbirini etkilemiştir bu güçler. Fermuar kavramını aklıma getiren de
bu karşılıklı hamlelerdi.
Bu konuşmanın hemen ertesinde Süheyl
Batum'un ordu için "kâğıttan" demesi, ardından Genelkurmay
Başkanı'nın orduyu siyasete çekmeye çalışanları kınaması ve Başbakan'ın salı
günü AKP Meclis grubuna yaptığı konuşma, fermuara yeni ve çok net dişlilerin
eklenmesi anlamına geliyordu.
Süreç devam ederse, siyasi bir kreolleşmeden
söz edilebilecek duruma gelebilir. Matrisin içinde Kürt özgürlük hareketi,
kadın özgürlük hareketi, emekçi girişimleri, Aleviler, medyayı izleyenler,
antimilitaristler gibi çok çeşitli özgürlük talepçileri de yer aldığına göre,
kalıcı bir kreolleşme bile umut edilebilir.
&
Sivil itaatsizlik halleri[5]
Son zamanların toplu siyasi davaları, 12
Eylül döneminin ilginç birer uzantısı gibiler. 12 Eylül'den farklı olarak, bir
süredir işkenceden bahseden pek yok, ancak hukuksuzluk yakınmaları ve sanık
sayıları açısından benzerlikler var.
15 Şubat 2011 tarihli haberler arasında işin
sivil itaatsizlik yönünü düşündüren bir nokta da vardı: Balyoz soruşturmasıyla
ilgili olarak tutuklanan emekli ve görevli subayların, tutukluluklarına
itirazları kabul edilmezse savunma vermeyeceklerini, avukatlarından da istifa
etmelerini isteyeceklerini söylemeleri. Bu haber doğrulanır ve gerçekleşir de
sonuçta dava bu nedenle yol alamazsa, ikinci bir büyük davada sivil
itaatsizlikle karşı karşıya olacağız demektir. Birincisi, bilindiği üzere,
sanıkların savunmalarını anadillerinde yapmakta ısrarlı olduğu KCK davasıdır.
"Sivil itaatsizlik" sözü, siyasal
bir mücadele biçimi olarak, devlet kurumlarına ya da onların temsilcilerine
itaat etmemek anlamına geliyor. Meşruluğunu ve gücünü şu üç özelliğinden alan
bir mücadele türü bu: 1) Haklılığından; 2) Başka çaresi kalmamışlığından; 3)
Şiddete başvurmayışından.
Yürürlükteki yasalar ya da devlet size
hakkınızı teslim etmeyip hakkınız her ne ise onun tersini dayatıyorsa,
itaatsizlik hakkınız doğmuş demektir. Buradaki haklılık ve başka çaresi
kalmamışlık durumlarının ölçüsü sizin kendinizden ve benzerlerinizden menkul
olmayıp tarih ve vicdan önünde teslim edilen evrensel ilkeler olmak zorunda.
Yanlış bilmiyorsam, en katı disiplinin
geçerli olduğu kurumlar olarak ordularda da, astların kanunsuz emre itaat
etmemek gibi bir hakları var. Daha sonra bu nedenle yapılacak soruşturmada
emrin kanunsuz olduğunu kanıtlayabilmeleri koşuluyla elbette. Bu ne derece
olanaklıysa!
Sivil itaatsizlikte söz konusu olan ise,
kanunsuzluktan çok, hukuksuzluktur. Sonuçta gelip etik boyuta dayanan bir
mesele.
Sivil itaatsizlik yordamına 12 Eylül
cezaevlerinde de başvurulmuştu. Mamak Cezaevi kadınlar koğuşunda sürekli olarak
sivil itaatsizlik içindeydik. Kavram o zamanlar Türkiye solunda hiç yer bulamadığından,
yaptığımız şeyin adını böyle koymuş değildik. "Kurallara uymamaktan"
söz ediyorduk. "Kurallar" dediklerinin uyulacak yanı yoktu çünkü.
Bize uygulanmak istenen rejim, görünüşte
askerlik mantığına dayalı, ancak, nazi Almanya'sının kampları ile ABD
yönetimindeki Saygon zındanları gibi örnekleri saymazsak, dünyanın hiçbir asker
birliğinde uygulanmayacak türden bir yönetimdi. Bırakınız 'normal' zamanları ve
bizim gibi asker olmayan mahpusları, savaş zamanlarında ve askerlerle
tutsaklara bile uygulanmayacak kurallarla koşullar yürürlükteydi.
Bu uygulamaları ayrıntılarıyla anlatacak
değilim, şimdiye kadar epey anlatıldı, kitaplar yayımlandı, ilgilenen bulur.
Burada belirginleştirmek istediğim nokta, Mamak kadınlar koğuşundaki direnişin
birinci sınıf bir sivil itaatsizlik örneği olduğudur. Bu direnişe zaman zaman
erkek koğuşları da katıldılar, kırk güne varan açlık grevleri (gerçekten hiçbir
şey yenmeyen grevler) yapıldı, ama kesintisiz itaatsizlik yalnızca kadınlar
koğuşunda vardı. Belirli bir uğrakta coplu saldırılardan kurtulan da kadınlar
oldu.
Sivil itaatsizliğimiz, askerler coplasın
diye ellerimizi açmamız emredildiğinde açmamak (ve elbette bu nedenle her
zamankinden daha beter coplanmayı göze almak), sayım verirken avazımız çıktığı
kadar bağırmamız emredildiğinde bağırmayıp normal bir sesle saymak, bağırarak
marş okumamız istendiğinde okumamak, havalandırmada asker talimi yapmamız
istendiğinde yapmamak vb. biçimindeydi.
Tavrımızın karşılığı ise, kıyasıya
coplamaların yanı sıra günler süren tabutluk cezaları, elebaşı saydıklarına
hücre tecrit cezaları, arama adı altında koğuşu ve yataklarımızı her tür
malzemeyle berbat etmeler, kitap yasakları, gazete yasakları, görüş yasakları,
vb. Radyo, tv ya da müzik âletleri zaten her zaman yasaktı...
Zaman geldi, bu direniş cezaevi dışından,
daha önce aklımızdan bile geçmemiş olan bir destek buldu: Annelerimiz
cesaretlerini toplayıp bir araya gelmişler ve resmî makamları dolaşıp olup
bitenleri anlatmaya başlamışlardı. Sonuçta, günün birinde coplu saldırı
biçimindeki işkenceler sona erdi. Bizim itaatsizliğimiz sürdü, diğer eziyetler
ise, bazen yoğunlaştı, ama zaman içerisinde azalmaya yüz tuttu...
"Sivil itaatsizlik" terimi
Türkçeye galatımeşhur olarak yerleşen "sivil"li çeviri hatalarından
biridir. Yirminci yüzyılda dünya ortak kültür sözlüğüne İngilizce yoluyla giren
"sivil"li terimlerin çoğu gibi bu terim de Türkçeye gelirken anlam
kaymasına uğramış.
Sözgelimi, tarihsel "Amerikan Yurttaş
Hakları Hareketi"nin adının Türkçede bazen "Amerikan Sivil Haklar
Hareketi" biçimini aldığını görüyoruz. Böyle epey örnek var. O tür
yanlışlar düzeltilebilir. Ancak, "sivil itaatsizlik" terimi artık
değiştirilemeyecek kadar yerleşmiş durumda: Yurttaşın devlete ya da devleti
temsil etme konumundaki kimselere itaatsizliği anlamına geliyor.
Şimdi elbette 15 Şubat haberlerine göre
sivil itaatsizlik sayılabilecek bir girişimde bulunmayı düşünenlerin eski ya da
görevdeki askerler olması ilk bakışta paradoksal bir durum gibi görünüyor.
Oysa, askerler de yurttaştır ve yurttaş sıfatlarıyla sivil itaatsizlik
yordamına başvurabilirler. Buradaki mesele, askerlerin sivil itaatsizlikte
bulunmasında değil, itaatsizliklerinin meşru olup olmadığı sorusunda yatıyor.
Yani, yukarıda belirttiğim üç ölçüte uygun durumda olup olmadıkları
sorusunda...
Aynı soru, KCK davalarındaki anadili
itaatsizliği için de geçerli elbette. Sivil kesimlerin yani yurttaş
kesimlerinin beyan ettiği fikirler çoğunlukla o itaatsizliğin meşru olduğu
yönünde: Savunma hakkı kutsaldır ve kişi savunmasını en iyi bildiği dilde
yapabilmelidir. En iyi bildiği dilin hangisi olduğunu kişinin kendisi bilir. Ve
çevirmen bulundurmak, yargılayanın görevidir.
&
1974'ten anılarla Kıbrıs[6]
"Kıbrıs
Türktür Türk kalacaktır!"
"Ya
taksim ya ölüm!"
Bunlar 1960'lı yılların başlarında
İstanbul'da ve başka yerlerde onbinlerce kişinin katılımıyla yapılan,
bayraklarla bezeli Kıbrıs mitinglerinin sloganlarıydı. "Taksim"den
kasıt, bölünmeydi. Kıbrıs henüz bölünmemişti ve miting yapan onbinler Kıbrıs'ın
bölünmesini istiyordu. Gerekçe ise, EOKA adlı ırkçı terör (o zamanki adıyla
tedhiş) örgütünün cinayetleriydi.
EOKA faşistlerinin katlettiği çoluklu
çocuklu bir Türk ailesinin banyo küvetine yığılmış kanlı bedenlerini gösteren
fotoğraflar, yaşı elveren herkesin zihnine kazınmıştır. Kıbrıs'taki iki halkın
artık bir arada yaşayamayacağı tezini savunanların sözlerine gazetelerde hep bu
fotoğraflar eşlik ediyordu.
Çok az sayıda yayının yer verebildiği bir
başka fotoğraf daha vardı aslında: Bir otomobilin içinde iki adam: Tıpkı banyo
küvetindeki aile gibi vurulup kanlar içinde yığılmış onlar da. Birlikte
mücadele eden sendikacılardır bu genç adamlar. Biri Kıbrıslı Türktür, adı
Derviş Ali Kavazoğlu. Diğeri ise Kostas Michaulis, Kıbrıslı Rum. Cinayet
tarihi, 11 Nisan 1965.
Bu iki fotoğraf, adadaki toplumsal
mücadelenin ve derin devletlerden gelen müdahalelerin simgesi gibidir. Söz
konusu devletler, anlaşmalarda "garantör devlet" statüsünün tanınmış
olduğu Türkiye, Yunanistan ve Britanya'dır.
Jeostrateji uzmanlarına göre adanın konumu
paha biçilmezdir ve gitgide daha çok öyle olmaktadır ("stratejik olarak
ilgiliyiz"). Kıbrıs halkının tarih boyunca rehin kalmasının gerekçesi
budur. Siz, devletlerin ağzını sulandıran bir "batmayan uçak
gemisi"siniz. Hem de dünyanın en zengin yeraltı kaynaklarının burnunun
dibindeki bir gemi. Hangi Kıbrıslı bunu anlamaz ya da anladığı halde karşısına
geçmeye çalışır, yazgıları Kavazoğlu ile Michaulis ve daha niceleri gibidir.
1960'lı yıllar kan revanla bitip 70'ler
geldiğinde Grivas'ın liderliğindeki faşistler Kıbrıs'ta yönetimi ele geçirdi.
Türkiye, can güvenliği kalmamış olan "soydaş"larını korumak
gerekçesiyle ve adayla ilgili üç "garantör devlet"ten biri sıfatına
dayanarak, 1974 Temmuz'unda "Kıbrıs Barış Harekâtı" adını verdiği
askerî müdahaleye girişti ve Kıbrıs bölündü.
Türkiye Kıbrıs'a asker çıkardığı sırada
devlet burslusu olarak bulunduğum Fransa'da, "Fransa Türkiyeli Öğrenciler
Birliği"nin yönetim kurulu üyesiydim. Öğrenci Birliği olarak, her tür
askerî müdahalenin yanlışlığı ilkesini benimsiyorduk ve bu çerçevede,
müdahaleye karşı çıkan bir bildiri yayımladık. Kendini o zamanki TKP'ye yakın
hissedenler TKP'nin, TİP'e yakın hissedenler TİP'in, böyle düşüneceğinden
emindik.
Gelgelelim, TKP'nin yönetimindeki Bizim
Radyo bizi düş kırıklığına uğratacaktı: Bu radyo da tıpkı Ankara Radyosu gibi
müdahaleyi destekliyor, "Kıbrıs halkı Türk askerlerini bağrına
basıyor" vb. diyordu. Müdahaleye ancak bir iki gün sonra karşı çıkabildi
Bizim Radyo.
Grivas faşizmine karşı mücadele Kıbrıs halkının
işiydi ve gün, bu mücadelesinde Kıbrıs halkıyla dayanışma günüydü. Öğrenci
Birliği olarak, Yunanlı ve Kıbrıslı derneklerle ortak bir toplantı düzenlemek
üzere harekete geçtik. O sıralar Yunanistan'da hâlâ "Albaylar
Cuntası" yönetimdeydi, dolayısıyla Fransa'da çok sayıda Yunanlı işçi ve
siyasi mülteci vardı.
Yunanlılar açısından, ortak toplantı
düzenlemekte bir sorun yoktu. Gelgelelim, böyle bir toplantıya katılacak
Kıbrıslı Rum bulmayı bir türlü başaramadık: Komünist AKEL dahil Kıbrıslı
Rumlar, "Türklerle ortak toplantı" yapma cesaretini bulamamışlardı.
Sonuçta toplantıyı Yunanlı ve Türkiyeli işçi ve öğrenci dernekleriyle, bizim
Öğrenci Birliği lokalinde yaptık. Büyük bir kalabalık gelmişti.
Türk işçilerin büyük çoğunluğu aslında
Kıbrıs müdahalesine destek duygusuyla gelmişlerdi ve nasıl bir tepki
göstereceklerini kestirmek zordu.
İlk sözü Yunan İşçi Birliği'nden gelen
konuşmacıya verdik. Yaşını başını almış, has bir işçiydi. Yunanca konuşuyordu,
söyledikleri önce Fransızcaya çevriliyordu, ardından biz Türkçeye çeviriyorduk.
Sanıyorum, salondaki herkes için beklenmedik şeylerdi orada söylenenler. Her
zamanki gibi, halkların kardeşliği, işçilerin sınıf birliği vb. diyorduk ama, o
an bu zaten oracıkta olmaktaydı, işçiler oracıkta yan yanaydılar, omuz
omuzaydılar.
Konuşmalar bittiğinde, salonda sinek uçsa
duyulacak bir sessizlik oldu. Fena halde endişeliydim ve çok kişi aynı duygu
içindeydi.
Bir anda güçlü bir alkış koptu. Henüz şoven
zehirler ortalığı kaplamadığından olmalı, kimse karşı çıkmadı, kimse birbirini
ihanetle suçlamaya kalkmadı. Belki o toplantıya katılanlardan bir bölümü birkaç
gün sonra düzenlenen şoven toplantılara da gidecek, oralarda "harekât için
bağış" verecekti. Ama o an, ortak bir toplantı herkese iyi gelmişti.
Tekrarlanamasa bile.
Kıbrıs harekâtının mimarı Başbakan Bülent
Ecevit, bizim toplantıdan kısa bir süre sonra Fransa'ya geldiğinde haber
yolladı, gelsinler görüşelim diye. Gittik. Öğrenim sorunları, yurt sorunları,
Öğrenci Birliği'nin lokali vb. hepsini sordu, yanıtladık, talepler ilettik.
Kıbrıs konusunu tam kalkmaya davrandığımızda açtı Ecevit. Yurdumuzun çıkarları
konusunda daha dikkatli olmak gerektiği gibilerden bir şeyler söyledi ve
karşılık beklemeden çıkıp gitti. O sırada diğer kapıdan giren Başbakan Yardımcısı
Necmettin Erbakan da ellerimizi sıktı ve hemen o da ayrıldı bizden.[7]
Cumhuriyet gazetesi başyazarı Nadir Nadi'nin
o günlerdeki bir başyazısı da kayda geçilmesi gerekenler arasındadır. Başyazar,
Öğrenci Birliği'nin Kıbrıs bildirisinden söz ediyor ve Ceza Kanunu'ndaki 140.
maddeyi hatırlatıyordu: Yurtdışında ülke aleyhine beyanatta bulunmak gibi
suçları düzenleyen madde! Çabası boşa gitti, aleyhimize dava açan olmadı.
Herhalde Ecevit engellemiştir, belki de bu kadarcık karşı ses olsun diye.
Kıbrıs'ın sonraki halleri biliniyor. Derin
haller müdahale sonrasında bitmedi. Son "failimeçhul", 1990'lı
yıllarda işlenen gazeteci Kutlu Adalı cinayetidir. Garantöre karşı ilk dolaysız
itiraz gösterileri ise ancak geçen haftalarda düzenlendi.
&
Tanıklık[8]
[Olayın sıcağında “Roboski” adı henüz
yerleşmemişti. “Uludere” adı, haberlerde daha önce de sık sık geçtiğinden
olmalı, herkese tanıdık geliyordu.]
Uludere'nin katliama uğrayan köylerine 5
Ocak 2012 günü gittik. İstanbul'dan ve Ankara'dan, çeşitli kesimlerden gelen 35
kişilik bir gruptuk, çağrı Halkların Demokratik Kongresi'nden gelmişti,
yolculukta da onlar yol gösterici oldular. Diyarbakır'da bizi karşıladılar, Sur
Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş'a uğradık, orada kısa birer konuşma yaptık.
Demirbaş'ın kendisi de bir tür imha politikası mağduru, bacağında yurtdışında
tedavi gerektiren ağır bir hastalık var, 1 Eylül Barış mitingine gittiğimde
gözlerimle görmüştüm, dizinden aşağısı simsiyahtı, iyileşme hâlâ yok, ama o
ayakta durmak için bütün gücünü kullanıyor.
Demirbaş'ın söylediklerinden notlar:
-
Yılbaşında biz yaslıydık ama ülkede yas ilan edilmedi. Öldürülen 35 kişi
Nişantaşı'nda olsa yılbaşı öyle mi geçerdi?
-
Halklar bir arada yaşamak, bunun için acılarını ortaklaştırmak zorunda.
- Basın
bu konuda büyük bir çelişki yaşıyor.
- Bir
oğlum dağda, diğeri askerlik çağına geldi, annesi diyor Avrupa'ya yolla, orada
okusun.
-
Kadına ne zaman sıra gelecek bu erkek egemen düzende?
- Bu
katliamı barış için bir çıkış noktasına dönüştürmek gerekir ama, CHP, AKP
belli... Acıların ortaklaşabilmesi çok önemli...
Diyarbakır/Amed'den minibüslerle yola
çıktık. Yolumuz altı saate yakın. Engin bir coğrafya bu seyrettiğimiz: ovalar,
tepeler, dağlar, Dicle... Grupta o zamana kadar tanımadığım ya da uzaktan
tanıdığım insanlar vardı, onlarla yakınlaşıyoruz. Meryem Koray'la yanyana
oturuyoruz, duygularımızı, gözlemlerimizi konuşuyoruz. Bu güzelim coğrafyanın,
ovaların dağların ne kadar kuraklaştığını, Dicle'nin inatla ayakta duran yakın
kıyıları dışında yeşillerin yok edildiğini, tek bir insan etkinliğinin göze
çarpmadığını, eskiden hayvancılıkla ünlü olan bölgede altı saat yolculuk
süresince yalnızca iki küçük sürüye rastladığımızı, bir barış ortamında
oraların nasıl güzelleşebileceğini, neler yapılabileceğini...
Yolumuzun üstünde önce Şırnak var. Şırnak
Belediye Başkanı tutuklu olduğundan, bizi Başkan Yardımcısı karşılıyor. Hem
karnımızı doyurup hem oradakilerle konuşuyoruz. Ben Başkan Yardımcısı'nın
yanında oturuyorum, anlatıyor: Katliamı birkaç saat sonra (01.30'da)
duymuşlar... Köylüler yaralı kurtulan komşularını Şırnak hastanesine
getirmişler... Sınıra gelen köylülerin önce etraflarının tarandığı,
bombardımanın bundan sonra olduğu... Parçalanmış bedenlerin nasıl toplandığı...
Battaniyelerle halı sahaya taşındığı...
Başkan Yardımcısı, haberi alınca dört kişi
yola çıktıklarında anayolda arka arkaya dizilmiş otuz kadar 115 ambulansı
gördüklerini söylüyor. Ambulansların niye orada beklediğini yorumlamaya
çalışmışlar, anlayamamışlar. Vaktinde gidip birkaç kişi kurtarabilirlerdi,
diyor... Ağır yaralı olanın çocuk yaşlarda olduğunu söylüyor, 14-15 yaşında...
Şırnak'tan sonra yol yokuşa vuruyor, gitgide
yükseliyoruz, güneş dağlardaki tablolarda birazdan yerini aya bırakacak.
Uludere'yi geçip, taziyede bulunacağımız ilk köy olan Roboski'ye (Ortasu)
geliyoruz. Taziye çadırları üçüncü günün sonunda kaldırıldığından, köylüler
bizi meydanımsı bir yerde karşılıyor, ayakta, çepeçevre dizilmişler. Gelenek
uyarınca biz de sıraya girip teker teker ellerini sıkıyoruz: Başımız sağolsun.
Her yaştan köy insanları bunlar, en yoksul, en çocuksu, toprağa en yakın...
Elleri de hava gibi çok soğuk ve pütürlü, yürekleri alabildiğine sıcak,
"hoşgelmişsiniz" diyorlar, neredeyse minnettarlar. "Başımız
sağolsun" derken sesim hep titrek, gözlerim yaşlı. Birinin eli sakat,
soruyorum, mayından diyor, elin sahibi ve yanındakiler. Biraz sonra
öğreniyorum: "Sınır"da katırlarla birlikte hep gelip geçtikleri yol,
bir mayınlı arazinin içindedir aslında. Mayınsız "yol"un genişliği
bir metre kadardır. Köyde eli kolu parçalanmışların sayısı bu yüzden
yüksektir...
Bizim için hazırlanmış beyaz naylon
sandalyelere oturuyoruz. Hepimizde bir tutukluk. Köylülere soru soracak hale
gelmemiz zaman alıyor. Ağladığımı gizlemek için burkulup duruyorum, yalnızca
ben ağlıyorumdur fikri oluşmuş nedense kafamda, sonradan anlıyorum ki diğer
arkadaşlar da aynı durumdalar, en azından kadınlar. Üç köyün üçünde de aynı
seremoni yineleniyor, el sıkışma, sonra dua. El sıkışmada yalnızca erkekler
oluyor, kadınlar bunun ardından sökün ediyor, bir köşeden çocuklarla birlikte
sokuluyorlar önce, sayıları gitgide artıyor, kucaklaşıyoruz, birlikte
ağlıyoruz, yakınlarının bedenlerini kendi elleriyle, parça parça toplamış
insanlar bunlar...
Diğer köylere doğru, coğrafya yine
yükseliyor, hava daha da soğuyor, duygularsa hep sıcak; biz ve köylüler gitgide
daha yakınız birbirimize. Bunu önce Meryem Koray'ın yolda aldığı notları
okuyarak yaptığı o müthiş içten konuşma sağlıyor. Çok akıllı, çok duygulu.
Üçüncü köy Gülyazı'da (Bujeh) Ferhat Tunç'tan bir türkü istiyoruz, "Dai,
dai" diye başlıyor ama, gözyaşı gırtlağında düğümleniyor, bırakmak zorunda
kalıyor... İlkay Akkaya başlıyor ve herhalde hayat boyu unutamayacağım eşsiz
bir sesle artık simsiyah olmuş karanlığı ve sanki karşıki dağları titretiyor,
köy meydanı tıklım tıklım, çıt çıkarmadan dinliyoruz, tek çıtırtı, yakılan
güzel kuru ot ateşinin sesi. Yasemin Göksu da orada, ne yazık ki ona zaman
kalmıyor, iki milletvekili var aramızda, Sebahat Tuncel ve Levent Tüzel, onlar
konuşmalarını yapıyor ve o andan sonra artık herkes ayakta, omuz omuza, her
birimiz yanıbaşımızdaki köylülere soruyoruz, anlatıyorlar, "kaçakçı"
denmesinden duydukları rahatsızlığı, başka geçim kaynakları olmadığını, günde
ortalama 50 lira kazanabildiklerini, bunun bir kısmının da "vergi"ye
gittiğini, katırlarının masraflarını ve onlara pahalıya mal olduğunu, sınır
ötesindeki akrabalarının tedarik ettiği mazot, sigara gibi şeyleri alıp
geldiklerini, eskiden beri, devletin bu ticareti bildiğini ve göz yumduğunu
anlatıyorlar, bu kez neden bombalandıklarını anlayamıyorlar ve bunun bir imha
politikasının başlangıcı olmasından adamakıllı korkuyorlar. Katliam günü
hastalandığı için diğerleriyle gidememiş olan biri utanırcasına belirtiyor bu
durumu. Birbirlerini tanıtıyorlar, bunun oğlu gitti, eve ekmek getirmeye
çalışıyordu, bunun abisi gitti, on yedi yaşındaydı, kardeşine ameliyat parası
topluyordu, bir erkek çocuk, on iki on üç yaşlarında, kimsesi kalmamış, bunun
iki yakını birden gitti, eve bakacak kimse kalmadı... Hepsine sarılıyoruz,
yapabildiğimiz tek şey bu: Duyguları paylaşmak, bilgi almak, onların sözcüsü
olma sözü vermek. İletmemizi oybirliğiyle istedikleri talep, sorumluların
mutlaka bulunup açıklanması ve cezalandırılması. Birkaçı, kamu önünde özür
dilenmesini de istiyor. Bize tazminat diye gelmesinler, biz huzur içinde
yaşamak istiyoruz diyorlar.
Gencecik kadın öğretmenleri var köylerin,
hepsi geliyor, hepsinin duyguları bizimle aynı. Öğrencilerini bağırlarına
basıyorlar, izlenimlerimizi doğruluyorlar.
Bir ara, meydanda oluşan forum kalabalığının
ortasında birinin yüksek sesle söz aldığını fark ediyorum, özürden söz eden
biri konuşuyor ama, özür dileyen kendisi. Yanımdaki köylüler bunun Beşir
Atalay'ı konuk eden korucu olduğunu söylüyorlar. Korucu, Atalay gelince
gazetecilere "Türk milletinin başı sağolsun" demiş. Gazetelerden,
Beşir Atalay'ın oradaki tüm vatandaşları ziyaret ettik dediğini okumuştuk önce,
doğru değil diyor köylüler, evi köylerden biraz uzak olan bu korucunun evine
gitmiş yalnızca. Köylülerin yüzlerinde, vahim bir hata işlemiş kişiye duyulan
acımanın ifadesi...
Ve çocuklar, ortalığın dinamik kesimi.
Sonlara doğru, büyüklerden oluşan kalabalığın hemen arkasından arada bir
sesleri geliyor: Slogan atıyorlar. Yaşları yedi sekizden on on beşe kadar.
Gecenin karanlığında, yakın dağ tepelerindeki ışıklarıyla varlıklarını duyuran
askerî üslere "uzay gemileri" diyor çocuklar, projektörleriyle çok
yüksekte, rengârenk ışıklar bunlar...
Son ziyaret, köyün yamaçlarındaki mezarlığa.
Oraya minibüs için yol yok, karanlıkta, el fenerleriyle tırmanıyoruz. Taşlı
topraklı, biraz karlı bir yokuş. Köylüler de bizimle geliyor. Mezarlar irili
ufaklı, uç uca, yan yana. Çiçekli, kalemli, defterli. Biz de çiçek
bırakıyoruz...
Dönüş: O gün eski Genelkurmay Başkanı İlker
Başbuğ'un tutuklandığını gece Diyarbakır'da televizyondan öğreniyoruz.
Yorumlarımız aynı: Zamanlama manidar. İstanbul'a dönüşte dağılmadan ilk iş
olarak basın toplantımızı yapıyoruz. Tanıklıklarımızı anlatıyoruz, kürsüde yedi
kadınız ve birlikte gittiğimiz 35 arkadaştan çoğu salonda hazır. Sema Solaklı,
"kaçakçı" denenlerin gerçekte birer kaçak işçi olduğunu söylüyor. Çok
haklı. Olsa olsa kaçak işçilik denebilir bu insanların yaptığına.
Uludere olayı bütün bir Kürt sorununun özeti
gibi. Bütün boyutlarıyla: Devletin kıskacı, halkın yoksulluğu ve can pazarı. Ve
inkâr ve imha. Uludere bu savaşın gerçek yüzüdür. Ölen, sakatlanan, ruh
sağlığını yitiren herkes, aynı ayrımcı politikanın kurbanı. Barış çabası
Uludere'den sonra daha da değerli.
#uludereyiunutma
&
Kürtçenin seçmeli ders
olması
Evrensel gazetesinin sorularına
yanıtlar[9]
Öncelikçe Kürtçenin
seçmeli ders olarak okutulmasına ilişkin neler söylemek istersiniz?
Kürtçenin seçmeli
ders olarak okutulması Türkiye'nin Kürt kültürü konusunda devekuşu
politikasından çıkmak için yapması gereken bir yığın işten yalnızca biridir.
Umarım doğru dürüst yapılır da kökeni ne olursa olsun isteyen her öğrenci
Kürtçeyle az çok yakınlık kurma fırsatını bulur. Bu adımın doğru dürüst
atılması ise Kürtçe meselesinin bir bütün olarak ele alınmasına bağlı.
Kürtler için Kürtçenin seçmeli
ders olarak verilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kürtçe meselesi dediğim bütünün üç ayağı
var, bunlardan biri anadili Kürtçe olan çocukların eğitim sorunudur. Okulların
programına Kürtçeyi seçmeli ders olarak yapıştırmak bu sorunu çözmez, diğer iki
ayaktan biridir o. Pedagoji uzmanları bilir: Bir çocuğa verilecek dersin biçimi
ve içeriği, o çocuğun anadili ile içinde bulunduğu aile ve toplum ortamına göre
yapılacak değerlendirmelerle belirlenmelidir.
Kürtçenin seçmeli ders olarak
okutulmasına itirazlar da var buna dair neler söylemek istersiniz?
Anadilinde
eğitim isteyen Kürtlerden gelen itirazları kastediyorsanız, haklıdırlar: Çocuk-
merkezli bir eğitim için çocuğun anadilinin ağırlıkla dikkate alınması şarttır.
Bunun ilkelerini eğitim uzmanları ve öğretmen örgütleri çocuğu merkeze alarak
birlikte kararlaştırmalıdır. Bildiğim kadarıyla Eğitim-Sen ve ERG (Eğitimde
Reform Girişimi) gibi çeşitli eğitim kurumlarının bu yönde çabaları var.
Çağımız ikidilli ya da üçdilli eğitim çağı.
İki saatlik ders dilin
öğrenilmesi için yeterli mi? Bir dilin öğrenilmesi ya da öğretilmesi nasıl
olur?
Haftada
iki saat bir dil hakkında ancak biraz fikir edinmenize yarar. O dil ve
kültürüyle tanışık olmak isteyenler için yararlı olabilir, ancak anadiliyle
ilgili ihtiyaçların bununla karşılanacağını düşünmek, görünüşü kurtarmaya
çalışmaktan başka anlam taşımıyor. Devlet bu meselede hâlâ çocukların durumunu
değil, yanlışlığı kanıtlanmış siyaset odaklı anlayışları esas alıyor, olaya
bakarken dürbünü ters tutuyor.
&
Kürtçenin seçmeli ders olması
Gündem gazetesinin sorularına
yanıtlar[10]
Seçmeli Kürtçe ders
projesini Kürtlerin mağduriyetini, bu temel hakkını
giderecek ölçüde buluyor
musunuz? Milyonları kapsayan bir toplumun dilinin
böylesi bir projeyle ele
alınması, çokça eksiklik içermez mi?
BDP Kürtlerin ayrı bir ulus olduğuna dikkat
çekerek Kürtçeyi seçmeli ders niteliğinde kabul etmeyeceklerini duyurdu. Buna
değerlendirmeniz nedir?
Siyasal açıdan okuma yaptığınızda, AKP
Hükümeti'nin gerek TRT 6, gerekse de
seçmeli ders ile, hedeflediği
asıl yolun ne olduğunu düşünüyorsunuz? Bu, sanki
çalışanlara yönelik 'havuç sopa'
uygulamasına benzemiyor mu?
Son zamanlarda tutuklama-gözaltına alma
istatistikleri korkunç düzeylerde. Bir
yandan Kürt halkının
kurumlarına-siyasetine böylesi tahammülsüzlük sürerken, bir
yandan da anadili tanıyan
pozisyona giriliyormuş gibi yansıtılmaya çalışılıyor.
İki gelişmenin paralelliğinde
değerlendirdiğinizde fikriniz nedir?
Bir dil bilimci olarak, Kürtçe için
yapılması gerekenin ne olduğunu söyleyebilirsiniz?
Bence Kürtçenin ve talep edilebilecek diğer
anadillerinin seçmeli ders olmasına karşı çıkmamak gerekir. Çünkü Kürt dilinin
ve kültürünün toplumda gereken yeri alabilmesi için önümüzde duran
ihtiyaçlardan biri seçmeli derstir. Bu konuda BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş'a
katılıyorum: Kürt çocuklarının dışında da Kürtçeyle ilgilenmek isteyebilecekler
için böyle bir ders gereklidir. Ancak, haftada iki saatlik seçmeli dersi Kürt
çocuklarının anadili sorununa çözüm gibi sunanlar yalnızca kendilerini aldatmış
olurlar.
Kişisel olarak yıllardır şunu söylüyorum:
Anadili sorununun eğitim ayağı ancak anadili temelinde düzenlenecek ikidilli
eğitimle çözülebilir. UNESCO da on küsur yıldır iki ve üç dilli eğitimin
çağımızda kaçınılmaz bir gereklilik olduğunu savunuyor.
Bir anadili sorunumuz var, çünkü böyle
anadillerinin varlığı cumhuriyet tarihi boyunca inkâr edildi. Hatta bir ara
"Kürtçe" sözcüğü sözlüklerden çıkarıldı. Dilbilimcilerin de
susturulması sonucu, "anadili" kavramı bile anlamından saptırıldı.
Kürt sorununun temelinde, bu ağır tekçi politikalar yatıyor. Oysa dil meselesi
insan dediğimiz varlığın bütün psikolojisiyle temelden ilintili bir mesele.
Anadili sorununda atılması gereken adımların
başlıca üç ayağı şunlar: 1) Çocuk merkezli bir eğitim için, anadili temelinde
çokdilli eğitimin düzenlenmesi; 2) Dillere ve taşıdıkları kültürlere sahip
çıkılması, bunun gerektirdiği kaynakların ve olanakların yaratılması, Kürt
Enstitüsü gibi girişimlerin desteklenmesi; 3) Tüm dil ve kültürlerin eğitimde
ve diğer toplumsal alanlarda eşit değerde yer bulması; yalnızca kendi
mensuplarının değil, diğer toplulukların da gündeminde olması.
Devletler ve AB, BM gibi resmî yapıların iç
işleri mümkün olduğu kadar az sayıda dille çalışmayı gerektiriyor, tıpkı iş ve
ticaret ilişkileri gibi. Başta çocuklar olmak üzere bireyler ve topluluklar ise
anadillerine gereken değerin verilip dikkat gösterilmesine vazgeçilmezlik
derecesinde ihtiyaç duyuyor.
Türkiye'deki tekçi politikaların tek kurbanı Kürtçe değil
aslında. Yarattığı sonuçlar açısından en ağır kurbanının Kürtçe olduğu
doğrudur, ancak, bu inkâr politikası Türkçe dahil diğer tüm anadillerini de
etkilemiştir. Yabancı dil öğrenmekte en çok güçlük çeken toplumlardan biri
olmamızın başlıca nedeni, anadili bilincimizin olmayışıdır.
Devlet hâlâ bu bilinç eksikliğiyle hareket
ediyor. Daha düne kadar özellikle MHP'de, Kürtçe Türkçenin bir lehçesidir diyen
siyasetçilere rastlanıyordu ve gülünç olmayın diye bir uyarı ne bakanlıklardan
geliyordu ne de akademik kuruluşlardan. Oysa Türkçe dilbilimiyle ilgili hiçbir
kaynakta böyle bir bilgiye rastlanmaz. Böylesine bilim dışı, gayriciddi
söylemler yıllarca toplumda egemen kılındı. Seçmeli dersin çözümün bütünü gibi
sunulması o söylemlerin bugün hâlâ etkili olduğunu gösteriyor.
Anadili sorununun bir bütün olarak ele
alınması ve yıllardır bu konuda çaba gösteren Eğitim-Sen, ERF (Eğitimde Reform
Girişimi) gibi ilgili meslek kuruluşlarının katkısıyla yeni politikaların
oluşturulması kaçınılmazdır. AKP, Erdoğan'ın önderliğinde 'parti merkezli' ve
dar ufuklu bir politika güdüyor. Oysa eğitim ve kültür politikalarının çocuk ve
toplum merkezli, geniş ufuklu politikalar olmaktan başka çaresi yoktur.
Anadili temelinde eğitim, bir anayasa ilkesi
olmalıdır.
Böyle yapılmaması, çocuklarımızın ve
gençlerimizin o dar siyasete kurban edilmesi anlamına gelecektir.
Hüseyin Çelik, "Anadil seçmeli ders
olarak batı ülkelerinde de veriliyor. Pakistanlılar İngiltere'de kendi
anadillerini seçmeli ders olarak alıyor" demiş. Türkiye Kürtlerini
Britanya'da yaşayan Pakistanlılarla karşılaştırmak bir garip akıl yürütme
oluyor elbette. Türkiye Kürtleri kendi ülkelerinde yaşıyor, başka bir ülkede
değil. İkinci bir nokta da, Britanya'nın emperyalist bir ülke olması.
Cumhuriyet Türkiye'si olarak kendimizi Britanya gibi bir emperyalistle aynı
kefeye koymaya razı mıyız? Razı olacak mıyız? Yoksa yayılmacı ve ilhakçı
duygularımız yine öne çıkmaya mı başlıyor?
Gerçi anadilleri farklı olan çocukları
düşünürken benzer karşılaştırma hataları yapabiliyoruz. Ben de anadili Türkçe
olan çocukları düşünürken, "Yunanistan'dakiler, Bulgaristan'dakiler"
diye başlayınca "Almanya'dakiler" diye devam ederim bazen. Oysa Yunanistan
ve Bulgaristan Türklerinin konumuyla Almanya'daki Türklerin konumu
karşılaştırılamaz. Bu fırsatla özeleştiri yapmış olayım. Umarım Bakan Hüseyin
Çelik de yapar böyle bir özeleştiri.
Çocuğun anadilinden başka, bulunduğu ortam
da belirleyicidir: Kürtçe konuşulan bir ortamda eğitim gören çocuğa verilecek
ders başka türlü biçimlenir, Kürtçe konuşulmayan bir ortamda eğitim gören
çocuğa verilecek ders başka türlü.
Anadili bütün bu açılardan özel olarak
değerlendirilmesi ve genel bir ilke olarak ikidilli (ve İngilizceyi ya da dünya
dillerinden birini de sayarsak üç dilli) eğitim programlarının düşünülmesi
gerekir.
'Anadilinde eğitim' adı verilen ilkenin
uygulamadaki biçimi de budur. Bugün Türkiye'de yedi dilde eğitim veriliyor,
bunlardan üçü anadilinde eğitimdir: Türkçe, Rumca ve Ermenice. Anadili
meselesini yalnızca bir azınlık meselesi gibi görmek, bir ağacın yalnızca kimin
tarlasında olduğuna bakmak anlamına gelir. Bu ağacın suyu, havası, sağlığı,
meyvesi, geleceği, bütün bunlar düşünülmemiş olur.
Son 3-4 yüzyılda bu alanda büyük balık küçük
balıkları durmadan yutuyor. Bu açıdan Hitler olayı bir kırılma noktasıdır.
Hitler, "Ein Volk, Ein Reich, Eine Führer (Tek Millet, Tek Devlet, Tek
Lider)" diye bağırdıktan sonra komşu ülkelere saldırıya geçti. Fransa'da,
İsviçre'de, Britanya'da tutunabilse bu "Tek Millet" meselesi ne
olacaktı acaba? Yahudileri yok etmeye kalktığı gibi diğer milletleri de sırayla
yok etmeye mi koyulacaktı? Gerçekte Hitler'in ağzından bağıran, ulusalcılığın
vardığı son noktaydı, ulusal ile emperyal arasındaki gerilimin çılgınlığıydı.
Hitler'in geç kalmış emperyalizmini, daha ince taktiklerle çalışan kaşarlanmış
emperyaller önledi...
Tarih tekerrürden ibarettir demek
istemiyorum elbette.
&
Anadili, anahtar[11]
Başbakan, Kürtçenin seçimlik ders olarak
ilköğretim müfredatına alınmasından söz etti. Gerçi haberin gündemde
belirmesiyle yok olması bir oldu, çünkü araya hemen Suriye'nin uçak düşürmesi
girdi, bu yazı yayımlanıncaya kadar daha başka güncellikler de olabilir. Yine
de, nasıl olsa Kürtçe ve anadili sorunu gündemden düşecek değil diyerek,
gerekli ufuk turuna girişeyim.
Anadili sorunu bir denizse, Kürtçenin
seçimlik ders olması o denizde ancak bir damla olabilir. Sorunun çözümündeki
rolü ise, anadili Kürtçe olan çocuklar yönünden değil, anadili Kürtçe olmayan
çocuklar yönünden rol oynayabilir; o da, Kürt varlığına, tarihine ve kültürüne
ilişkin bilgileri diğer derslerin bünyesine de almak kaydıyla. Kürtlerin önemli
bir bölümü, çocuklarının anadilinde eğitim almasını istiyor. Bunun teknik adı,
anadili temelinde çokdilli eğitimdir.
Anadili kavramıyla ilgili çeşitli boyutların
en temelinde ruhsal-zihinsel boyut yatıyor. Bunu biraz annemizle olan
ilişkimizi düşünürsek daha iyi kavrayabiliriz. En iyi dilbilimciler, en iyi
ruhbilimciler ve en iyi eğitbilimciler, anadilimizin bilinçdışımıza kök
saldığını ve dil meselesinin her şeyden önce psikolojik bir mesele olduğunu
anlatmıştır.
Gelgelelim, bu bakış açısı devletlerin en
son dikkate aldıkları husustur. Türkiye Cumhuriyeti devleti başta olmak üzere,
"psikolojik" deyince devletlerin anladığı, "psikolojik
harekât" oluyor. Onların derdi, yönetimlerindeki halkı nasıl çekip
çevirecekleri, kendi saptadıkları politikalara göre halkları nasıl hizaya getirecekleridir.
Dil politikaları bu gerçeğin en belirgin olduğu alanlardan biri.
Türkiye'de devletin Kürtçeyi ve Anadolu'da
konuşulan diğer anadillerini yok etmeyi hedeflemiş olduğunu biliyoruz. Bugün en
azından Kürtçe için bunun başarılmamış olduğunu da biliyoruz. Lazca ve Çerkezce
gibi diller de hayat belirtisi gösteriyor. Ancak devlet hâlâ zaman kazanmak
peşinde. Bırakınız soruna çocuk ve birey odaklı bir açıdan bakmayı, bir bütün
olarak bakmak bile istemiyor. Bütün olarak bakmak, anadillerine ilişkin
taleplere her düzeyde saygı göstermeyi, eğitimin her kademesinde yurttaşların
anadillerini dikkate almayı gerektirir.
'Anadilinde eğitim' kavramı, Kürt sorununu
çözecek anahtar olarak önümüzde duruyor. Devlet, anadilinde eğitimin bağımsız
devlet anlamına geleceği fikrini yayıyor. Oysa siyaset bilimi, ayrı devlet
olmanın başlıca işareti olarak eğitim dilini değil, ayrı para basmayı gösterir.
Kaldı ki anadilinde eğitim yalnızca Kürtlerin değil, başta Türkçe olmak üzere
diğer anadillerinin de dünya egemeni İngilizce karşısında gitgide artan
oranlarda yaşadığı bir ortak sorundur.
Biz insanlar yaşamsallıklarımızın bir
bölümünü masaldaki kırkıncı odaya kapatıyoruz. Yaşamsallık derken, en geniş
anlamından en dar olanına kadar gerçekten yaşamsal yönlerimizden söz ediyorum.
Kırkıncı odayı kapatanlar elbette güç sahipleridir. Ancak bizler de kolayımıza
ya da işimize geldikçe o odayı unutmaya ya da unutmuş gibi yapmaya teşneyiz.
Anadili kavramı, kırkıncı odaya
kapatılanlardan. Devletlerin sevmediği, akademik kuruluşların görmezden geldiği,
adını onyıllar boyu kimsenin bilmediği bir temel gerçeklik.
Bu gerçeklik 1900'lü yılların son
onyıllarında, başka bir deyişle binyıl dönüşünde, hem dünyada hem de Türkiye'de
kimlik tartışmalarıyla birlikte bastırıldığı yerden yükseldi ve su yüzüne
çıktı. Gerçi konu başlıkları "anadilleri" biçimde değil,
"diller" biçimindeydi. Çünkü her dil bir anadili olmakla birlikte,
"anadili" kavramı dil olgusuna birey açısından bakan bir kavramdır ve
dillerle ilgilenen disiplinler birey açısından bakma işini ruhbilim
disiplinlerine bırakmıştır, belki de bırakmak zorunda bırakılmıştır.
Bu noktadan devam etmeme yardımcı olacak bir
dolayım olarak sözü kendime getirmek istiyorum. Geriye dönüp baktığımda, kendi
dilciliğim ve dil ilişkileri maceram ile, anadili kavramının bizim toplumdaki
serüveni arasında bir paralellik ya da bana önemli gibi gelen kesişme noktaları
görüyorum.
Türkçe dışında karşılaştığım ilk dil, on bir
yaşımdayken, küçük rütbeli bir devlet memuru olan babamın "şark
hizmeti" çerçevesinde gittiğimiz Tunceli ili Mazgirt ilçesi Muhundu
nahiyesinde karşılaştığım Kürtçedir. Geçici bir karşılaşma değil; bütün bir yaz
mevsimini, neredeyse yalnızca Kürtçe konuşulan bu yerleşim yerinde geçirdim.
Gerçi daha önce yaşadığımız Akdeniz ilçesinde batı dilleriyle karşılaşmışım
ama, o zamanlar yalnızca yedi yaşlarındaydım. Evimize yakın antik bir mezarı
incelemeye gelen yabancı arkeologların peşinden ayrılmazdım. Onların
dediklerini neden anlamadığım konusunda hiçbir fikrim yoktu.
Muhundu'da ise artık yabancı dil nedir,
bildiğim bir yaştaydım. Okuduğum bazı romanların kapağındaki
"çeviren" sözcüğü büyülü sözcüklerden biriydi benim için. Yalnızca
birkaç ay kaldığım Muhundu'da elimde kalem kâğıt, Kürtçe sözcüklerin anlamını
bulup kaydediyordum: 'Süt'ün 'şır', 'anne'nin 'day', 'çabuk oyna'nın 'zublis'
olduğu aklımda kaldı. Çok iyi Türkçe konuşan bir abla ile birkaç abi vardı,
onlar Tunceli ve Elazığ'da okula gidiyor, yazları Muhundu'da geçiriyorlar ve
köyde hep Kürtçe konuşuyorlardı.
Ortaokula başlamak için Balıkesir'e
geldiğimde beni bir sürpriz bekliyordu. Doğu illerinde geçirdiğim beş yılın
sonunda edindiğim doğu aksanı fena halde alay konusu oldu. Oysa batıdan doğuya
gittiğimde kimse benim batılı Türkçemle alay etmemişti. Bunun da etkisi var
mıdır bilmem ama, dil alanı, okulda da okul dışında da kesintisiz bir biçimde
öğrencisi olduğum bir alan oldu.
..............
İngilizce etkisi meselesi [1980’li ve 90’lı]
yıllarda yalnızca benim değil, geniş bir okur kitlesinin de ilgisini ve
kaygısını uyandırıyordu. Dönem tam da küreselleşmenin ayyuka çıktığı, eğitimin
özelleştiği ve yabancı dilde eğitim furyasının kısa sürede tavan yaptığı
dönemdir. Yabancı dilde denen eğitim artık yalnızca İngilizce eğitim anlamına
geliyordu ve Türkiye'ye özgü bir görüngü değildi. Konuyla ilgili yayınlar ve
kitaplar, tüm dillerin etkilendiğini, dünyadaki altı bin küsur dilin gitgide
daha büyük bir hızla ölmekte olduğunu vb. yazmaya başladı ve bu konuda bütün
bir literatür oluştu. Türkiye'deki İngilizce eğitim karşıtlığı ise büyük ölçüde
şoven eğilimli, yabancı düşmanlığına yatkın bir anlayış olarak kendini
gösteriyordu. O dönemin İngilizce eğitim karşıtı yazılarında
"anadili" kavramı konusunda yapılan hatalardan ve küreselleşmenin iki
ayrı boyutu olduğundan söz eden epey yazı yazdım.
Bana göre, dillerin küresel düzeyde az önce
değindiğim durumları yaşamasının temelinde Rosa Luxemburg'un önceden bildirdiği
bir gelişme yatıyordu: Rosa hayattayken henüz küresel sınırlarına ulaşmamış
olan kapitalist üretim ilişkileri binyıl dönüşünde artık erişmedik köşe bucak
bırakmamıştı. Dil alanında geçerli olan büyük balık/küçük balık ilişkisi
sermaye alanındaki ilişkilere paralellik gösteriyordu. Kapitalizm diller
alanında da gönüllü ve gönülsüz asimilasyonun itici gücüydü. Aileler
çocuklarını İngilizce eğitim veren eğitim kurumlarına yollamak için çırpınmaya
başlamıştı ve dil ihracı, anadili İngilizce olan emperyal ülkelerin önemli
ihraç kalemlerinden biriydi. Tekdilcilik kapitalizmin iç pazarları birleştirip
emeği toprağa bağlı olmaktan çıkardığı ve ulusları inşa etmeye koyulduğu ilk
dönemlerinde dil birliği ihtiyacı nedeniyle daha çok ülke sınırları içinde
geçerliyken, XX. yüzyılın ikinci yarısında artık azar azar dünya düzeyinde de
kendini göstermeye başladı. Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği vb.
uluslararası birliklerin önceleri çok sayıda olan resmî dilleri gitgide daha az
sayıdaki egemen dille sınırlanmak isteniyordu. Akla uygun görünümlü bir
politakadır tekdilcilik: Herkesin birbirini anlaması ve gitgide daha hızlı
anlaması gerektiğine göre, çeviri hatalarına yol açan, yanlış anlamaları
artıran çokdilliliğe yer yoktur!
Egemen ideoloji bu olunca, modern çağ insanı
da tıpkı benim Kürtçeyi geride bırakıp İngilizce ve Fransızca öğrenmem gibi,
gözünü komşularının anadillerine değil, egemen dile diker, çünkü ona çekici
gelen her şey egemen dillerde olup bitmektedir: Sinema, teknoloji, elektronik,
bilim, sanat, felsefe... Diğer dillerde kayda değer bir ürün verilse bile biz
kenar mahalle halkları buna ancak egemen dillere çevrilirse erişebiliriz, yer
ve değer kazanmanız, egemen kültürün filtresine bağlıdır.
Gönüllülük meselesi, asimilasyon
süreçlerinin belki de en zor yanı. Ancak, asimilasyonun her zaman rızaya dayalı
olmadığını biliyoruz. Bizim ülkemiz zora dayalı asimilasyonun en kötü
örneklerinden biridir. "Vatandaş Türkçe konuş!" sloganı yalnızca
Osmanlıcadan vazgeçmeye çağrı değil, aynı zamanda ya da ağırlıklı olarak,
anadili farklı olan yurttaşlarımıza yönelik bir parmak sallamaydı. Bugün
Türkiye'de, UNESCO'nun ölmek üzere olan diller listesine girmiş anadilleri var.
Yaşama iradesi gösteren Kürtçenin yasaklandığı ve "Kürtçe" sözcüğünün
bile sözlüklerden çıkarıldığı dönemlerden geçtik. 15 Ağustos 1984'te patlak
verenin temelinde yatan baskılamanın 12 Eylül Diyarbakır zindanından ibaret
olduğunu kimse söyleyemez. 1984, en az altmış yıllık bir baskılamanın sonuçta
seddi yıkmasıdır. Eğer insanların anadilleri etrafında tarihin en uzun ve en
acılı çatışmalarından biri sürüp gittiyse, bunda bireylerin ruhsal
derinliklerine kadar işleyen değerler meselesi anahtar bir rol oynuyor. Bundan
yararlanmak isteyen "dış güçler"in dahli her ne olursa olsun.
Yine benim kişisel tarihçeye döneyim.
1980'lerin ikinci yarısı ve 90'lı yıllarda çevirmenlik, Türkçe sorunları,
yabancı dilde eğitim ve İngilizceleşme konularıyla ilgilenip bu konularda
okuyup yazarken fark ettim ki akademik olan ve olmayan tüm dil çevrelerinde "anadili"
kavramı elbirliğiyle gizlenmekte, gizlenemediğinde ise "anadil/ ana
dil" biçiminde saptırılmaktadır. Yukarıda da belirttiğim gibi dünyada da
öne çıkarılmayan bu kavram ('mother
tongue, mother language, langue maternelle'), Türkçede yanlış anlaşılmaya
elverir bir biçime sokulmuştur. Dilci olmayan akademisyenler, İngilizceleşme
karşısında harekete geçiyor, eğitimde İngilizce karşısında "anadilde
eğitim"i savunan hararetli yazılar yazarken, "anadil" ya da
"ana dil" biçimi verilmiş olan kavramın 'resmî dil, ülkenin dili'
gibi bir anlamı olduğunu sanarak, böyle bir bağlam yaratarak yazıp
çiziyorlardı. Yaratılan bağlamı esas aldığınızda Türkiye'de tek anadili var
oluyordu: Türkçe! Türkologlar ya da dilbilimciler cenahında olayı bilenlerden
bu konuya ilişkin tek düzeltme geldiğine tanık olmadım.[12]
........................
Kürtçe tüm lehçeleriyle hayatta kalmak için
inanılması güç bir direnç gösterdi. Kırkıncı odadan kurtulalı çok oldu. Kürtler
bu bapta, batının tuzu kuruları olarak çoğu zaman farkında bile olmadığımız
trajik olaylar yaşadılar ve yaşıyorlar. Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan'ın
"İki Dil Bir Bavul"u gibi güzelim filmler, Gülsüm Cengiz'in
"Kamber Ateş Nasılsın?" adlı güzelim şiiri bütün trajik olayların
henüz pek azını ortaya koymuştur. Diyarbakır'da bir Kürt arkadaş küçük bir
öğrenciyken okula gittiğinde anadilinden ötürü utanmış olduğunu söylemişti; hiç
unutmayacağım tanıklıklarımdan biridir.
Eğitim-Sen ve Türk Tabipleri Birliği gibi
meslek örgütleri, anadili gerçekliğiyle onyıllardır en yakından karşı karşıya
kalan ve kendi alanlarında bu sorunlarla başa çıkmak için çözümler bulmaya
çalışan kuruluşlardır. Eğitim-Sen, çeşitli sempozyumlarla konuyu ele almaya
çalıştı, kapatılma tehdidi altında çalışmalarını yayın haline de getirdi. Kürt
Enstitüsü yıllardır Kürtçenin en yeni sözlüklerini yapmaya, dilbilgisini
geliştirmeye çalışıyor. Son yıllarda da Eğitimde Reform Girişimi ve DİSA
(Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü) çerçevesinde çabalar
gösteriliyor. Bu bapta DİSA'nın Ekim 2010 tarihli Dil Yarası: Eğitimde Anadilinin Kullanılmaması Sorunu ve Kürt
Öğrencilerin Deneyimleri adlı yayınını ve son olarak beşincisi
yayımlanan son derece değerli broşürlerini salık veririm. DİSA yayınlarını şu
internet sitesinden indirebilirsiniz:
http://www.disa.org.tr
Konuyla yakından ilgilenecekler için,
çokdilli genç akademisyen Şerif Derince'nin 15 Haziran 2012 tarihli Agos
gazetesindeki yazısını da anmadan geçmeyeyim.
Bijî zimanê maderî!
&
6 Ağustos 2012.[13]
1) Türkiye bir şiddet sarmalına girdi.
2) Devlet, şiddet sarmalını dile getirirken
gerçekliği saptırmaya devam ediyor. Başlıca saptırma ise devletin "terörle
mücadele" aldatmacası. "Terörist" sıfatını saptırdığı gibi,
"terör" kavramını da saptırıyor. ABD devleti kendi okullarındaki
şiddetten söz ederken "terörle mücadele" diyebilir, ama bizim burada
olup biten, terörle mücadele değil, düzenli ordu ile gerilla birlikleri
arasında sürüp giden savaştır. Eğer bu bir gerilla savaşı değilse devlet bize
somut bir 'gerilla' örneği göstersin öğrenelim. "Tamil gerillaları"?
FKÖ, Hamas?
Onyıllarca Kürt varlığı inkâr edildi, otuz
yıldır gerilla varlığı da inkâr ediliyor. Egemen güçler böylece hem halkı
aldatmaya çalışıyor, hem de kendi kendilerini. Oysa tarih aldatılamaz.
3) Devlet Kürt varlığını güvenceye almayı
reddederek, toplumsal ayrışmaya ve bölünmeye hizmet ediyor. "Düşman
güçler" dedikleri böyle bir sonucu istese bile, hiçbir dış güç hiçbir
ülkede bu ölçüde tepki biriktirmeyi başaramaz. Dış güçler ancak var olan çatlakları
kanırtır.
4) Devlet soydaş politikalarına ağırlık vererek,
Kürtleri de kendi açılarından aynı politikaları gütmeye zorlamış oldu. Devlet
ve parti yöneticileri 'soydaş/yurttaş' ayrımını öğrenemediler, belki de
öğrenmek işlerine gelmedi. Bir yandan Azerbaycan gibi ülkeleri
"soydaş" söylemiyle yedeğe almaya çalışırken bir yandan da Irak ve
Suriye gibi ülkelerdeki "soydaş" Türkmenler için kumarcı söylemiyle
"Türkmen kartı" diyerek gerçekte "soydaş"tan ne
anladıklarını açığa vuruyorlar. Halklar onların gözünde birer "oyun
kartı", birer "koz".
5) Başbakan Karacaahmet Cemevi için
"ucube" demiş. Bu söz, tekdinci zihniyetin işi kışkırtıcılığa kadar
vardırdığını gösteriyor. Halklar gibi inançlar da mı birer "oyun
kartı"? Şimdi hangi "kart"ı oynuyorsunuz?
6) Şiddet sarmalından medet ummayı ve efelenmeyi
bırakıp huzurun ve barışın şartlarını yerine getiriniz. Yeni dünya savaşı
kapıda. Tetikçisi olmayınız.
&
Açlık grevinin anlamı[14]
Demokrasi iddialarıyla toplum beşikteymiş
gibi pışpışlanırken cezaevlerinde açlık grevleri bir aydır sürüyor.
Kişinin kendini aç bırakması... İki farklı
koşul vardır ki, kişinin önünde açlık grevinden başka yol bırakmaz: 1)
Bedeniniz dışındaki tüm olanaklarınız elinizden alınmışsa; 2) Kamuoyu sizin
duyurmak istediğiniz sorunla başka türlü ilgilenmiyorsa.
Bunları söylerken kişisel deneyimlerime
dayanıyorum. Hayatım boyunca irili ufaklı dört açlık grevi yaptım. Bunlardan
ilkini 12 Mart döneminde Fransa'da öğrenciyken Deniz'lerin idamı mecliste
onaylandığı sırada Fransa Türkiyeli Öğrenciler Birliği olarak yapmıştık. İdamın
uygulanmaması talebiyle, Başbakan Nihat Erim'in Fransa'ya resmî ziyareti
sırasında.
Grev sayesinde duyarlı bir kamuoyunun
dikkatini çekebilmiştik, 68'in hâlâ etkisinde olan gazeteler açıklamalarımıza
yer verdi, Nihat Erim, Fransız gazetecilere "Geri alınmaz adımlar
atmayacağız" dedi. Sonuç... bildiğimiz gibi.
Katıldığım ikinci, üçüncü ve dördüncü
açlık grevleri ise 12 Eylül dönemi Mamak Cehennemi'nin uygulamalarına karşı,
başka hiçbir çaremizin kalmadığı koşullarda yaptığımız grevlerdir. İlki bir
hafta, ikincisi (tabutluklarda) birkaç gün, sonuncusu ise kırk gün sürmüştür.
1996 yılında hepimizin içine dert olan ve
"ölüm oruçları" olarak anılan aylar süren açlık grevini ise grevin ve
cezaevlerinin dışından izlemiştim: Wernicke-Korsakoff hastalığı nedir, o zaman
öğrenmiştik. O sıralarda da tıpkı bugünlerdeki gibi bir avuç insan dışında
geniş kamuoyu dilini yutup oturmuştu. Onun sonuçlarını da biliyoruz. Ancak,
benim o mücadele için bizim tarafa yönelik eleştirim de vardır. Mücadelenin
talepleri arasında, siyasi iktidarın gidip yerini devrimci bir yönetime
bırakması gibi bir talep de vardı ki, bunda bir amaç-araç uyuşmazlığı olduğu
hayli açıktır. O grevin ileri bir aşamasında Yaşar Kemal, Orhan Pamuk ve Oral
Çalışlar araya girip taleplere savunulabilir bir içerik kazandırılması için
çaba gösterdiler, ancak grevcilere söz geçiremediler. Dayanışma devam etti ama,
eli kolu da bağlıydı.
Bugünlerde cezaevlerinde sürmekte olan
açlık grevinin talepleri ise şöyle ifade ediliyor:
"Kürt
sorununda çözümsüzlüğe son verilmesi için PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerindeki
baskılara son verilerek müzakerelere başlanması ve anadilde eğitim talebinin
kabul edilmesi."
İlk bakışta bu taleplerin cezaevi koşullarıyla
ilgisi yokmuş gibi dursa da, en azından bir mahpusun cezaevi koşullarıyla
ilgili olması açısından grev nedeni olabilecek niteliktedir: Yılların mahpusu
Abdullah Öcalan'a uygulanan fiilî görüş ve avukat yasağı insan haklarına aykırı
ölçülerde uzamış durumda. Bu yasakların Kürt sorununda sözü ağırlık taşıyan bir
mahpusa uygulanması ayrıca barışçı anlayışlara da açıkça aykırıdır. Bir
mücadele biçimi olarak açlık grevinin, anadilinde eğitim gibi son derece haklı
bir talep için bile olsa, daha başka yollarla sürdürülebilecek ve zaten
sürdürülmekte olan bir konu için kullanılması tartışma götürebilir. Bir mahpus
olarak Öcalan'ın koşulları konusunda diğer mahpuslar tarafından dayanışma
grevine gidilmesi anlaşılmayacak bir davranış değildir. Ancak, bu mücadelenin
ve Öcalan'ınki dahil cezaevi koşullarıyla ilgili demokratik denetimin daha çok
cezaevlerinin dışında ve olabilecek en geniş kesimlerin desteğiyle yürütülmesi
gerekir. Söz konusu olan, temel bir insan hakları ve barış meselesidir.
Dolayısıyla, cezaevlerindeki insanları
açlık grevinden başka çarenin olmadığı duygusuyla baş başa bırakmamak için söz
konusu hak talepleri kamuoyunca üstlenilmelidir. Bugün çok dar bir kesimin
dışında, açıkça dile getirilsin ya da getirilmesin, sürmekte olan açlık grevinin
talepleri artık çok geniş bir herkesin talebi haline gelmiştir ve siyasi
iktidar bu konudaki inadına son vermek zorundadır.
Yeni Wernicke-Korsakoff'lar istemiyoruz.
Böyle bir sonuç, herkese kaldırılması olanaksız bir sorumluluk yükler.
Grevin taleplerine katılıyorum. Tüm
mahpusların ve Öcalan'ın haklarına saygı gösterilmeli, tüm yurttaşlara
anadilinde eğtim hakkı tanınmalı ve müzakerelere yeniden başlanmalıdır. Edi
bese!
&
Taraf olmak meselesi[17]
“Âkil İnsanlar” olayı halkın ve
demokratların önüne çetrefil bir mesele olarak çıktı. Sert tartışmalar oldu,
hâlâ da oluyor. Denebilir ki çetrefilliği yaratan mesele gerçekte “Âkil
İnsanlar” olayından öte, onun da içinde yer aldığı “süreç” ilişkilerinin
bütünüdür. Yine de bu olay, “Newroz Mektubu”ndan bu yana “süreç” ilişkilerinin
en tartışmalı noktalarından birini oluşturdu ve simgesel bir önem kazandı.
Belki de böyle olması, kamuoyu dikkatinin bu meseleye odaklanması özellikle
istenmiştir. Ama şimdi sözü baştan alayım, bu noktaya yeniden geleceğim.
Çok genel bir işleyiş olarak, toplumsal
krizlerde taraflardan her biri meseleyi kendi lehine ya da kendi istediği
doğrultuda çözmenin yollarını arar. İdeal durum her yurttaşın kendi ilgisi,
isteği ve bilinci ölçüsünde her sorunda yeniden taraf olmasıdır. Bu anlamda her
kafadan bir ses çıkması temelde iyi bir şeydir, çok sayıda gerçekliğin, yani
somut koşulların gözden kaçmasını önler, yeter ki kakışmadan (kakofoniden)
kaçınmanın yolu yordamı bulunsun.
Geçmişi de geleceği de çok uzun olan bu
“halk yönetimi (demos-kratia)” ilkesinin güncelliğe yansıması şöyle:
Haklarımızdan, yani demokrasiden vazgeçtiğimiz ya da yoksun bırakıldığımız
ölçüde taraf sayısı azalıyor ve diktatörlük koşullarında bire kadar iniyor.
Diktatörlük demek, fiilen tek taraflı toplum demek.
“Âkil İnsanlar” meselesi de bu anlamdaki
taraf ihtiyacıyla ilgili. Nesnel açıdan bakarsak Kürt sorununda tüm yurttaşlar
çeşitli biçimlerde taraftır, çünkü sorunun kökeninde cumhuriyetin asimilasyon
politikaları yatıyor ve bu politikalar diğer kimlikler gibi Kürtlüğü de
yalnızca Kürtlerin değil, hepimizin belleğinden silmeye çalıştı. Sonuçta olup
bitenler biliniyor. Bugün, özellikle son genel seçimlerden bu yana koro halinde
yeni bir toplumsal sözleşme ihtiyacından söz ediyoruz. Toplumun ne ölçüde ve ne
yönde yenileneceği konusunda taraflar oluşma hâlinde.
Verilecek kararlarda bir numaralı yetki ve
sorumluluk sahibi sayılan TBMM’de görünürde dört taraf var. Görünürün ardındaki
taraf sayısı elbette daha fazla, her partinin içinde potansiyel ya da parti içi
parti denebilecek taraflar var, buna yazı boyunca yeri geldikçe değineceğim.
Burada yalnızca parti içi tarafların etkinlik derecesinin düşüklüğüne ve
değişebilirliğine işaret etmiş olayım.
Meclis’teki partiler içinde şimdiye kadar
Kürt sorununun çözümü yönünde kendini net bir taraf olarak konumlandıran tek
parti BDP’dir. BDP deyince bence zihnimizde belirmesi gereken iki noktayı hemen
vurgulamalıyım: Birincisi, daha on beş yıl öncesine kadar “Kürt” demenin yürek
istediği bir toplumda, üstelik şu seçim yasasına ve seçim barajına rağmen BDP
gibi bir partinin var edilebilmesi, Kürt özgürlük hareketinin iradesini,
başarısını ve aslında çözümde almış olduğu yolu göstermektedir. İkincisi: Bunda
PKK çizgisi dışındaki, her kökenden demokratların ve devrimci kesimlerin de
rolü olmuştur.
Şimdi son zamanlarda Meclis’teki partilerden
AKP’nin de “çözüm” yönünde davranmaya başladığını görüyoruz. Kişisel olarak bu
bapta henüz “barışa taraf” diyemiyorum. Bu partinin dümenini elinde tutan Recep
Tayyip Erdoğan, toplumun ve devletin olanaklarını kendi uzun erimli hesapları
doğrultusunda kullanmakta son derece usta bir politikacı. Tutarsızlıktan ve
zikzaklardan çekinmeyebilecek kadar karizmatik biri. “Âkil İnsanlar”
meselesinde önerinin bundan iki yıl kadar önce CHP tarafından ortaya atılmış
olduğu anlaşılıyor. Oysa hayata geçiren Erdoğan oldu. Nasıl ve ne yönde, bunu
aşağıda tartışacağım. Ondan önce Meclis’le ilgili olarak ele almak gereken iki
taraf daha var: MHP ve CHP.
Bu iki parti kendilerini Kürt sorununun
çözümünde taraf olarak ortaya koyamıyor, “çözüm süreci”nin ve “Âkil İnsanlar”ın
dışında olmakla tanımlanıyorlar, çünkü “Türk sorunu” ufuklarını kilitlemiş durumda.
Bu noktayı açmak gereğini duyuyorum.
“Türk sorunu” kavramını çoğu yazar ‘şoven
Türk milliyetçiliğinin yaygınlığı’ anlamında kullanıyor. Büyük ideolojik
problem elbette budur. Ancak, ben burada bu yaygınlığın temelindeki tarihsel
yarılmaya dikkat çekmek istiyorum. Bence Türk sorunu, cumhuriyet yönetiminin
yürüttüğü asimilasyon politikaları çerçevesinde, daha doğrusu o politikalar
yüzünden, “Türk” kavramının bir yarılmaya uğramış olmasıdır. Yarılma, ‘köken
sorgulamayacağız’ anlamına gelen “Ne mutlu Türküm diyene” sloganındaki “Türk”
kavramı ile, bir kökenin, yani kavmin (etnisitenin) adı olan “Türk” kavramı
arasındadır. Tam bir travma olarak yaşanagelmiştir aslında bu yarılma. Kolektif
bilinci zorlayan ve sistematik zor kullanımıyla da boyutlanan bir yarılmadır.
MHP bu yarılmanın ya da travmanın en tipik
temsilcisi, hatta cisimleşmiş hâlidir. Bir yandan etnik Türklüğü ırkçılık
(üstünlük) düzeyinde üstlenmekte, ama bir yandan da hem çağımızda ırkçılığın
ağır bir ayıp olması nedeniyle, hem de cumhuriyetin Türküm demekle Türk
olunacağı söylemini aşamadığı için ırkçılığını inkâr etmek zorunda kalmakta,
dolayısıyla bir türlü bütünlüğe ulaşamamaktadır.
Aynı yarılma ve travmanın diğer temsilcisi
ise CHP, daha açıkçası CHP’nin gelenekçi, demokratlaşamamış kanadıdır. Seksen
yıllık köken sorgulamama iddiasının sloganı olan “Ne mutlu Türküm diyene”
formülünü yinelerlerse herkesin ‘Türküm’ diyeceği, Türklüğü kabul edeceği
(etmezse de ettirileceği!) fikriyle davranmayı onlarca yıllık deneyimin
kaçınılmaz başarısızlığına rağmen sürdüren, sanki anlamayanlar varmışçasına
bunu yineleyip duran kesimdir. Bugün bu kesimin etkisiyle ketlenmiş durumda
olan CHP, MHP’yle özdeşleştirilmekten kaçınamaz duruma geldi geliyor.
Demokratik bir toplum köken sormaz, ama aynı
zamanda, bilinen ve kültürel olarak ortaya konulmuş olan kökenler dahil tüm
kimlikleri hem kabul eder hem de değerli sayar. MHP ve CHP’nin gelenekçileri bu
bilinçten uzaklar. Ancak, AKP boyutlarında bir kitle partisine dönüşmüş ve
iktidarı almış olsalar, Kürt sorununun nesnel gerekleri belki onları da AKP
gibi çözüme taraf olmak zorunda bırakırdı. Çünkü AKP’nin de birinci sınıf bir
barış ve demokrasi şampiyonu olduğunu kimse ileri süremez.
CHP birbirine zıt yönlerden gelen basınçlar
hareketsizliğe yol açar biçimindeki fizik yasası uyarınca kıpırdayamaz durumda,
kendi önerilerine ve yalnızca adını ve birinin 16 maddelik olduğunu bildiğimiz
ünlü “raporlar”ına bile sahip çıkamıyor. Cumhuriyet döneminin devlet partisi
olmasının pozitif ve negatif tarihsel yükünün altında kalıyor ve kısır döngüyü
parti içindeki demokratlar da kıramıyor. Bir bütün olarak BDP’nin reel
politikada gösterdiği beceriyi gösteremediği için, barışa taraf olmayıp AKP
tekçiliğinin ekmeğine yağ sürüyor.
Siyasi partilerin durumu böyle. Bu durumun
bir sonucu olarak, BDP dışındaki partilere oy vermiş kitlelerin Kürt sorununu
dinleyip konuşacakları yeni taraflara ihtiyaç olduğu çok açık. Alışılmış
siyasal odakların ve simaların dışında, kitlelerin kulak vermekten ve
dertleşmekten çekinmeyecekleri güvenilir ve bağımsız birilerine ihtiyaç var.
Bizim toplumun bu alanda gayet saygın
gelenekleri vardır aslında. Bunlardan biri, köylerde muhtarla birlikte seçilip
yönetim işlevi gören ‘ihtiyar heyeti’dir. Buradaki “ihtiyar” sözcüğü “muhtar”
sözcüğüyle aynı (Arapça) kökten gelir ve “özerk karar yetisi/yetkisi” anlamını
taşır. Ancak, “ihtiyar” sözcüğü genellikle ilk anlamı olan “yaşlı kişi”
şeklinde anlaşılmış ve benzer kurulların mensuplarına “aksakal” demeye
kalkışanlar bile olmuştu. Bu kez böyle bir öneriye tanık olmadık. Belki de işin
içine o güzelim “özerk” sözcüğü girmesin diyedir. Ne de olsa “muhtar”ın
Türkçesi “özerk”, “muhtariyet”in Türkçesi “özerklik”tir. Her neyse.
Sanıyorum benim gibi pek çok kimse de
başlangıçta, “âkil insanlar” sözünü o zamana kadar bizde ve dünyada yaygın
olduğu biçimde anladı. Bizim toplumda “ihtiyar heyeti”nden başka dünyadaki
adlandırmalara benzer çeşitli adlarla anılan deneyimler vardır bu konuda:
Arabulucu, diyalog grubu, temas grubu, bilirkişi vb. Bu tür işlevler için
anahtar sıfatlar herhalde “güvenilir ve bağımsız”dır. Güvenilir ve bağımsız
olması gereken, yalnızca seçilecek kimseler değil, seçim işleminin kendisi,
tarafları ve çalışma tarzıdır.
Oysa hemen ardından işittik ki Başbakan’ın
himayesinde bir heyet oluşturulmuş ve çalışma esasları, bölgeleri, başkanları,
giderlerin nasıl karşılanacağı vb. noktalar heyet mensuplarına tebliğ edilmek
üzere bir toplantı düzenlenmiştir. Ben dahil pek çok kişi bu duruma “Başbakan’ın
tekçi ve tekelci eğilimi, PR çalışması, ikna grubu” vb. gibi tepkiler verdi.
Sonra, 63 kişilik heyette BDP’nin aday
kontenjanından seçilenlerin de olduğunu öğrendik. Âkillerin beşte dördünden
fazlasını doğrudan Başbakan seçmiş ve başta kadınlar ve Aleviler olmak üzere
ayrımcılık mağdurlarının asgari taleplerini dile getirecek bir temsil bileşimi
gözetilmemiş olması yine yoğun tepkilere ve eleştirilere yol açtı, ancak işin
içinde BDP’nin, yani barışa taraf bir partinin de olması, belirli bir krediye
yol açtı, en azından benim de dahil olduğum bir kesim nezdinde. Çünkü BDP’nin
rol oynamış olması, âkillerin olası işlevlerine bir meşrulaştırma işlevi
ekliyordu. Seçiminde BDP’nin de rol oynadığı bir heyet, sırf varlığıyla bile
kolektif bilince bir barış öğesinin eklenmesine katkıda bulunabilir. Hatta
belki bu heyetin görebileceği işlev bundan ibaret kalır. Elbette, bir alt üst
oluşla “çözüm”ü kimbilir nelere yol açacak asayiş politikalarına sığıştırma
girişimleri olasılık dışı değildir. Ancak, verili durumda böyle bir olasılık
güçlü olsa herhalde en büyük destekçileri MHP ve CHP olurdu.
Her yeni iktidar, kendini pekiştirme
sürecinde elindeki tüm iktidar olanaklarını kullanarak taraf sayısını azaltmaya
çalışır. Cumhuriyetin kuruluş sürecinde CHP böyle yapmıştı. AKP de gücü
ölçüsünde aynı eğilimi gösteriyor. Politikasını hem şartlara (halk
hareketlerinin, demokrasi güçlerinin dirençlerine) hem de kendi projelerine
uyarlamak için iki ayrı ray üzerindeki iki ayrı trene biniyor. Trenlerin
birinde barış, demokrasi ve çözüm gibi kavramlar yüklü, diğerinde ise yüzünü
bunun tam tersi yöne çevirmiş asayişçi ve alabildiğine baskıcı söylemlerle
uygulamalar var. Birbirine paralel olarak uzun süre yol alması olanaksız hatlar
bunlar. İkili gidişat fazla zorlanırsa trenlerden biri raydan çıkabilir.
Bizler, barışın tarafı olan tüm kişi ve kesimler, bütün gücümüzle birinci
trenin yol alması için çalışmak zorundayız.
Barış sözcüğünün dar anlamı çatışmasızlık
durumu, geniş anlamı ise kimsenin kendini dışlanmış ve hakkı yenmiş durumda
bulmayacağı bir huzur toplumudur. Barış tarafı da bu yönde çabalayan taraflar
anlamına geliyor.
CHP gibi kendisine garantiler verilmesini
bekleyenler ise daha çok bekler. Gelecekten bugüne bakınca, tüh keşke kendimi
taraf kılıp barışa omuz verseydim, çeyizimdeki çözümleri etkinleştirseydim
demek var kaderlerinde. Gelecekte ancak süreci barış ve demokrasi rayına çekmek
için elinden geleni yapmış tarafların içi rahat olabilecek.
&
Barışın dili, duygudaş
dil[18]
Kürt sorunuyla ilgili olarak 1990’lı
yılların başlarından beri sürdürdüğümüz irili ufaklı barış hareketlerinde en
çok dile getirilen özlemlerden biri, “barış dili, yeni bir dil” oldu. Boğucu
bir atmosferin basıncı altında içeriğini pek açamadan yinelediğimiz bir dua
gibidir bu söz. Dili birçok kapının anahtarı sayan çok eski ve sağlam bir
sezgiye dayanmaktadır.
Bu bağlamda “dil” sözcüğünden kasıt,
‘söylem’dir. Söylem, yani dolaylı ya da dolaysız olarak belirli bakış
açılarını, dünya görüşlerini ve değer yargılarını gösteren söz bütünü. Egemen
söylem, iktidara egemen olanların bakış açılarını, dünya görüşlerini ve değer
yargılarını gösteren sözlerden oluşur ve egemen ideolojinin taşıyıcısıdır.
Güçlü söylem, güçlü etkiler yaratır. Ve söylem alanı, tıpkı iktisadi ve sosyal
alanlar gibi, farklı toplumsal kesimlerin mücadele alanıdır.
Bizde barış dili özlemini artıran da aslında
saldıran egemen söylemin bitmek bilmeyen salvoları olageldi. Bu salvolar bir
cenahtan devam edip gidiyor. İşte ben bu yazıya çalışırken MHP Genel Başkanı
Devlet Bahçeli’nin söylediği sözler:
“Düşmanla masaya oturanların, katillerle
sözde barış ve çözüm konuşanların (...) PKK’nın stepnesi, yedeği ve kuyruğu
(...) İmralı canisi” (t24.com.tr, 27.4.2013).
Burada, barış karşıtı söylemin birkaç öğesini
birden görüyoruz: Demagoji, nefret söylemi, hakaret. Şimdi biraz daha yakından
bakalım.
Ne diyor Bahçeli? “Düşmanla masaya
oturanlar...” Bu söz daha önce başkaları tarafından da sarfedildi ve içerdiği
mantık hatası şimdiye kadar kimbilir kaç kez sergilendi: Masaya elbette
“düşman”la oturulur, amaç da düşmanlığa son vermektir. “Masaya oturmak”
deyimini kullanıyorsanız, ortalıkta bir düşmanlık var demektir. Kalıcı bir
barışa niyetlenen herkes, o âna kadar “düşman” dedikleriyle masaya oturur.
Peki, Bahçeli ve diğer şoven milliyetçi
siyasetçiler bunları bilmedikleri ya da düşünemedikleri için mi böyle mantıksız
sözler ediyorlar? Kendileri düşünemeseler bile, bu tür sözlere verilen
yanıtları da duymamış ya da danışmanlarınca uyarılmamış olabilirler mi? Elbette
olamazlar. Kendileri düşünemeseler bile çevreleri tarafından uyarılmış olmaları
beklenir. Peki buna rağmen mantıksızlık etmelerinin nasıl bir nedeni olabilir?
Acaba Bahçeli “savaş devam etmelidir” mi demek istiyor? Eğer böyleyse bunu
neden açıkça söylemiyor?
Bu soruya verilebilecek yanıt, “uyandıracağı
tepkilerden çekindiği için”dir. Çekinir, çünkü dünyada hiçbir halk barıştan
kolay kolay vazgeçmez. Elbette normal halklardan söz ediyorum. Demagoglardan,
nüfuz tüccarlarından, spekülatörlerden, savaş zenginlerinden, yırtıcı
baronlardan, kana susamışlardan ya da yağma beklentisinin kışkırttığı
güruhlardan değil. Oğulları askere giden halklar kolay kolay savaştan yana
çıkmadığı gibi, savaşın kaçınılmazlığına ikna olmadığı sürece, hele savaşsız
bir çözümün ufukta göründüğü durumlarda, halklar her zaman barışa omuz verir.
Onun içindir ki İkinci Dünya Savaşı’nın
tecrübeleri sayesinde hiçbir siyasetçiden “ben barışa karşıyım, şoven
milliyetçiyim, faşistim, ırkçıyım, saldırganım, savaş yanlısıyım” gibi sözler
işitmeyiz. Bunun yerine demagojiyi seçerler, bazen Bahçeli gibi mantık
hatalarına düşmek pahasına.
Demagojik
söylem
Ve “sözde barış ve çözüm” diyor MHP Genel
Başkanı. Demek yürürlükteki çözüm sürecini beğenmiyor. Beğenmeyen çok tabii.
Hatta diyebilirim ki tüm toplumsal kesimlerin kendilerine göre eleştirileri ve
kaygıları var. Ama bu kesimlerden bir bölümü barış sürecinde kendilerine göre
neyin yanlış olduğunu belirttikten sonra, doğrusunun nasıl olması gerektiğini,
kendisinin neyi önerdiğini belirtiyor. Peki, Bahçeli’ye göre “sözde” olmayan
barış ve çözüm nedir ve nasıldır? Bunu bilen yok. Bahçeli’nin bir barış önerisi
yok. Tıpkı CHP gibi, demagojiye hız veriyor. Buraya bir mim koyalım.
Demagoji, söylem düzleminde sol gösterip sağ
vurmanın, halkı aldatmanın adıdır. Demos, halk. Agogos, yöneltmek. Aslı eski
Yunanca, bize Fransızcadan gelmiş. Demagog, halkın inançları ile önyargılarını
bol keseden okşayan söz yığınlarının arasına bir iki gerçeklik sıkıştırarak
inandırıcı olmaya çalışır ama, asıl gücünü sırtının sağlam görünmesinden ve
ağzının laf yapmasından alır.
Demagojinin ve nefret söyleminin etkin
olduğu yerler kamusal alanlardır. Miting meydanları, toplantı salonları, TBMM
ve bütün bunları en geniş kesimlere yansıtan medyadır, demagoji ile nefret
söyleminin etkin olduğu yerler. İnternet dahil.
Nefret
söylemi[19]
Bahçeli, sözünün devamında da “katiller,
İmralı canisi” diyor. Bunların ne kadar göreli sıfatlar olduğunu biliyoruz.
Birileri de çıkıp buna benzer sıfatları Bahçeli’nin partisine ya da mensup
olduğu siyasi geleneğe yöneltebilir ve böyle bir olasılığın varlığını Bahçeli
gayet iyi bilir. Hatta düşmanlık söylemini tırmandırmasının bilinçdışında,
kendi siyasi geleneğinin geçmişinden kaynaklanan nedenler yatıyor da olabilir.
Ne de olsa o siyasi geleneğin tanımlayıcı özelliklerinden biri de silahlı
silahsız insan öldürmüş olmasıdır, üstelik savaş koşulları dışında. Acaba MHP
Genel Başkanı bu sıfatları başkasına yöneltirken bilinçli ya da bilinçsiz
olarak kendi partisini de uyarma ihtiyacıyla mı hareket ediyor? Ne de olsa,
başkaları aleyhine “katil, cani” gibi sıfatları kullanabilmeniz için, kendinizi
ve partinizi katil ya da cani olmanın uzağında görebilmeniz gerekir.
Bilinçdışı etmenler, içgörü öğeleri olarak
bize kendimiz ve başkaları konusunda her tür olasılığı düşünme yetisi
kazandırır.
Ancak, bilinçdışı olasılığı bile,
Bahçeli’nin ettiği nefret sözlerinin yaygın bir hınç biriktirebilecek türden
olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Nefret söylemlerinin birincil etkisi, hem
nefretin hedef aldığı tarafta, hem de söylem sahibinin mensup olduğu tarafta
öfke yaratıp hınç biriktirmektir. Bu nedenle, “barış dili” dediğimiz söylemin
bir numaralı özelliği nefret söyleminden uzak durmasıdır.
“Nefret söylemi”nden kasıt, nefret suçlarına
zemin hazırlayan ya da doğrudan suç niteliği taşıyan söylemlerdir, yoksa her
nefret duygumuzun, her “senden/ondan nefret ediyorum” sözümüzün suç zemini
sayılmayacağı açıktır. Öyle olsa herhalde hepimizin hayatı mahkemelerde
geçerdi. Gerçi bazen hayatımızın bir bölümü yine de mahkemelerde ve
cezaevlerinde geçiyor ama, başka nedenlerle! Nefret suçu meselesinde esas
alınan söz ve davranışlar, “dil, din, ırk, cinsiyet, cinsel yönelim, inanç,
yaş, fiziksel yapı” gibi ayrım çizgileri temeline dayalı olanlar.
“Nefret suçu” kavramı ve terimi dünya
halklarının gündemine ve evrensel hukuka son yıllarda girdi. Bizde de başta
Yasemin İnceoğlu gibi bilim insanları olmak üzere belirli demokrat kesimler
sayesinde bir yasa tasarısı hazırlandı ve son derece aydınlatıcı başka
metinlerle birlikte internette erişimimize sunuldu. Aynı sitede şu sıralar bir
de imza kampanyası var. Kampanya metni nefret suçuyla ilgili net bilgiler
veriyor ve yasanın çıkarılmasını talep ederek destek imzası istiyor ( http://imza.nefretme.org/nefret-suclari-yasasi-istiyorum/ ). Metin şöyle :
“Belirli ve ortak karakteristik özellikleri bulunan birey ve gruplara
veya onların mülklerine yönelik önyargılarla işlenmiş suçlara Nefret Suçu
denir. Nefret Suçları dünya çapında başta etnik, ulusal ve dini kimlik,
cinsiyet, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği temelli olmak üzere; sağlık
durumu, zihinsel ya da fiziksel engellilik, toplumsal statü, siyasi veya
felsefi görüş, eğitim durumu gibi özelliklere yönelik olarak da
işlenmektedir. Bu suçlar taciz veya hakaretten, mülk ve eşyalara zarar vermeye,
okul veya işyerinde zorbalıktan kundaklama ve cinayete kadar
varabilmektedir.
Nefret Suçları aslen ‘mesaj’
suçlarıdır. Suçun yöneldiği bireyin ötesinde, mensup olduğu gruba toplumda
istenmediği mesajı verilir. Bu suçların sonucunda mesajın yöneldiği
grup üyeleri kendilerini dışlanmış ve tehdit altında hisseder, korkuya
kapılır, psikolojik travmaya, hatta intihara kadar varan sonuçlar
yaşayabilir.
Yakın zamanda Trabzon’da Rahip
Santoro cinayeti (2006), Hrant Dink cinayeti (2007), Malatya Zirve
Yayınevi katliamı (2007), Manisa Selendi’de Roman yurttaşlara
linç girişimlerinin (2010) yanı sıra çeşitli il ve ilçelerde Kürt
yurttaşlara yönelik linç girişimleri, HIV pozitiflerin yaşadıkları tecrit
durumu ve basında çok sık yer alan LGBT cinayetleri açıkça Nefret Suçlarındandır.
Nefret Suçları, mağdur birey ve
grupların toplum ile uyumunu, toplumsal adalet duygusunu zayıflatır,
hukukun üstünlüğüne ve kamu kurum ve kuruluşlarına duyulan güveni
zedeler. Farklı toplumsal gruplar arası nefret ve önyargıları besler.
Gereğince kovuşturulmadığında yeni suçlar işleyecek olan önyargılı kişi ve
grupları cesaretlendirir. Mağdur grupların ötekileşmesine ve toplumsal
hayatın dışına sürüklenmesine neden olur.
Bu derece ağır ve kalıcı
sonuçları olan Nefret Suçlarına karşı ABD’de, Avrupa’da ve Avrupa Güvenlik
ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) katılımcısı ülkelerin çoğunluğunda yapılan
yasal düzenlemeler bu suçların önlenmesinde büyük önem taşımaktadır.
Türkiye’de ise konuya özel herhangi bir yasal düzenleme henüz yoktur.
Toplumun bütününü tehdit eden,
toplumsal dokuya onarılması güç biçimde zarar veren Nefret Suçları
hakkında en kısa sürede evrensel insan hakları ölçütlerine ve
uluslararası örneklere uygun yasal düzenleme yapılmalıdır.”
Yukarıda Bahçeli’den verdiğim örnekteki sözlere
“Ermeni dölü, bebek katili, dış güçlerin uşağı, terörist, teröristbaşı” gibi
yıllardır siyasilerin ve medyanın dilinden düşmeyen yaygın sıfatları
eklediğimizde, işin boyutları daha iyi ortaya çıkıyor. Özellikle de, karşı
taraftan aynı tür bir söylemin yöneltilmediği düşünüldüğünde.
Gerçekten de, Kürt cenahından kaynaklanan
herhangi bir nefret söylemine tanık olmuyoruz. Öyle ki, belki de bu
dengesizlikten bilinçdışı bir rahatsızlık duyanlar, Türkler kullandığında
olağan ve resmî, hatta neredeyse kutsal bir simge sayılan “T.C.” kısaltmasını
Kürtler’den duyduklarında olumsuz bir içerikle algılamayı tercih edebiliyorlar.
Avrupalılar İkinci Dünya Savaşı ve Holokost
gibi ağır vicdani yüklerini onyıllardır tartışıp bir anlayış oluşturmaya
çalıştıkları halde nefret suçlarını sıfıra indirebilmiş değiller. Almanya şu
sıralar Türklere karşı işlenen nefret cinayetlerini yargılamakla meşgul.
Kamuoyu, şoven milliyetçilerle devletin derinlikleri arasındaki ilişkileri
tartışıyor. Ama hiç değilse oralarda bizdeki gibi siyasetin ve medyanın iktidar
sahnelerinden her gün nefret salvoları işitilmiyor. Öyle görünüyor ki İkinci
Dünya Savaşı onları bir hayli terbiye etmiştir.
Mesele bizim buralarda da ufak ufak bilince
çıkmaya başladı. Kürt sorununun bir bölümünü oluşturan otuz yıllık savaşın
sürüp gitmesinde inkârcı ve imhacı politikalar kadar, siyasetçilerin ve
medyanın yukarıdaki türden nefret edebiyatlarının hatırı sayılır bir rolü
olduğu konuşulmaya başlandı.
Ama bu süreç henüz çok yeni. Yıllardır dil
meselelerine dikkat çeken, nefret söylemini tersine çevirmeye çalışan
yazarların anaakım medyadan bir bir uzaklaştırıldığını unutmayalım. Çok azı
devam edebiliyor şu an.
Anaakım medyanın dili esas olarak iktidara
endeksli durumda. Bin bir çıkar bağı ve iktidarın elindeki, vergisinden
ihalesine, teşvik tedbirlerinden sosyal fonlara kadar (ki bunlar araçların en
‘masum’ları!) bin bir baskı aracı nedeniyle, iktidarın gözünün içine bakıyor. “Çözüm
süreci” başlayalı, tıpkı hükümet mensupları gibi medya da, belki “teröristbaşı”
demiyor ama, “terör” ve “terörist” demeye devam ediyor. Oysa tıpkı “katil,
cani” sıfatları gibi “terör/ist” sıfatının da göreli olduğu bilinir. Acaba
iktidar bu “terörist” demagojisinden neden vazgeçemiyor?
Bireysel söylemin en incelikli olduğu alan
edebiyat ve ruhbilim ise, resmî söylemin en incelikli olduğu alan da diplomasi
alanıdır. Bir silahlı mücadele mensubuna ‘gerilla’ mı, ‘isyancı’ mı, yoksa
‘terörist’ mi deneceği, o silahlı hareketin geleceği ile doğrudan doğruya
bağlantılıdır. Bunu bir diplomatın yazılarından okumuştum. Bir silahlı
mücadeleye uluslararası hukukun vereceği ad, karşısındaki devletin
yükümlülükleri üzerinde belirleyici bir rol oynuyor imiş. Şu ünlü “direniş
hakkı” meselesi.
“Terörist” sıfatının uygun düşmediği yerde,
resmiyetin imdadına “marjinal” yetişiyor. Egemen söylemde öteden beri, herhangi
bir açıdan ortalamaya uymayan kimseler ‘marjinal’ sözcüğüyle nitelenir. Egemen
söylemin edebiyat alanındaki temsilcileri şair Ece Ayhan için kullanmıştır
örneğin bu sıfatı. Ve anaakım medya, 1 Mayıslarda büyük kitleden ayrılan
gençlere de “marjinal gruplar” der. Bu yıl aynı sıfat, ağır yaralanan Dilan
Alp’i dışlamak için kullanıldı. Konuyu Tanıl Bora internetten ulaşılabilen
06.05.2013 tarihli nefis yazısında ele aldı. Şöyle bitirmiş Bora yazısını: “İktidarın kimseyi marjinal ilan etmeye hakkı
yoktur. Herkesin marjinalliğe hakkı vardır.”
AKP yöneticileri belli ki bu süreçte MHP’ye
ve şovenizm mevzilerini terk etmek istemeyen CHP’ye oy kaptırmamak için
demagojiyi hep yedekte tutuyorlar. Anaakım medya da her zamanki gibi endeksli.
Kabul etmek gerekir ki birkaç yıl öncesine
kadar endeksler iki adetti, biri askerî vesayet olmak üzere. Bu ikincisi
şimdilik son bulmuş görünüyor. CHP’nin barış sürecinde böylesine bocalamasının
bir nedeni taşıdığı tarihsel yükse, bir nedeni de ömür boyu yaslandığı bu güçlü
vasiden beklenmedik bir biçimde yoksun kalmış olmasının yarattığı boşluktur.
Ve aynı boşluktan etkilendiği halde kendine
“sol” diyen bazı kesimler, kesintisiz bir doyum ihtiyacını açığa vururcasına
sürüsüne bereket “hainler, dönekler, liboşlar, sorosun çocukları, enteller” vb.
içerikli nefret söylemleriyle nasyonalizme ve aydın düşmanlığına eklemleniyor.
Bu kesimler demokrat olmanın zorluklarından “yurtsever, vatansever,
antiemperyalist” gibi sıfatları üstlenerek uzak durmaya çalışıyor gibiler.
Türkiye’yi yalnızca onların söylemlerine kulak vererek öğrenmek zorunda olan
bir yabancı varsayalım. Açıktır ki o yabancı Türkiye’nin köklü bir darbecilik
sorunu yaşamış olduğundan bütünüyle habersiz kalabilecektir. Bu kesimin
söyleminde emperyalizm, Türkiye sınırlarının yalnızca dışında bulunan bir
şeydir. Türklük konusundaki tarihsel yarılma[20]
da hesaba katıldığında, bu kesimin siyasal haritadaki yeri ortaya çıkar.
Barışla ilgili söylem sorunlarının sonu
gelmez. Ancak, genel görünümü içinde son olarak da gözümüzü kendimize, yani
kalıcı barış yanlılarına çevirmemiz gerekir. Bu bapta dikkat çekilecek ilk
nokta, klişeler ve bıktırıcı tekrarlar olabilir. Örnek: “Dışlamak, hor görmek,
ikinci plana atmak, ihmal etmek, gerekli saygıyı göstermemek” vb. yığınla yakın
anlamlı fiil varken, bunların yerine durmadan “ötekileştirmek” denmesi. Bu tür
bıktırıcı söylemler, meramlarına yüz seksen derece ters sonuçlar verebiliyor.
Gençlerin “kafaları ütüle”niyor. Bu da söylenenin bir kulaktan girip ötekinden
çıkması demek.
İkinci bir nokta, emir kipiyle kurulmuş
seslenişler olabilir. Sözgelimi, 6 Nisan 2013 tarihli “Çözüme Evet”
toplantısının pankartına şöyle yazılmıştı: “Dinle, anlat, duy, konuş!” Sizde de
bir atavizm izlenimi uyanmıyor mu?
Son olarak, toptancı sıfatlara ve ince
ayrımlara dikkat çekmeliyim. Örnek olarak da, yazılarını genellikle isabetli
bulduğum Ayşe Günaysu’nun 2 Nisan 2013 tarihli Özgür Gündem’deki yazısını ele
alacağım. Takıldığım ve önemsediğim nokta, “Müslüman” sıfatının toptancı bir
içerikle, İslamcılığı da kapsayacak biçimde kullanılması. Günaysu’nun
yazısından alıntılıyorum:
“Barıştan yana
Türk muhaliflerin bir bölümü Abdullah Öcalan’ın Kürtlerle Türklerin bin yıllık
İslam bayrağı altında birleşmesi çağrısını olumlu buldular ve Cumhuriyet’in
zulme uğrattığı iki kesim olarak Kürtler ve Müslümanların barışı olarak
selamladılar. Koray Çalışkan’ın Radikal gazetesindeki ‘Kürtler ve İslamcılar
barış mı getirecek’ başlıklı yazısı, (http://goo.gl/SgkcB) ile Cengiz Algan’ın
Marksist.org’da yayınlanan ‘Öcalan’ın balkon konuşması’ (http://goo.gl/JDjXd)
bu görüşe iki örnek. Ben aslını bulamadım ama, Koray Çalışkan, Mithat Sancar’ın
da, ‘Cumhuriyetin yıllarca en çok itip kaktığı iki grup, İslamcılar ve Kürtler
yeni cumhuriyetin temelini atıyor’ diye yazdığını aktarıyor.
“Direnişleri
Müslüman kardeşleri tarafından kanla bastırılan, mağaralarda Müslüman
komutanların emrindeki Müslüman askerler tarafından çoluk çocuk gaz
bombalarıyla öldürülen, sınır boylarında bir lokma ekmek için kaçağa gittiğinde
Müslüman paşaların emriyle sorgusuz sualsiz kurşuna dizilen, ...”
Günaysu “Kürtler ve Müslümanların barışı
olarak selamladılar” saptaması için Koray Çalışkan’ın bir yazısını örnek
gösteriyor ama, o yazıda “Müslüman” sözcüğü bir tek kez bile geçmiyor.
Çalışkan, bence bağlamın da gerektirdiği gibi hep “İslamcı” diyor o yazıda.
Günaysu ise bunun farkına varmayıp, sanki Koray Çalışkan “Müslüman” sözcüğünü
kullanmış gibi analiz yapıyor.
Günaysu'nun verdiği ikinci örnekte ise
eleştirdiği yazar da (Cengiz Algan) tıpkı Günaysu gibi gerekli dikkati
göstermemiş ve hep “Müslüman” sıfatını kullanmış. Algan’ın metni şöyle:
“Cumhuriyet'in iki
ezeli 'öteki'si barışıyor: Kürtler ve Müslümanlar. Malum;
diğer bütün unsurları imha, sürgün, zorla kaçırtma ve asimilasyon yoluyla hal
eden cumhuriyet elitinin ideolojisi baştan beri bu iki grubu iki asıl iç düşman
olarak ilan etmişti. Ama ikisinin aynı safta buluşmaması için Müslümanların
Kürtleri izole etmesini de sağladı.”
Şimdi Günaysu’dan ve Algan’dan yukarıya
aldığım paragraflardaki “Müslüman” sıfatı kullanımlarına dikkat edilirse, her
ikisinin de bu sıfatı “İslamcı” yerine kullandığı görülecektir. İki metin bir
arada düşünülünce, söz konusu hata bazı sorulara yol açıyor: Günaysu’nun ikinci
paragrafında söz ettiği “Müslüman komutanlar/paşalar”, Algan’ın “iç düşman
olarak ilan” edildiğini söylediği Müslümanlara dahil mi, değil mi?! Bu mantık
çıkmazından kurtulmanın söylemsel yolu, “Müslüman/İslamcı” ve buna benzer
adlandırmalardaki ince ayrımlara dikkat etmektir.
Barışın dili, her adımda duygudaşlığın dili.
&
Barış
meseleleri[21]
..........................
Savaşı da, şimdi girişilen “çözüm süreci”ni
de emperyalizmin bölgedeki oyunlarından ibaret gibi görmek, eğer saptırma
değilse, fazlasıyla kolaycı bir görüştür.
Kişisel olarak, emperyalizmin böl ve yönet
fikriyle hareket ettiğinden hiç kuşku duymuyorum. Özellikle Ortadoğu coğrafyası
bir İskandinavya değildir ve üstleri ve astlarıyla her tür emperyalizmin dikkat
odağındadır, ne yazık ki buna bizim ülkemiz de dahil. Palazlandıkça yayılmacı
düşler gören muktedirlerimiz var bizim de. Son konjonktür Birinci ve İkinci
Dünya savaşlarından bildiğimiz büyük devlet koalisyonlarına fazlasıyla benzeyen
ikili saflaşmalara yol açıyor ve bunun tam göbeğinde, belki az bir şey
kuzeyinde bulunuyoruz biz. Başka bir deyişle, barış davası aslında yine bir
dünya davası şu an.
Yine de, meselenin küresel olması Türkiye
sınırları içinde adalet ve eşit yurttaşlık hedefiyle yapılması gerekenleri
ortadan kaldırmıyor. Halepçe gibi katliamlardan geçmiş Irak Kürtlerinin Saddam
karşısında denize düşen yılana sarılır misali emperyalizme sarıldığını
biliyoruz. Dolayısıyla, Türkiye’de barış demek, demokratik hakların tanınması
demek. Tanınacak hiçbir hak, Türklerin ya da diğer halkların çıkarına aykırı
değildir, tam tersine.
Son birkaç yıldır, dünyadaki gelişmeleri
yakından izleyen, “nefret söylemi ve nefret suçları” gibi kavramlar etrafında,
medyanın ayrımcı söylemlerine karşı izleme ve denetleme işlevine yönelik, ve
geçmişimizi taşınabilir hale getirmemize katkıda bulunabilecek çabalar,
hakikatleri araştırma grupları, hafıza merkezleri, savaşın travmalarına karşı
rehabilitasyon çalışmaları, eğitimde reform girişimi, “Barış İçin Kadın
Girişimi” gibi çalışmaları her geçen gün güçleniyor. Bir zamanlar bir tek
İsmail Beşikçi vardı! Onun nasıl tek başına olduğunu unutmamalıyız.
Öte yandan cezaevleri yine bir bölümü orada
olmaması gereken binlerce siyasi tutukluyla dolu. Ve anaakım medyada barış
açısıyla yazan yazarlar bir bir uzaklaştırılıyor.
Durum böyleyken böyle, sevgili F!
&
Çözüme dair sorular[22]
Kürt sorunu konusunda bir süredir İmralı'da Öcalan ile
gerek devletin çeşitli kurumları arasında sürdürülen temaslar, gerekse de
İmralı'ya BDP'nin yaptığı ziyaretler ve Kandil ile kurulan temaslar ve Akil
İnsanlar Heyeti'nin çalışmalarıyla 'çözüm' tartışması yeniden gündemleşti. Sizce
şu anda çözüm bağlamında nasıl bir noktadayız?
Çoğu kimse gibi ben de şu an çözümün
başlangıçtaki ivmesini yitirdiği, duraksadığı kanısındayım. Sözünü ettiğiniz
adımlar, yani yıllardır talep ettiğimiz görüşmelerin başlaması, fiilen de olsa
çift taraflı ateşkesin sağlanması ve gerillanın çekilmeye başlaması gerçek bir
umut yaratmıştı. Akil İnsanların çalışması da konunun daha geniş ve daha
çeşitli kesimlerce gündeme alınması açısından katkısı olan bir girişimdi.
Ancak, hükümetin hazırladığı “demokrasi paketi”nin içeriğine ilişkin işaretler
ve Meclis Anayasa Komisyonu’nda CHP ile MHP’nin tavrı konusunda gelen haberler,
eskilerin “benim oğlum bina okur döner döner yine okur” sözünü hatırlatıyor.
Öyle görünüyor ki üç parti (AKP, CHP, MHP) birbirlerinden korkmaktan kurtulabilmiş
değiller.
AKP tarihsel sorumluluğu bir başına
üstlenmek zorunda kalmaktan ve oy kaybetmekten korkuyor. CHP ile MHP’de yeni
bir şey yok, her zamanki ufuksuz şoven demagojilerini yapıp oy kapma
peşindeler. Oysa Kürt sorunu gibi her anlamda hayati bir sorunda, her tür oy
kaygısının aşıldığı büyük politikalardan aşağısında tutunulamayacağı açıkça
ortada.Gelgelelim, yılların rejimi her üç partiyi de kendi hizasında tutmaya
devam ediyor.Bu partilerin atabildikleri tek adım “Kürt” demeyi öğrenmekten
ibaret. Birlikte yaşamanın vazgeçilmez gereklerini inkâr aşamasındalar. Öyle
bir noktadayız. Bu aşamayı öyle ya da böyle aşmak zorundalar.
Kürt siyasi aktörlerinin
Hükümete yönelik olarak getirdiği; “süreç tek taraflı adımlarla yürüyor” eleştirisi
var. Diğer yandan da hükümetin hazırladığı söylediği 'demokratikleşme paketi'
var. Sizce Hükümet tarafının yaklaşımında sürecin ilerlemesine yardımcı olacak
bir açılım hazırlığı var mı?
Hükümetin A planı ‘acaba bu kadarla
yetinmelerini sağlayabilir miyim’ gibi umutsuz bir denemeye benziyor. B planı
ise, plandan çok, bir torba. Çok mecbur oldukça devreye soktuğu adımlar (TV6’yı
kurmak, görüşmeleri başlatmak, Kürtçe seçimlik ders koymak, akademik ortamda
Kürtçe dersleri vb.) bu torbadandır. Sürecin ilerlemesine yardımcı olacak
gerçek bir “B planı”nı akla getiren tek adımı, ateşkes uygulamasıydı. Ama ondan
öte gidemedi. Arada bir şu ya da bu bakandan işittiğimiz “süreç yürüyor”
sözünün somut bir karşılığını göremiyoruz. “Demokrasi paketi”ni boş bırakmaktan
da çekinmedi iktidar partisi. Hatta boş bırakmaktan öte, polisin yetkilerini
artırmak gibi ters yöne giden hükümlerden söz ediliyor. Dolayısıyla, ufukta iyi
bir hazırlık görünmüyor. Umarım paket resmen açıldığında bu durum değişir ve
yeni bir açılım dinamiği başlatılır.
Başbakan kısa bir süre önce 'ana
dilde eğitim ülkeyi böler' dedi. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Söylemesi ayıp, yıllardır bir kısmı kitap
haline de gelmiş yığınla yazı yazıp anlatmışımdır ben anadili meselelerini. Bu
konuda gerek devletin gerekse bilim insanlarının sicilleri alabildiğine bozuk
ve hâlâ düzelmiyor. Deyim yerindeyse devletin komplekslerinden biridir anadili.
Kamuoyu pek farkında olmamıştır ama, dil alanıyla ilgili bilim çevreleri
cumhuriyet boyunca ağır bir baskı altında tutulmuş. Modern dilbilim ilgisi bile
şunun şurasında birkaç yıllık.
Gerçekte siyasetçilerden çok
dilbilimcilerin, ruhbilimcilerin ve eğitimcilerin uğraşması gereken bir
sorundur, anadili sorunu. Son on beş yirmi yıldır uğraşılmaktadır da zaten.
Eğitimcilerin sendikası Eğitim-Sen, anadilinde eğitim talebini her zaman gündemde
tutmuştur, bu yüzden kapatılmakla tehdit edilince tüzük değişikliği yapmak
zorunda bile kalmıştır. Oysa şimdiye kadar enerjiler bunca gerilim yerine
eğitbilime harcansaydı, çocuklarımız kendi anadillerini ya da birbirlerinin
dilini küçümsemek ve dil sorunlarıyla boğuşmak durumunda kalmazlardı.
Cumhuriyet rejiminde anadilinde eğitim hakkı
tanınmış olan üç halk var aslında: Türkler, Rumlar ve Ermeniler. Ancak, Rumlar
ve Ermeniler bu hakkı bir kamu hizmeti olarak alamıyor, yalnızca MEB
denetiminde kendi paralarıyla özel okul kurup orada eğitim yapabiliyorlar. Bu
yurttaşlarımızın hem dilleri hem de kendileri görünmez kılınmış olduğundan,
“anadilinde eğitim” sözcüğü onları akla getirmiyor. Oysa yaşadıkları, onların
deneyimleri, her açıdan son derece öğretici olabilir.
Anadilinde eğitim meselesinin teknik adı
‘çokdilli eğitim’dir ve Kürt sorununda da er ya da geç yürürlüğe girmesi
gereken ilke budur. Son birkaç yıldır birkaç akademik kuruluş çiftdilli eğitim
konulu çalışmalar başlattı. Gelgelelim siyasetçilerin ufku hâlâ “anadilinde
eğitim ülkeyi böler” ilkelliğindeki bir kart-kurt cümlesiyle sınırlı. İlkellik
diyorum, çünkü bir ülkede ikinci (üçüncü, dördüncü, her neyse) bir dilin,
bırakınız eğitim dili olmasını, resmî dil olması bile bölünme anlamına gelmez.
Bölünme ancak yeni bir devlet kurulup kendi adına para bastığı durumlar için
kullanılabilecek bir terimdir.
Bu gerçekleri iktidar da, Başbakan da, diğer
politikacılar da gayet iyi bilirler aslında. Gelgelelim, yüksek sesle söylemeye
cesaret etmek yerine, birbirlerinin arkasına gizlenmeyi seçiyorlar.
Lice'de Medeni Yıldırım'ın
öldürülmesi sürecinde Gezi direnişçilerinin destek ve dayanışma eylemleri oldu.
Sizce Kürt sorununun çözümüne yönelik mücadele ve tartışmalarda ülkenin
batısından gerektiği düzeyde bir katılım ve katkı var mı?
Gezi süreci hem Medeni Yıldırım’ın
öldürülmesi olayı açısından hem de daha genel bir açıdan, Aristoteles’in
“aydınlanma ânı” dediği türden bir uğrak oldu. Dipten gelen bir açılım. Hrant
Dink’in katli olayından sonra da öyle olmuştu. Uzun erimde mutlaka kalıcı ve
etkileyici uğraklar bunlar. Gezi öncesinde, başka toplumsal sorunlar
konuşulurken Kürt sorunundan pek söz edilmezdi. Siz kalkıp söz ederseniz,
adınız Kürtçüye çıkar, böylece yan gözle bakılıp geçilir, “ne alâkası var
şimdi” havası estirilirdi. Gezi’den bu yana bu ruh halinde değişiklik oldu. En
azından benim tanıklıklarım öyle gösteriyor.
Ancak, Kürt sorununun çözümüne yönelik
dolaysız inisiyatiflerde harekete geçirici güç hâlâ Kürtlerin kendileri.
Zaten,“katılım” ve “katkı” dediniz mi, sorumluluk sahibinin, muhatabın, başkası
olduğu bir durum varsayıyorsunuz demektir! Etik düzeyimiz bir mağdurun hakkını
diğerlerinin aradığı yüksekliğe ulaşmış değil.
Gezi süreci, kentin, yaşam biçiminin
savunulması ve halkın taleplerinin alanlarda dile getirilmesi açısından önemli
bir süreç oldu. Kürt sorununun çözümü bakımından da Gezi'nin ortaya çıkardığı
enerji bir imkan sunabilir mi sizce?
Bence Gezi süreci Kürt sorununun çözümü
bakımından dolaysız bir yol yordam gibi düşünülmemeli. Gezi’nin asıl katkısı
ufku genişletmek ve o ufkun içine Kürt sorununu da almak biçiminde gerçekleşti.
Yaşamsal önemde, büyük bir katkıdır bu. Kürt sorunu parklardaki forumlarda,
eylemlerde, bir bileşen olarak, vazgeçilmez mücadele konularımızdan biri olarak
yer alıyor artık.
Gezi gibi, 68 gibi olgular, aslında diğer
tüm devrimsel olgular gibi, hiçbir zorlama ya da planlamayla yaratılamayacak
türdendir. Kolay kolay da sönümlenmezler. Gezi’nin yarattığı enerjinin Kürt
sorununun çözümünde mutlaka yaygın bir etkisi olacaktır. Hatta, öyle bir olay
yaşanabilir ki, güçlü bir parlamaya götürebilir kitleyi. Ancak, bunu örgütçülük
ustalarının yapay olarak, şırıngalama yöntemiyle yaratabileceğini sanmıyorum.
Gezi’nin ruhu buna elverişli değil. Hatta böyle bir girişimin tam ters bir etki
yaratacağı kanısındayım. Gezi, Kürt sorununun anlaşılmasını ve Türkiye’nin
batısında gündeme demokratik bir mücadele konusu olarak dahil olmasını sağladı.
Ancak, büyük bir doğallıkla yaptı bunu. Şu an artık Kürt sorunu toplumsal
mücadelelerin gündeminde tıpkı diğer yakıcı sorunlar, çevre sorunları, kadın
sorunu, hayat tarzı sorunları, fikir özgürlüğü sorunu vb. gibi yer alıyor demek
abartı olmaz sanıyorum.
Son olarak, sizce Kürt sorununun
çözümüne yönelik olarak kısa ya da uzun erimde neler yapılmalı?
Bence hemen başlatılması ve başlatıldığının
duyurulması en çok önem taşıyan çalışma, müfredat çalışmasıdır. İlköğretimden
itibaren müfredatın bütünüyle yeniden yazılması ve bu coğrafyada yaşayan
halkların gerek varlığına, gerekse acısıyla tatlısıyla ortak tarihine ilişkin
gerçekliklerin müfredatta yer almasından söz ediyorum. Çocuklara okul dışıyla
çelişen mavallar anlatılmaması, toplumun temelleriyle ilgili bir iş. “Kürt,
Ermeni” gibi sözcükler, çocukların hayatına birer korku öğesi olarak girmeye
devam ettiği sürece hiçbir sorun çözüm yoluna girmiş olmaz. Eğitbilimciler
(pedagoglar), barış kültürünü geliştirme yöntemleri üzerinde çalışmalı, çatışma
çözümü gibi en iyi teknikler akademik ortamlarda kapalı kalmaktan
kurtarılmalıdır.
Kısa ve
uzun erimde atılması gereken diğer adımlar ise epeydir ortaya konuldu aslında.
O adımların atılması, şu an fiilen sağlanmış olan ateşkesin hukuka geçirilmesi
anlamına gelecek. Korucular meselesi, boşaltılmış köyler meselesi, yasalarda
yol temizliği, yeni anayasa, teknik adı “af” ya da başka bir şey olmak üzere
KCK davalarından tutuklu ve hükümlü olanların serbest bırakılması ve
cezalarının ortadan kaldırılması, anadili temelinde çokdilli eğitim için
çalışmaların başlatılması gibi adımlar en hayati olanları. Kalıcı bir barışa ve
canlı bir demokrasiye giden yol bu kadar açık ve önümüzde uzanıyor.
&
Anadilinde eğitim, boykot...
Şerif Karataş’ın sorularına
yanıtlar[23]
Ana dilde
eğitim talebiyle başta Bölge illeri olmak üzere pek çok yerde okul boykotları
söz konusu. Boykot kararını nasıl değerleniyorsunuz?
Okul boykotu
temelde siyasi bir karar. Devletin eğitim ve dil politikalarına duyulan
birikmiş tepkilerin sonucu olarak alınmış, hayati önemde bir karar. Gündelik dile şöyle tercüme
edebiliriz bu kararı: Siz bizim çocuklarımızın anadilini dikkate almayı reddettikçe
biz de sizin dışınızda çözümlere başvurmak zorunda kalıyoruz.
Gerçekte çokdilli
bir topluluğun sorunlarından söz ediyoruz. Anadili Türkçeden farklı olan
yurttaşlar çokdilli yurttaşlardır. Bu özelliğin eğitimde dikkate alınmaması
düşünülemez. Ama bizim ülkemizde bu düşünülemeyecek uygulama onyıllardır
yürürlükte! Cumhuriyetin Kürtlere uyguladığı, lamı cimi yok, zora dayalı bir
asimilasyon programıdır. Dersim katliamı, Diyarbakır zındanı, b.k yedirilen köy
halkı, koruculuk, bu programın tavan yaptığı uygulamalar. Rüzgâr ekildi,
fırtına biçildi ve biçiliyor.
Kürtler şimdiye
kadar resmî dilin Türkçe olmasına itiraz etmediler. Bu durumda “anadilde eğitim” talebinin teknik adı
“çokdilli eğitim”dir. Anadili Kürtçe olan çocukların okulda hem Türkçe hem de
Kürtçe öğrenmeleri ve derslerden bazılarını anadillerinde bazılarını resmî
dilde görmeleridir. Çokdilli eğitim bu anlama geliyor, şu bölgede şu dil bu
bölgede bu dil, anlamına değil.
Özetlersem, okul
boykotuna en az iki açıdan bakmak gerekiyor: Öncelikli olan, olması gereken,
boykotun çocuklarımız üzerindeki etkisidir. İkincisi ise, devletin eğitim
politikalarını temelden ilgilendirmesi gereken siyasi irade meselesi.
Ana dilinde
eğitimi 'bölücülük'le niteleyen Hükümetin bu boykotu nasıl değerlendirmesi
gerekir?
Hükümet bu boykotu
hem Kürt hem de eğitim politikasında hâlâ temel bir yanlışlık olduğunun işareti
olarak değerlendirmelidir. Temel yanlışlık dediğim, birlikte yaşamanın
gereklerini yerine getirmek yerine “eşimin kişiliğine gerekli saygıyı
gösterirsem bu iş boşanmaya gider” şeklinde akıl yürütülmesidir. Cumhuriyet devletinin Kürt politikası kocanın
şiddet uyguladığı evliliklerden hiç farklı değil.
Devlet, iyi bir
beraberlik, iyi bir toplum kurulmasına katkıda bulunmak istiyorsa,
çocuklarımızın gerçek toplumsal ve bireysel durumlarını dikkate almak
zorundadır. Eğitim devletin önyargılarını mı esas alacak, çocukların
mutluluklarını ve toplulukların kültürel zenginliklerini mi? Anadili ve o dilin
taşıdığı kültür çocuğun en derin ruhsal ve toplumsal gerçekliğine dahildir.
Çocuğun elinden bir oyuncağı çekip alır gibi anadilini alıp yerine başka dil
koyamazsınız. Çokdillilik bizim bir gerçekliğimizdir ve gerçekliği dikkati
almayan hiçbir politika başarılı olamaz. Bizim toplumumuz ve devlet bu konuda
affedilmez derecede geç kaldı. Bence devlet derhal bir “EĞİTİM BARIŞI” ilan
etmeli ve son yıllarda bazı akademik kuruluşlarca yürütülen, “çiftdilli eğitim”
konulu araştırma ve çalışmaları da dikkate alan bir “açılım” da değil, atılım
başlatmalıdır.
Kürtlerin ana
dillerinde eğitim talebi özellikle ülkenin batı yakasındakiler bu talebi nasıl
karşılamalılar?
Batı yakasındakiler çokdillilik gerçeğinden o kadar da
habersiz değiller. Herkes çoğu ülke gibi Türkiye’de de farklı halkların bir
arada yaşadığını ve her topluluğun farklı bir anadili olduğunu az çok biliyor.
Ancak öneminin farkında değil, çünkü bu önem herhangi bir kanalla yaygın bir
biçimde iletilmiyor. Okullarda dil gerçekliğinden hiç söz edilmiyor, sayısal
olarak azınlık durumunda olan kültürlerin esamesi okunmuyor. Hatta, Bulgaristan
ve Yunanistan gibi Türklerin benzer sorunlar yaşadığı ülkelerle ilgili olarak
radyo ve televizyonlarda o sorunlardan söz edilirken daha çok işin din yönüyle
ilgilenilip dil ve eğitimle ilgili yönleri es geçiliyor. Kamuoyu bu konuda
yaygın bir biçimde bilgilendirilip bir korku ve nefret ortamı yerine dostluk
ortamı yaratılabilirse insanlar anadili sorunlarını anlayacaktır. Ancak, bunun
için tam bir özgürlük ve dostluk ortamı yaratılması şart. Aksi halde insanlar
kasılıp kalıyor. Başka derdimiz yokmuş gibi şimdi bir de bu mu çıktı şeklinde
tepkilere rastlanıyor. Çokdilliliğin sorunlarına Bulgaristan, Yunanistan vb.
çeşitli ülkelerde yaşayan Türklerin sorunları örnek verilerek kendimizi
Kürtlerin yerine koymamız kolaylaştırılabilir. Çeşitli ülkelerdeki çokdilli
eğitim örneklerinden söz edilebilir vb. Ancak belirleyici olan, ortama dostluk
ve özgürlük atmosferinin egemen olmasıdır.[24]
&
Ulusallık[25]
Bir “Kürt Ulusal Kongresi”nin yapılacağı haberini okuduğumda içim cız etti. Cız
etti, çünkü bu adlandırmadaki “ulusal” sözcüğü, Kürtlerin onlarca yıldır ölüm
kalım koşullarında ihtiyaç duydukları desteği kardeş halklardan çok
birbirlerinde ve komşu ülkelerin Kürt halkları olarak kendi kavimlerinde aramak
zorunda bırakıldıklarını gösteriyor. Hem bunu gösteriyor, hem de bu yıl tam
tamına yüzüncü yılını dolduran ve 1 Haziran 2013’te 24üncüsü toplanan “Arap
Ulusal Kongresi”ni çağrıştırıyor.
Kürtlerin kongresi için kullanılan“ulusal” sıfatı Kürt sorununun görülebilir
gelecekte yönelebileceği iki “çözüm”den birinin, ulus ağırlıklı “çözüm”ün güçlü
belirtilerinden biri. Diğer çözüm yolu ise, içinde yer aldıkları toplumların
köklü bir biçimde demokratikleşmesi anlamında, haklar ve özgürlükler
seçeneğidir.Türkiye dışındaki üç ülkede bu ikinci seçeneğin şansı şu an sıfıra
çok yakın duruyor. Türkiye’de ise çözüm süreci bu seçeneğe yönelir gibi
başlamıştı, ama arkasının geldiği söylenemez. Ve şimdi ufukta beliren “Ulusal”
sıfatlı kongre ile birinci seçenek varlık gösteriyor, en azından istişare
düzleminde.
Gerçek şu ki, Kürtleri bu arayışa Ortadoğu toplumları ve halkları olarak bizler
ittik. Türkiye’de nüfusun büyük bölümüne “Halepçe” deseniz, o da neymiş, yenir
mi içilir mi diye sorar karşınızdaki. ABD yönetimi Irak’ta Halepçe canisini
devirdi, ama tıpkı tecavüzcüden kurtardığı kadını “himayesine” alan simsarların
kurtarıcılığına benzedi yaptığı iş. Türkiye, Irak, Suriye, İran gibi bölge
devletlerinin Kürt politikaları da, boyut farkıyla, büyük emperyallerin
politikalarından farklı değil.
Türkiye solunda ise1960’lı yılların ikinci yarısında ve 70’lerde en çok
tartışılmış meselelerden biridir Kürt meselesi. Gelgelelim, konunun en çok tartışılanlar
listesine girebilmesi için Kürt sosyalistlerinin DDKD ve DDKO gibi ayrı
dernekler kurmaları gerekmişti, özgül sorunları yeterince fark edilmeyen her
sosyal kesim gibi.
ArdındanTürkiye İşçi Partisi (dikkat, İP
değil, TİP) 12 Mart darbe yönetimi tarafından Kürt sorunuyla ilgilendiği için
kapatıldı. Devlet Kürt varlığını ve haklarını inkâra her koşulda devam etmekten
başka yol bilmeyecek kadar çapsız ve militaristti. Sol ise, stratejisi
itibariyle, her tür ayrımcılık sorununu sınıf mücadelesine endekslemiş, yani
devrim sonrasına ertelemişti.
Sonrası biliniyor: Kürtler ölümüne bir
mücadeleye giriştiler ve otuz yılın sonunda kararlılıklarını artık kimsenin
yadsıyamayacağı bir açıklıkla gösterdiler.Sonuçta devlet zora dayalı
asimilasyona bir havuç politikası eklemek gereğini hissetti. Öyle görünüyor ki
“çözüm”den anlamak istedikleri budur.
Evet, Kürt meselesi Marksist muhalefette en çok tartışılmış meselelerden
biridir ve Kürt özgürlük hareketi ihtiyaç duyduğu birlik ve dayanışmayı Türkiye
solunda ve halkında aramaktan hiç vazgeçmemiştir. Bırakalım öncesini, şu son
yirmi küsur yıla baktığımızda, ortak bir parti, ortak bir barış oluşumu,
“halkların demokratik kongresi” gibi ortak hareketler yaratmak yönünde yığınla
girişim görürüz. Bu girişimlerin büyük çoğunluğunun kökeninde Kürt özgürlük
hareketinden gelenler vardır. Türkiye solunun ve aydınlarının büyük bir bölümü
bu çabalara derece derece uzak durmayı seçti. Çoğu kez, “Türkiye’nin
demokratikleşmesi” başlığı altında, yumuşatılmış bir asimilasyonun dilini
kullanarak yol aldı ve Kürt sorununu gündeminin ilk maddesine dönüştürmekten
her zaman kaçındı.
Bunun farklı nedenlerinden söz edilebilir: Kürtlerin barışçı
girişimlerinin taktikten ibaret olduğu kuşkusu, silahlı bir hareketin dümen
suyuna girme kaygısı, devletin kuş uçurmaz baskıları karşısında duyulan
bilinçli ya da bilinçsiz korkular vb. Bugün hâlâ, partisel çalışmaya hayır
demeyenlerin BDP’ye[26]
katılmak yerine bölük pörçük sol partiler halinde çalışması, Kürt özgürlük
hareketini Kürtlük (“Ulusal”lık) çerçevesine doğru iten nedenlerden biridir
bence. Boyutları kendisi kadar olan bir neden denebilir, ama yine de
nedenlerden biridir. Oysa, ne Kürt sorununda ne de genel demokratikleşme
meselesinde çoktandır 80’li yılların koşullarında değiliz. Mücadele silahlı mı
olsun silahsız mı, köylülerle mi olsun işçi sınıfıyla mı gibi stratejik devrim
kararları değil bizi bekleyen. Önümüzde verili bir durum var: Çoktan başlamış
bir silahlı mücadelenin barışa ulaştırılması ve gerçek bir halk hareketinin demokratik
talepleri için mücadele gereğiyle karşı karşıyayız. Kürt hareketinin deklare
edilmiş ana talepleri gerçekte temel hak ve özgürlükler çerçevesini aşmıyor.
Zaman zaman ortaya çıkan özerklik ve benzeri formüller, söz konusu taleplerin
karşılanması umudu ufukta görünmediği için çıkıyor ortaya. Kürtler Türkiye
halkından ve devletinden umutlarını kestikleri ölçüde kendi başlarının çaresine
bakacakları statü seçeneklerine yöneliyorlar. “Kürt Ulusal Kongresi” bunun en
açık göstergelerinden biri.
Kişisel olarak, BDP’nin ve seleflerinin tüm Türkiye halkları ve
okuryazarlarıyla birlikte davranma girişimlerinin taktik niteliğinde olduğu
kanısında değilim. Bugün gelinen, “Ulusal” sıfatının devreye girdiği aşamada da
bunun bir ulus devlet kurma hareketi olmadığı açıklaması bana taktik amaçlı
gibi görünmüyor.Bunu söylerken, bırakınız Erbil kongresinin bileşenlerini,
Türkiye Kürt özgürlük hareketinin de türdeş olmadığını unutmuş değilim. Farklı
örgüt ve çevrelerin gönlünde, federasyondan özerkliğe ya da ayrılığa kadar
giden farklı çözümlerin yattığı da biliniyor. Ancak, Kürtlerin özellikle
Türkiye’de tüm halklarla iç içe yaşadığı gerçeği dikkate alınırsa, aynı potada
demokratikleşme hedefinin ilkeden ya da bir göz boyamadan ibaret olmayıp
gerçeklik temeline dayandığı da ortaya çıkar.
Türkiye devleti bütün bu gerçeklikleri bazen dile getirse bile kabul edip
gereğini yerine getirmekte alabildiğine zorlanıyor. “Muhalefet” dedikleri,
BDP’yi saymazsak, bu bapta devletin ayrılmaz bir parçası. Ben bu yazıyı
yazarken, meclis Anayasa Komisyonu’nda, Taraf gazetesinin nefis manşetiyle
söylersek “CHP ve MHP’nin kart kurt ettiği” haberi geliyor. AKP Kürt hareketini
yeterince dışlamıyormuş gibi, bu iki “muhalefet” partisi gerçekleri bal gibi
bildikleri halde demagojik bir ulusalcılığın peşinde 12 Eylülcülük yapıyorlar.
Tam bir kısırdöngü içindeler: Onların bölünme korkusuyla takındıkları bu
tavırlar Kürtleri daha da uzaklaştırıyor. Ama oy hesapları tıpkı AKP gibi
onların da bütün ahlaki ufuklarını kaplıyor. Bir gün Bağdat’tan dönmesi
kaçınılmaz hesaplar oysa onlar.
Özet olarak, Kürt özgürlük hareketi eğer 1980’lerde “Marksist Leninist”
bir halk hareketi olmakla işe başlayıp bugün teknik olarak ‘uluslararası’
denmesi beklenebilecek bir toplantıyı “ulusal” sıfatıyla nitelemeye kadar
geldiyse, bunda Türkiye devletinin, “muhalefet”inin ve toplumunun, hatta
demokrat ve solcularının her adımda geri geri giden tavırlarıyla oynadıkları olumsuz
rolün payı büyük. Bu tür tavırlar Kürtleri her zaman bir B planı olarak özerk
ya da bağımsız yapılar düşünmeye itti. Kürtlerdeki her “ulusal”laşmanın bu
tarafta bir ufuk darlığına ya da daralmasına işaret oluşturduğu duygusu
korkarım içimizi cız ettirmeye devam edecek. Gezi gibi büyük tarihsel uğraklar
geride kalırsa tabii.
&
Hukukun katillerini koruyanlar[27]
“Anneannem” adlı çok sevdiğimiz anlatının
yazarı ve gazeteci Hrant Dink’in avukatı Fethiye Çetin, bu kez yeni kitabıyla
bizi adeta omuzlarımızdan tutup bugün bakmamız gereken asıl yöne çeviriyor.
Bizi derken, bu toplumun demokrasi diyenlerini kastediyorum. Kitabın adı “Utanç
Duyuyorum!”
Çetin, bir hukukçu olarak, Hrant Dink
davasından mesleği adına utanç duyuyor. Gerçekte onun utanacağı bir şey
olmadığına göre, belki de asıl utanması gerekenlere bu sözcüğü hatırlatmak
istiyor. Asıl utanması gerekenler, hukukun katillerini koruyanlardır.
Kimdir bunlar? Çetin, davaların bir
aşamasından itibaren adım adım bu sorunun peşine düşüyor ve gördüğü gerçekleri
kitap boyunca bize de gösteriyor. Bir savunmadan çok, suçluları bulma edimi bu kitap.
Bir tür iddianame. Çok iyi bir yazar ve hukukçu tarafından, hukukun katillerine
ve onların koruyucularına karşı, adeta bütün toplumumuz adına yöneltilen bir
iddianame. Yayınevinin bu metni sunarken ünlü Fransız yazar Emile Zola’nın
Dreyfus davasıyla ilgili “J’Accuse! (Suçluyorum!)” metnini anması boşuna değil.
Dolayısıyla, kitabın altbaşlığı daha
isabetli: “Hrant Dink Cinayetinin Yargısı”. Çetin burada ‘cinayetin
yargılanışı’ ya da ‘yargılanması, yargılanma süreci’ değil de “Yargısı” diyor.
Bunun anlamı, işbaşında olan, cinayeti yargılamakla görevlendirilmiş yargı
mensuplarının, kısacası yargı mekanizmasının durumudır.
Hrant Dink cinayeti gerçekte hâlâ bir
failimeçhul durumunda. Bunu ezbere değil, Çetin’in “Utanç Duyuyorum!”da tek tek
anlattığı işlemsel gerçeklere bakarak söylüyorum. Usta polisiye yazarlarının
yazdıkları kadar sürükleyici olduğu halde hukuk fakülteleri için kusursuz bir
kaynak oluşturabilecek olan bu çok iyi yazılmış kitap, yalnızca Dink davası
konusunda değil, diğer failimeçhullerle ilgili olarak da zihnimizde şimşeğin
çaktığı ânı temsil ediyor.
Kitabı okumaya başlarken, bildiğim şeyler
anlatılacak duygusu içindeydim. İlk satırlarda, hemen “Anneannem”i çağrıştıran
o yakın anlatı, biraz üstelenmiş, biraz fazla tanıdık, hatta tekrar gibi geldi.
Ancak fazla sürmedi bu duygu. Anladım ki Çetin’in Hrant’a ilişkin duyguları
anneannesine ilişkin olandan fazla farklı değil. Dolayısıyla, anlatının ilk
eldeki benzerliği kaçınılmaz. Görüş alanında bilge ve arkadaş Hrant olduğu
sürece, anlatı da “Anneannem”e yaklaşıyor. Yargıya, cinayete ve canilere
yöneldiğinde ise, nefretle dolmaktan özenle kaçınıp toplumsal bir hukuk
duygusuyla donanmayı, hukukçuluğunu şaşmaz bir biçimde öne çıkarmayı başarıyor.
Yine kısa sürede fark ettim ki elimdeki
kitap hem her tür okumamızın önüne geçirmemiz gerekecek derecede güncel, hem de
hukukçular, hukuk öğrencileri, insan hakları uzmanları, gazeteciler, tarihçiler
ve diğer toplum bilimleri araştırmacıları için, ama aynı zamanda, haklar ve
özgürlüklerle ilgilenen, demokrasi diyen her yurttaş için eşsiz bir belge ve
başvuru kaynağıdır.
Fethiye Çetin, hem evrensel hukukun hem de
yürürlükte olan hukukun örnek alınacak bir uygulayıcısı. Hrant Dink’in kıyıcı
bir komployla kurban edilmesinin ardından biz her duruşma günü “Hrant’ın
Arkadaşları” grubunun düzenlediği basın toplantısı için İstanbul Beşiktaş
Barbaros Meydanı’nda bulununca kendimizi görevimizi yapmış sayarken,
tetikçilerle “abi”lerinin zehirli sırıtmalarına ve kimbilir daha ne tehditlere
muhatap ola ola yargının tıkalı beyinlerine çare bulmaya çalışan Fethiye
Çetin’in ruhunda hangi fırtınaların estiğini ve hukuk açısından neler olup
bittiğini bizlerin bile nasıl berbat bir uzaklıktan izlemiş olduğumuzu şimdi
kitabı okumuş olarak daha iyi görüyorum.
Şu isimlerden herhangi birini ya da hepsini
seçebiliriz: Sabahattin Ali, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Necip Hablemitoğlu,
Cavit Orhan Tütengil, Abdi İpekçi, Uğur Mumcu, Çetin Emeç, Ümit Kaftancıoğlu,
Turan Dursun, Yusuf Ekinci, Musa Anter ve akıllarımıza kişisel değerlerinin
yanı sıra “failimeçhul” cinayetlerin kurbanları olarak da kazınmış sayısız
düşünür, bilim insanı, gazeteci. Kürt mücadelesinden, aktivist olan olmayan,
sayısız insan.
Evet, bu isimlerden herhangi birini ya da
hepsini seçip Fethiye Çetin’in “Utanç Duyuyorum!” kitabında “Hrant Dink” adının
geçtiği her yere bu seçtiğimiz ismi ya da isimleri yazabiliriz: Olgunun temeli
ve açıklaması değişmeyecektir. Söz konusu açıklama, bugün cezaevinde olan ve
olmayan mensuplarıyla Ergenekon’un, MİT’in, Kontrgerilla’nın, “Susurluk”
çetesinin, kısacası her tür devlet kurumunun içine virütik bir organizma gibi
yuvalanmış bir yapıya işaret ediyor. Andığım ve benzeri kurum ve örgütlerden her
birinin içinde faaliyet gösteren, ama hepsini de aşan bir başka kurum.
Türkiye’nin Gladyosu. Öyle bir organizma ki, hangi devlet memurunun ensesinde
kendini hissettirirse, o dosyada akması gereken sular akmaz oluyor. Bütün
failimeçhul siyasi davalarda soruşturmaların “bir yere gelip tıkanması”nın
anlamı bu. Bizim toplumumuz hukuk açısından Karadeniz’in hiçbir canlılığa
elvermeyen zehirli ve zifirî dipleri gibi. Gazetecilerin, hukukçuların,
siyasetçilerin sırf zararlı sanıldıkları ya da birtakım çıkarlara aykırı
bulundukları için ardı ardına öldürülmesini, öldürenlerin de failimeçhul ve
cezasız kalmasını mümkün kılan bir ortam durmadan yeniden üretiliyor. Aynı
yolla kaybettiklerimiz arasında, savcı Doğan Öz ile emniyet müdürleri Doğan
Yurdakul ve Gaffar Okkan gibi devlet görevlileri de var. Onların katilleri de
“meçhul” kalanlardan.
“Kimdi
soruşturmanın başından beri ‘özel’ olarak korunan, üzerine gidilmeyen bu
şahıslar? Neden üzerlerine gidilmiyordu?”
Fethiye Çetin, kitabının 252. sayfasında
soruyor bu soruyu. Gerçekte kitap boyunca birçok kez, farklı biçimlerde
yinelenen bir soru bu. Çetin, gerçekte savcılara düşen pek çok görevi üstlenmiş
bir avukat olarak sonuçta davanın arka planını bütün açıklığıyla yazıp kitap
haline getirerek yargı mensuplarına eşine az rastlanır bir cesaret örneği sundu.
Tam tamına, insanlığın “hukuk devleti” derken dile getirdiği beklentileri
doğrulayan bir örnek. Yazdıklarının tarihsel önemdeki bir cinayet hakkında
olmasının yanı sıra, kitabın kendisi de tarihsel bir dönemeci işaretleyebilecek
nitelikte analizler içeriyor.
Benim yaşımdakiler gayet iyi hatırlar, bir
zamanlar dünya çapında bir “Lockheed yolsuzluğu” meydana gelmişti. ABD’li uçak
üreticisi Lockheed şirketi, belli başlı ülkelerin yetkililerine rüşvet vererek
uçak ihalelerini almayı başarmıştı. Skandalın patlak verdiği Japonya dahil tüm
ülkeler kendi ülkelerindeki suçluları açığa çıkarıp yargıladı, tek ülke hariç.
Bilin bakalım hangisi?
Ve şimdi “Gladyo” konusunda aynı durumdayız.
Avrupa’da kendi Gladyosunu temizlemeyen, hukukun katillerini yakalamayan tek
ülke Türkiye. Bir de Yunanistan’ın epey temizlediği, ancak şu son yakalanan
“Altın Şafak” dahil, birkaç kolunun kaldığı söyleniyor.
Neden böyle? Neden bu derin dip karanlığı
bizim buralardan temizlenemiyor?
Bu soruya bir yığın “jeopolitik” mazeretle
yanıt verenler olacağını tahmin etmek zor değil. Acaba onlar neden ortaya çıkıp
evrensel hukukun yanlışlığını, çapsızlıkları ya da mafyozik çıkarları yüzünden
failimeçhul mekanizmalarından vazgeçemeyeceklerini savunmazlar?
İnsanlığın yüzüne bakamayacakları için.
Devletin bölünmekten, komünist olmaktan,
Yunanistan’a, Kürdistan’a ya da Ermenistan’a toprak kaptırmaktan,
Hristiyanlaşmaktan vb. vb. duyduğu yüz yıllık korkular, mafyozik çetelerin
kıyıcılığı ve toplumsal sahneden hiç eksilmeyen şoven milliyetçi demagoji,
iliklerimize işlemiş militarizm, şişirilmeye muhtaç erkeklik düşkünlüğü ile
birleşince, ortam kıvamını buluyor. Bir
cezasızlık ve cılız demokrasi diyarı olup çıkıyoruz. Devreye giren açık gizli
her kademeden güvenlik, idare ve basın mensuplarına, mahkeme kapılarında
Kerinçsiz’e omuz veren Baykam’lar eşlik edebiliyor.
Kamuoyu olarak bizlerin bulanık, belli
belirsiz kalan bilgileri Fethiye Çetin’in yazdıklarıyla netleşiyor, bir araya
geliyor ve önümüze bir yol ayrımı çıkarıyor: Türkiye birinci sınıf bir hukuk
devleti olmayı başarabilecek mi, yoksa Çetin’in isabetle işaret ettiği Nazi
kökenli doktrinler uyarınca kurulmuş Gladyoları, Kontrgerillaları temizleyen
Avrupa’nın bir ucunda, Yunanistan’dan sonra gelen bir demokrasi taklitçisi
olmaya devam mı edecek? Kitabın önümüze serdiği yol ayrımı işte bu. Gerçek bir
barış ve demokrasi mücadelemiz olacaksa, bu hepimizin işidir. Ve yönelmemiz
gereken ilk eldeki hedefi, adıyla sanıyla gösteriyor Fethiye Çetin. Onun
çağrısına katılmamak elde mi?
“Evet
tarihimiz utanç dolu olaylar, hesabı sorulmamış suçlar, failleri ortaya
çıkarılıp yargılanmamış cinayetlerle dolu. Biz bu utancı geçmişten devraldık
ama gelecek kuşaklara devretmemekle sorumluyuz. İşte bu kitap, bir bakıma benim
kuşağıma da bir çağrı; utancın hesabını sorma, gelecek kuşaklara utançtan
arınmış bir gelecek sunma çağrısı...”
&
“Anadil olarak kabul”
Şerif Karataş’ın sorularına
yanıtlar[28]
Milliyet
gazetesinin, son “demokratikleşme paketi”nde yer alan “özel okullarda farklı
dil ve lehçelerde eğitim” düzenlemesiyle ilgili 18 Ekim 2013 tarihli haberinde
göze çarpan en vahim nokta, “Türkçe bütün okullarda anadil olarak kabul
edilecek” ifadesidir. Bu, bilim açısından kabul edilebilir bir ifade değil.
Yasa ya da yönetmelik yoluyla kimseye anadili tayin edilemez. Bu söz “herkes
mavi gözlü kabul edilecek” gibi bir sözden farklı değildir. “Biz kabul ederiz
olur biter” diyen tavırların ciddiye alınma şansı sıfırdır.
Bu olay çok
temel bir yanlışın büyümesi anlamına geliyor. Temel yanlış, 12 Eylül
anayasasının hâlâ yürürlükte olan 42. maddesinden kaynaklanıyor. Bu madde
“Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına
ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” diyor.
Hukukçular bu maddeyi yazarken “herkesin
anadili Türkçedir” gibi bir açık ahmaklık yapmayıp “olarak okutulamaz” gibi
kurnazca bir ifadeyle asimilasyon amacına aynı ölçüde hizmet etmişler. Şimdi
MEB, herhalde buradan cesaret alarak, ancak aynı kurnazlığı bile
gösteremeyerek, Türkçenin bütün okullarda anadil olarak kabul edileceği hükmünü
veriyor. Amaç yine asimilasyon, yine sosyal ve siyasal açıdan çok gerilere
kaçmak anlamına geliyor, üstelik bu kez tarih ve bilim önünde açık skandal
oluşturacak bir fütursuzluk sergileniyor. Kararın “Kürtçe alfabe
öğretilmeyecek, Kürtçe yalnızca lise düzeyinde verilecek” gibi diğer kısımları
da bunun ayrılmaz parçalarından ibaret.
Umarım
habere konu olan karar yalnızca teknik olanaksızlıklar nedeniyle alınmıştır ve
2014-2015 yılıyla sınırlıdır. Gerçi böyle olsa bile Türkçeyi her çocuğun
anadili kabul etmek sözü geçerlik kazanamaz. En doğrusu kararın bütünüyle
gözden geçirilmesi, ertelenmesi ve bu amaçla konuyla ilgili akademisyenlere,
Eğitimde Reform Girişimi gibi hazırlıklı uzmanlara danışılmasıdır.
[1]
16.1.2011 tarihli Radikal İki.
[2]
Bkz. Demircan, Ömer, Dünden Bugüne:
Türkiye'de Yabancı Dil, Remzi Kit., 1988.
[3]
6.2.2011 tarihli Radikal İki.
[4]
13.2.2011 tarihli Radikal İki
[5]
20.2.2011 tarihli Radikal İki.
[6]
27.2.2011 tarihli Radikal İki.
[7]
FTÖB Yönetim Kurulu’nda yer alan arkadaşlardan Raşit Kaya, bu yazının
internetteki sayfasına yaptığı okur yorumunda, benim bazı şeyleri yanlış
hatırladığımı, görüşme çağrısının Ecevit’ten değil yönetim kurulundan geldiğini
ve Ecevit’in Paris ziyareti Kıbrıs müdahalesinden önce olduğundan, o görüşmede
Kıbrıs konusunun açılmadığını yazdı. Demek Ecevit’ten yediğimiz zılgıt başka
bir muhalefetimizle ilgiliydi. Düzeltmiş olayım. –Kasım 2014
[8]
5-7 Ocak 2012 tarihli notlarım.
[9]
14 ya da 15.6.2012 tarihli Evrensel gazetesi.
[10]
16.6.2012 tarihli Gündem gazetesi.
[11]
Kızılcık dergisi, Temmuz-Ağustos 2012, No. 49.
[12]
Oysa, sözgelimi Doğan Aksan gibi büyük ve öncü sayılan dilbilimcilerin yazdığı Her Yönüyle Dil gibi
elkitaplarında kavramın bilimsel tanımı yer alıyordu.
[13]
Blog yazısı. necmiyealpay.blogspot.com
[14]
12.10.2012 tarihli Özgür Gündem gazetesi.
[15]29.10.2012
tarihli Evrensel gazetesi.
[16]
2012 açlık grevlerinin “Çözüm süreci” açısından taşıdığı anlam esas olarak
grevlerin sonlandırılma biçimiyle netleşti. Grev, Abdullah Öcalan’ın Kürt
özgürlük hareketi açısından taşıdığı belirleyici önemi tartışılmaz bir biçimde
ortaya koymuştu. – Kasım 2014.
[17]
Mayıs 2013 tarihli Evrensel Kültür dergisi, No. 257.
[18]
Mayıs 2013
tarihli Demokratik Modernite dergisi.
[19]
Kavramla ilgili internet sitesi: http://www.nefretsoylemi.org/
[20]
Bkz. elinizdeki kitapta, “Taraf olmak meselesi” başlıklı yazım.
[21]
F dergi, “Nasıl bir barış
istiyoruz?” dosyası, No. 5, Yaz 2013.
[22]
Evrensel gazetesinin 10 Eylül 2013 tarihli sorularına yanıtlar.
[23]
20 Eylül 2013 tarihli Evrensel.
[24]
Eklemem gerekir: “Dostluk” ve “özgürlük” sözcüklerinin egemen olmasından değil,
bu duygu ve anlayışın egemen olmasından söz ediyorum. –Kasım 2014
[25]
Eylül-Ekim 2013 tarihli Kızılcık dergisi.
[26]
An itibariyle bunu “HDP’ye” diye okumak gerekiyor. Dinamiğin getirileri! –Kasım
2014
[27]
13 Ekim 2013 tarihli Evrensel Pazar.
[28]
19.10.2013 tarihli Evrensel.