Barışın dili

[Mayıs 2013 tarihli Demokratik Modernite dergisi]
                              Barışın dili, duygudaş dil
   Kürt sorunuyla ilgili olarak 1990’lı yılların başlarından beri sürdürdüğümüz irili ufaklı barış hareketlerinde en çok dile getirilen özlemlerden biri, “barış dili, yeni bir dil” oldu. Boğucu bir atmosferin basıncı altında içeriğini pek açamadan yinelediğimiz bir dua gibidir bu söz. Dili birçok kapının anahtarı sayan çok eski ve sağlam bir sezgiye dayanmaktadır.
   Bu bağlamda “dil” sözcüğünden kasıt, ‘söylem’dir. Söylem, yani belirli bakış açılarını, dünya görüşlerini ve değer yargılarını gösteren söz bütünü. Egemen söylem, iktidara egemen olanların bakış açılarını, dünya görüşlerini ve değer yargılarını gösteren sözlerden oluşur ve egemen ideolojinin taşıyıcısıdır. Güçlü söylem, güçlü etkiler yaratır. Ve söylem alanı, tıpkı iktisadi ve sosyal alanlar gibi, farklı toplumsal kesimlerin mücadele alanıdır.
*
   Bizde barış dili özlemini artıran da aslında saldıran egemen söylemin bitmek bilmeyen salvoları olageldi. Bu salvolar bir cenahtan devam edip gidiyor. İşte ben bu yazıya çalışırken MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin söylediği sözler:
   “Düşmanla masaya oturanların, katillerle sözde barış ve çözüm konuşanların (...) PKK’nın stepnesi, yedeği ve kuyruğu (...) İmralı canisi” (t24.com.tr, 27.4.2013).
   Burada, barış karşıtı söylemin birkaç öğesini birden görüyoruz: Demagoji, nefret söylemi, hakaret. Şimdi biraz daha yakından bakalım.
   Ne diyor Bahçeli? “Düşmanla masaya oturanlar...” Bu söz daha önce başkaları tarafından da sarfedildi ve içerdiği mantık hatası şimdiye kadar kimbilir kaç kez sergilendi: Masaya elbette “düşman”la oturulur, amaç da düşmanlığa son vermektir. “Masaya oturmak” deyimini kullanıyorsanız, ortalıkta bir düşmanlık var demektir. Kalıcı bir barışa niyetlenen herkes, o âna kadar “düşman” dedikleriyle masaya oturur.
   Peki, Bahçeli ve diğer şoven milliyetçi siyasetçiler bunları bilmedikleri ya da düşünemedikleri için mi böyle mantıksız sözler ediyorlar? Kendileri düşünemeseler bile, bu tür sözlere verilen yanıtları da duymamış ya da danışmanlarınca uyarılmamış olabilirler mi?
   Elbette olamazlar. Kendileri düşünemeseler bile çevreleri tarafından uyarılmış olmaları beklenir. Peki buna rağmen mantıksızlık etmelerinin nasıl bir nedeni olabilir? Acaba Bahçeli “savaş devam etmelidir” mi demek istiyor? Eğer böyleyse bunu neden açıkça söylemiyor?
   Bu soruya verilebilecek yanıt, “uyandıracağı tepkilerden çekindiği için”dir. Çekinir, çünkü dünyada hiçbir halk barıştan kolay kolay vazgeçmez. Elbette normal halklardan söz ediyorum. Demagoglardan, nüfuz tüccarlarından, spekülatörlerden, savaş zenginlerinden, yırtıcı baronlardan, kana susamışlardan ya da yağma beklentisinin kışkırttığı güruhlardan değil. Oğulları askere giden halklar kolay kolay savaştan yana çıkmadığı gibi, savaşın kaçınılmazlığına ikna olmadığı sürece, hele savaşsız bir çözümün ufukta göründüğü durumlarda, halklar her zaman barışa omuz verir.
   Onun içindir ki İkinci Dünya Savaşı’nın tecrübeleri sayesinde hiçbir siyasetçiden “ben barışa karşıyım, şoven milliyetçiyim, faşistim, ırkçıyım, saldırganım, savaş yanlısıyım” gibi sözler işitmeyiz. Bunun yerine demagojiyi seçerler, bazen Bahçeli gibi mantık hatalarına düşmek pahasına.

Demagojik söylem

   Ve “sözde barış ve çözüm” diyor MHP Genel Başkanı. Demek yürürlükteki çözüm sürecini beğenmiyor. Beğenmeyen çok tabii. Hatta diyebilirim ki tüm toplumsal kesimlerin kendilerine göre eleştirileri ve kaygıları var. Ama bu kesimlerden bir bölümü barış sürecinde kendilerine göre neyin yanlış olduğunu belirttikten sonra, doğrusunun nasıl olması gerektiğini, kendisinin neyi önerdiğini belirtiyor. Peki, Bahçeli’ye göre “sözde” olmayan barış ve çözüm nedir ve nasıldır? Bunu bilen yok. Bahçeli’nin bir barış önerisi yok. Tıpkı CHP gibi, demagojiye hız veriyor. Buraya bir mim koyalım.
   Demagoji, söylem düzleminde sol gösterip sağ vurmanın, halkı aldatmanın adıdır. Demos, halk. Agogos, yöneltmek. Aslı eski Yunanca, bize Fransızcadan gelmiş. Demagog, halkın inançları ile önyargılarını bol keseden okşayan söz yığınlarının arasına bir iki gerçeklik sıkıştırarak inandırıcı olmaya çalışır ama, asıl gücünü sırtının sağlam görünmesinden ve ağzının laf yapmasından alır.
   Demagojinin ve nefret söyleminin etkin olduğu yerler kamusal alanlardır. Miting meydanları, toplantı salonları, TBMM ve bütün bunları en geniş kesimlere yansıtan medyadır demagoji ile nefret söyleminin etkin olduğu yerler, internet dahil.

Nefret söylemi

   Bahçeli, sözünün devamında da “katiller, İmralı canisi” diyor. Bunların ne kadar göreli sıfatlar olduğunu biliyoruz. Birileri de çıkıp buna benzer sıfatları Bahçeli’nin partisine ya da mensup olduğu siyasi geleneğe yöneltebilir ve böyle bir olasılığın varlığını Bahçeli gayet iyi bilir. Hatta düşmanlık söylemini tırmandırmasının bilinçdışında, kendi siyasi geleneğinin geçmişinden kaynaklanan nedenler yatıyor da olabilir. Ne de olsa o siyasi geleneğin tanımlayıcı özelliklerinden biri de silahlı silahsız insan öldürmüş olmasıdır, üstelik savaş koşulları dışında. Acaba MHP Genel Başkanı bu sıfatları başkasına yöneltirken bilinçli ya da bilinçsiz olarak kendi partisini de uyarma ihtiyacıyla mı hareket ediyor? Ne de olsa, başkaları aleyhine “katil, cani” gibi sıfatları kullanabilmeniz için, kendinizi ve partinizi katil ya da cani olmanın uzağında görebilmeniz gerekir.
   Bilinçdışı etmenler, içgörü öğeleri olarak bize kendimiz ve başkaları konusunda her tür olasılığı düşünme yetisi kazandırır.
   Ancak, bilinçdışı olasılığı bile, Bahçeli’nin ettiği nefret sözlerinin yaygın bir hınç biriktirebilecek türden olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Nefret söylemlerinin birincil etkisi, hem nefretin hedef aldığı tarafta, hem de söylem sahibinin mensup olduğu tarafta öfke yaratıp hınç biriktirmektir. Bu nedenle, “barış dili” dediğimiz söylemin bir numaralı özelliği nefret söyleminden uzak durmasıdır.
   “Nefret söylemi”nden kasıt, nefret suçlarına zemin hazırlayan ya da doğrudan suç niteliği taşıyan söylemlerdir, yoksa her nefret duygumuzun, her “senden/ondan nefret ediyorum” sözümüzün suç zemini sayılmayacağı açıktır. Öyle olsa herhalde hepimizin hayatı mahkemelerde geçerdi. Gerçi bazen hayatımızın bir bölümü yine de mahkemelerde ve cezaevlerinde geçiyor ama, başka nedenlerle! Nefret suçu meselesinde esas alınan söz ve davranışlar, “dil, din, ırk, cinsiyet, cinsel yönelim, inanç, yaş, fiziksel yapı” gibi ayrım çizgileri temeline dayalı olanlar.
   “Nefret suçu” kavramı ve terimi dünya halklarının gündemine ve evrensel hukuka son yıllarda girdi. Bizde de başta Yasemin İnceoğlu gibi bilim insanları olmak üzere belirli demokrat kesimler sayesinde bir yasa tasarısı hazırlandı ve son derece aydınlatıcı başka metinlerle birlikte internette erişimimize sunuldu. Aynı sitede şu sıralar bir de imza kampanyası var. Kampanya metni nefret suçuyla ilgili net bilgiler veriyor ve yasanın çıkarılmasını talep ederek destek imzası istiyor ( http://imza.nefretme.org/nefret-suclari-yasasi-istiyorum/ ). Metin şöyle :

“Belirli ve ortak karakteristik özellikleri bulunan birey ve gruplara veya onların mülklerine yönelik önyargılarla işlenmiş suçlara Nefret Suçu denir. Nefret Suçları dünya çapında başta etnik, ulusal ve dini kimlik, cinsiyet, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği temelli olmak üzere; sağlık durumu, zihinsel ya da fiziksel engellilik, toplumsal statü, siyasi veya felsefi görüş, eğitim durumu gibi özelliklere yönelik olarak da işlenmektedir. Bu suçlar taciz veya hakaretten, mülk ve eşyalara zarar vermeye, okul veya işyerinde zorbalıktan kundaklama ve cinayete kadar varabilmektedir.
Nefret Suçları aslen ‘mesaj’ suçlarıdır. Suçun yöneldiği bireyin ötesinde, mensup olduğu gruba toplumda istenmediği mesajı verilir. Bu suçların sonucunda mesajın yöneldiği grup üyeleri kendilerini dışlanmış ve tehdit altında hisseder, korkuya kapılır, psikolojik travmaya, hatta intihara kadar varan sonuçlar yaşayabilir.
Yakın zamanda Trabzon’da Rahip Santoro cinayeti (2006), Hrant Dink cinayeti (2007), Malatya Zirve Yayınevi katliamı (2007), Manisa Selendi’de Roman yurttaşlara linç girişimlerinin (2010) yanı sıra çeşitli il ve ilçelerde Kürt yurttaşlara yönelik linç girişimleri, HIV pozitiflerin yaşadıkları tecrit durumu ve basında çok sık yer alan LGBT cinayetleri açıkça Nefret Suçlarındandır.
Nefret Suçları, mağdur birey ve grupların toplum ile uyumunu, toplumsal adalet duygusunu zayıflatır, hukukun üstünlüğüne ve kamu kurum ve kuruluşlarına duyulan güveni zedeler. Farklı toplumsal gruplar arası nefret ve önyargıları besler. Gereğince kovuşturulmadığında yeni suçlar işleyecek olan önyargılı kişi ve grupları cesaretlendirir. Mağdur grupların ötekileşmesine ve toplumsal hayatın dışına sürüklenmesine neden olur.
Bu derece ağır ve kalıcı sonuçları olan Nefret Suçlarına karşı ABD’de, Avrupa’da ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) katılımcısı ülkelerin çoğunluğunda yapılan yasal düzenlemeler bu suçların önlenmesinde büyük önem taşımaktadır. Türkiye’de ise konuya özel herhangi bir yasal düzenleme henüz yoktur.
Toplumun bütününü tehdit eden, toplumsal dokuya onarılması güç biçimde zarar veren Nefret Suçları hakkında en kısa sürede evrensel insan hakları ölçütlerine ve uluslararası örneklere uygun yasal düzenleme yapılmalıdır.”

   Yukarıda Bahçeli’den verdiğim örnekteki sözlere “Ermeni dölü, bebek katili, dış güçlerin uşağı, terörist, teröristbaşı” gibi yıllardır siyasilerin ve medyanın dilinden düşmeyen yaygın sıfatları eklediğimizde, işin boyutları daha iyi ortaya çıkıyor. Özellikle de, karşı taraftan aynı tür bir söylemin yöneltilmediği düşünüldüğünde.
   Gerçekten de, Kürt cenahından kaynaklanan herhangi bir nefret söylemine tanık olmuyoruz. Öyle ki, belki de bu dengesizlikten bilinçdışı bir rahatsızlık duyanlar, Türkler kullandığında olağan ve resmî, hatta neredeyse kutsal bir simge sayılan “T.C.” kısaltmasını Kürtlerden duyduklarında olumsuz bir içerikle algılamayı tercih edebiliyorlar.
   Avrupalılar İkinci Dünya Savaşı ve Holokost gibi ağır vicdani yüklerini onyıllardır tartışıp bir anlayış oluşturmaya çalıştıkları halde nefret suçlarını sıfıra indirebilmiş değiller. Almanya şu sıralar Türklere karşı işlenen nefret cinayetlerini yargılamakla meşgul. Kamuoyu, şoven milliyetçilerle devletin derinlikleri arasındaki ilişkileri tartışıyor. Ama hiç değilse oralarda bizdeki gibi siyasetin ve medyanın iktidar sahnelerinden her gün nefret salvoları işitilmiyor. Öyle görünüyor ki İkinci Dünya Savaşı onları bir hayli terbiye etmiştir.
   Mesele bizim buralarda da ufak ufak bilince çıkmaya başladı. Kürt sorununun bir bölümünü oluşturan otuz yıllık savaşın sürüp gitmesinde inkârcı ve imhacı politikalar kadar, siyasetçilerin ve medyanın yukarıdaki türden nefret edebiyatlarının hatırı sayılır bir rolü olduğu konuşulmaya başlandı.
   Ama bu süreç henüz çok yeni. Yıllardır dil meselelerine dikkat çeken, nefret söylemini tersine çevirmeye çalışan yazarların anaakım medyadan bir bir uzaklaştırıldığını unutmayalım. Çok azı devam edebiliyor şu an.
   Anaakım medyanın dili esas olarak iktidara endeksli durumda. Bin bir çıkar bağı ve iktidarın elindeki, vergisinden ihalesine, teşvik tedbirlerinden sosyal fonlara kadar (ki bunlar araçların en ‘masum’ları!) bin bir baskı aracı nedeniyle, iktidarın gözünün içine bakıyor. Çözüm süreci başlayalı, tıpkı hükümet mensupları gibi medya da, belki “teröristbaşı” demiyor ama, “terör” ve “terörist” demeye devam ediyor. Oysa tıpkı “katil, cani” sıfatları gibi “terör/ist” sıfatının da göreli olduğu bilinir. Acaba iktidar bu “terörist” demagojisinden neden vazgeçemiyor?
   Bireysel söylemin en incelikli olduğu alan edebiyat ve ruhbilim ise, resmî söylemin en incelikli olduğu alan da diplomasi alanıdır. Bir silahlı mücadele mensubuna ‘gerilla’ mı, ‘isyancı’ mı, yoksa ‘terörist’ mi deneceği, o silahlı hareketin geleceği ile doğrudan doğruya bağlantılıdır. Bunu bir diplomatın yazılarından okumuştum. Bir silahlı mücadeleye uluslararası hukukun vereceği ad, karşısındaki devletin yükümlülükleri üzerinde belirleyici bir rol oynuyor imiş. Şu ünlü “direniş hakkı” meselesi.
   “Terörist” sıfatının uygun düşmediği yerde, resmiyetin imdadına “marjinal” yetişiyor. Egemen söylemde öteden beri, herhangi bir açıdan ortalamaya uymayan kimseler ‘marjinal’ sözcüğüyle nitelenir. Egemen söylemin edebiyat alanındaki temsilcileri şair Ece Ayhan için kullanmıştır örneğin bu sıfatı. Ve anaakım medya, 1 Mayıs’larda büyük kitleden ayrılan gençlere de “marjinal gruplar” der. Bu yıl aynı sıfat, ağır yaralanan Dilan Alp’i dışlamak için kullanıldı. Konuyu Tanıl Bora internetten ulaşılabilen 06.05.2013 tarihli nefis yazısında ele aldı. Şöyle bitirmiş yazısını: “İktidarın kimseyi marjinal ilan etmeye hakkı yoktur. Herkesin marjinalliğe hakkı vardır.”

   AKP yöneticileri belli ki bu süreçte MHP’ye ve şovenizm mevzilerini terk etmek istemeyen CHP’ye oy kaptırmamak için demagojiyi hep yedekte tutuyorlar. Anaakım medya da her zamanki gibi endeksli.
   Kabul etmek gerekir ki birkaç yıl öncesine kadar endeksler iki adetti, biri askerî vesayet olmak üzere. Bu ikincisi şimdilik son bulmuş görünüyor. CHP’nin barış sürecinde böylesine bocalamasının bir nedeni taşıdığı tarihsel yükse, bir nedeni de ömür boyu yaslandığı bu güçlü vasiden beklenmedik bir biçimde yoksun kalmış olmanın yarattığı boşluktur.
   Ve aynı boşluktan etkilendiği halde kendine “sol” diyen bazı kesimler, kesintisiz bir doyum ihtiyacını açığa vururcasına sürüsüne bereket “hainler, dönekler, liboşlar, sorosun çocukları, enteller” vb. içerikli nefret söylemleriyle nasyonalizme ve aydın düşmanlığına eklemleniyor. Bu kesimler demokrat olmanın zorluklarından “yurtsever, vatansever, antiemperyalist” gibi sıfatları üstlenerek uzak durmaya çalışıyor gibiler. Türkiye’yi yalnızca onların söylemlerine kulak vererek öğrenmek zorunda olan bir yabancı varsayalım. Açıktır ki o yabancı Türkiye’nin köklü bir darbecilik sorunu yaşamış olduğundan bütünüyle habersiz kalabilecektir. Bu kesimin söyleminde emperyalizm, Türkiye sınırlarının yalnızca dışında bulunan bir şeydir. Türklük konusundaki tarihsel yarılma[1] da hesaba katıldığında, bu kesimin siyasal haritadaki yeri ortaya çıkar.

   Barışla ilgili söylem sorunlarının sonu gelmez. Ancak, genel görünümü içinde son olarak da gözümüzü kendimize, yani kalıcı barış yanlılarına çevirmemiz gerekir. Bu bapta dikkat çekilecek ilk nokta, klişeler ve bıktırıcı tekrarlar olabilir. Örnek: “Dışlamak, hor görmek, ikinci plana atmak, ihmal etmek, gerekli saygıyı göstermemek” vb. yığınla yakın anlamlı fiil varken, bunların yerine durmadan “ötekileştirmek” denmesi. Bu tür bıktırıcı söylemler, meramlarına yüz seksen derece ters sonuçlar verebiliyor. Gençlerin “kafaları ütüle”niyor. Bu da söylenenin bir kulaktan girip ötekinden çıkması demek.
   İkinci bir nokta, emir kipiyle kurulmuş seslenişler olabilir. Sözgelimi, 6 Nisan 2013 tarihli “Çözüme Evet” toplantısının pankartına şöyle yazılmıştı: “Dinle, anlat, duy, konuş!” Sizde de bir atavizm izlenimi uyanmıyor mu?
   Son olarak, toptancı sıfatlara ve ince ayrımlara dikkat çekmeliyim. Örnek olarak da, yazılarını genellikle isabetli bulduğum Ayşe Günaysu’nun 2 Nisan 2013 tarihli Özgür Gündem’deki yazısını ele alacağım. Takıldığım ve önemsediğim nokta, “Müslüman” sıfatının toptancı bir içerikle, İslamcılığı da kapsayacak biçimde kullanılması. Günaysu’nun yazısından alıntılıyorum:
“Barıştan yana Türk muhaliflerin bir bölümü Abdullah Öcalan’ın Kürtlerle Türklerin bin yıllık İslam bayrağı altında birleşmesi çağrısını olumlu buldular ve Cumhuriyet’in zulme uğrattığı iki kesim olarak Kürtler ve Müslümanların barışı olarak selamladılar. Koray Çalışkan’ın Radikal gazetesindeki ‘Kürtler ve İslamcılar barış mı getirecek’ başlıklı yazısı, (http://goo.gl/SgkcB) ile Cengiz Algan’ın Marksist.org’da yayınlanan ‘Öcalan’ın balkon konuşması’ (http://goo.gl/JDjXd) bu görüşe iki örnek. Ben aslını bulamadım ama, Koray Çalışkan, Mithat Sancar’ın da, ‘Cumhuriyetin yıllarca en çok itip kaktığı iki grup, İslamcılar ve Kürtler yeni cumhuriyetin temelini atıyor’ diye yazdığını aktarıyor.
“Direnişleri Müslüman kardeşleri tarafından kanla bastırılan, mağaralarda Müslüman komutanların emrindeki Müslüman askerler tarafından çoluk çocuk gaz bombalarıyla öldürülen, sınır boylarında bir lokma ekmek için kaçağa gittiğinde Müslüman paşaların emriyle sorgusuz sualsiz kurşuna dizilen, ...”

   Günaysu “Kürtler ve Müslümanların barışı olarak selamladılar” saptaması için Koray Çalışkan’ın bir yazısını örnek gösteriyor ama, o yazıda “Müslüman” sözcüğü bir tek kez bile geçmiyor. Çalışkan, bence bağlamın da gerektirdiği gibi hep “İslamcı” diyor o yazıda. Günaysu ise bunun farkına varmayıp, sanki Koray Çalışkan “Müslüman” sözcüğünü kullanmış gibi analiz yapıyor.
   Günaysu'nun verdiği ikinci örnekte ise eleştirdiği yazar da (Cengiz Algan) tıpkı Günaysu gibi gerekli dikkati göstermemiş ve hep “Müslüman” sıfatını kullanmış. Algan’ın metni şöyle:
“Cumhuriyet'in iki ezeli 'öteki'si barışıyor: Kürtler ve Müslümanlar. Malum; diğer bütün unsurları imha, sürgün, zorla kaçırtma ve asimilasyon yoluyla hal eden cumhuriyet elitinin ideolojisi baştan beri bu iki grubu iki asıl iç düşman olarak ilan etmişti. Ama ikisinin aynı safta buluşmaması için Müslümanların Kürtleri izole etmesini de sağladı.”

   Şimdi Günaysu’dan ve Algan’dan yukarıya aldığım paragraflardaki “Müslüman” sıfatı kullanımlarına dikkat edilirse, her ikisinin de bu sıfatı “İslamcı” yerine kullandığı görülecektir. İki metin bir arada düşünülünce, söz konusu hata bazı sorulara yol açıyor: Günaysu’nun ikinci paragrafında söz ettiği “Müslüman komutanlar/paşalar”, Algan’ın “iç düşman olarak ilan” edildiğini söylediği Müslümanlara dahil mi, değil mi?! Bu mantık çıkmazından kurtulmanın söylemsel yolu, “Müslüman/İslamcı” ve buna benzer adlandırmalardaki ince ayrımlara dikkat etmektir.
   Barışın dili, her adımda duygudaşlığın dili.



[1] Bkz. Evrensel Kültür dergisinin Mayıs 2013 sayısındaki yazım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder