Barışın yükü

[1]


   Sağlık, eğitim, şehircilik, madencilik, iktisat... Bu tür belirli alanların uzmanları, devletlerin ve devlet benzerlerinin hoşuna gitmeyen verimler ortaya koyabiliyor. Uluslararası düzeyde WHO ve UNESCO, ulusal düzeyde TMMOB, Eğitim-Sen ve tabip odaları gibi meslek örgütleri bu dediğimin tipik örnekleri. Eğitim-Sen'in "anadilinde eğitim" ilkesini, UNESCO'nun da "Dil Barışı (Linguapax)" projesini benimsemesi böyle, somuta değgin uğraşlara dayalı bakış açılarıyla ilgili olgular. Bu tür uzmanlıklarda bakış açısı, toplumsal yarar ilkesine göre oluşabiliyor; çıkar ilkesine dayalı yabancılaşmaya uğramaları daha zor.
   Linguapax projesi bu yıl yirmi yaşına girdi. (Ayrıntılı bilgi için, bkz. 14.2.2003 tarihli Radikal Kitap’ta Dil Meseleleri ya da "Dilimiz, Dillerimiz" adlı kitabımda s. 213.) Bugün ne durumda bu proje peki?
   İnternetteki www.linguapax.org sitesi iyi bir gösterge. Bu sitede, dünyadaki yedi Linguapax merkezinin (resmî adıyla "delegasyon"un) adı alt alta sıralanmış. Yedi merkezden üçüne erişim var, dördü kapalı! Kapalı olanlar arasında Linguapax'ın Avrupa merkezi de bulunuyor: Avrupa, Afrika, Avrasya ve Pasifik, dil barışı projesine kapalı. Açık olanlar, Latin Amerika, Kuzey Amerika ve Asya.
   Elbette açık olmaktan olmaya da fark var. Pek fazla umut beslemeksizin Kuzey Amerika'yı tıklıyorum: "Tehlikedeki Diller Fonu" diye bir kuruluştan söz ediliyor yalnızca. Amaç, yok olma tehlikesindeki diller konusunda yapılan araştırma ve koruma çalışmalarını desteklemek, elde edilen sonuçların yayımlanmasına yardımcı olmak diye tanımlanmış. Yale Üniversitesi'nde yer alan bu "delegasyon" her yıl on iki kadar projeye kaynak sağlıyormuş. Kaynaklar üye katkılarından ibaret olmak üzere. Buradaki bilgiler, ölmeye çok yaklaşmış dillerle ilgili projelere öncelik verildiğini gösteriyor. "Kuzey Amerika"da Dil Barışı adı altında başka bilgi yok.
   En etkin görünenler, İspanyolca konuşan ülkelerdeki ve Japonya'daki delegasyonlar. Bolivya-Cochabamba'da 1-4 Ekim 2006 tarihlerinde "VII. Latin Amerika İkidilli Kültürlerarası Eğitim Kurultayı"nın yapılacağı duyuruluyor. Linguapax-Asya da önümüzdeki 7 Ekim'de Tokyo Üniversitesi'nin evsahipliğinde "Dilin Sahibi Kimdir" başlıklı 3. uluslararası sempozyumu düzenliyor.
   Yukarıdaki bilgilere bakarak, Latin Amerika ülkeleri ve Japonya barış açısından umut vaat eden toplumlar diyebilir miyiz? Herhalde en azından mim koyabiliriz bu verilere. Hiç değilse "kapalı" değiller. Dünya ölçüsünde ise, genellemenin kabalığı pahasına diyebiliriz ki şu aralar öne çıkan savaştır. Linguapax derinlere dalmış, sahnenin önünden çekilmiştir.
   Linguapax türü projeler ya Eğitim-Sen örneğindeki gibi en kısa yoldan bertaraf ediliyor ya da son çözümlemede dünya devlerine bağımlı olan UNESCO örneğindeki gibi egemen çıkarlar doğrultusunda kullanılmak üzere yedeğe alınıyor. Toplumsal yarar onlardan ancak egemen çıkarları kemirmediği ölçüde kabul görüyor.
   Doğal dillerle ilgili durum böyle.
   Barışın diline gelince. Barış Anneleri İnisiyatifi, 1 Eylül Dünya Barış Günü dolayısıyla bir çağrıda bulundu: Tüm kadınları savaşa karşı birlikte hareket etmeye ve Silopi sınırında kuracakları "Barış Çadırı"na çağırıyorlar. Askerin ölmesine de, dağdakilerin ölmesine de karşılar. Talepleri: barış, demokrasi ve eşitlik. Demokrasi sağlanırsa barışın da geleceğine inanıyorlar.
   Tam on yıl oldu: Yanılmıyorsam İnsan Hakları Derneği'nin girişimiyle Diyarbakır'a bir "Barış Treni" düzenlenmişti. Bir arkadaş, trene Diyarbakır'a yaklaşırken binip bizimle konuşan Diyarbakırlı kadınlardan bazılarının, trenle birlikte barışın da fiilen, resmen geleceğine inanmış olduklarını fark etmişti. Trenin günlerce heyecanla beklenmiş olmasında ve engellemelere karşın istasyon meydanında toplanan inanılmaz büyüklükteki kalabalıkta o inancın da payı vardı belki.
   Bu 1 Eylülde ise bana en anlamlı gelen çağrı, Barış Anneleri İnisiyatifi'nden Sultan Koyun'a ait: "Barışın yükünü hepiniz omuzlayın" diyor Sultan Koyun.
   Barışın yükü savaşınkinden daha ağır; çünkü barış, savaşın getirdiklerinin yanı sıra, savaş öncesinin yükünü de içeriyor. Önemli bir bölümü de sözlerden oluşuyor bu yükün; yoksama ve nefret sözleri kurşun ağırlığında. Savaş sürdükçe de artıyor bu yük.


&

Kürt sorunu, konuşamama sorunu[2]


Kürt sorunu, bir yönüyle de açık konuşamama sorunu.
   Bunu söylerken elbette düşmanca, saldırganca, ya da hiçbir barış perspektifi gözetmeyen söylemleri kastetmiyorum; o tür söylemlerin sahipleri için, konuşamamanın herhangi bir türü söz konusu değil. Onlar bu toplumun en zayıf yerini habire kanırtanlardır. Konuşamama sorunu genel olarak Kürtler ve onları anlamaya çalışanlar için geçerli.
   Geçen kış çeşitli televizyon kanallarının programlarında Kürt sorunu uzun uzun tartışma konusu edildi. Bu programlara az çok temsilci konumunda sayılan Kürtler ve "kanaat önderleri" de katıldı. Gelgelelim, estirilen tuhaf özgürlük havası içinde, katılımcıların konuşmalarında bir bulanıklık vardı hep. Program yöneticileri, katılımcılara tam bir özgürlük sunuyor görünümündeydi ama, tartışmaları genellikle birer sorgu seansı olarak yürütmeyi de başarıyorlardı. Konuşamayanların üzerinde ise hem bunun hem de birikmiş baskıların etkisi hissediliyordu.
   Konuşamama durumunun birikmiş baskılardan başka nedenleri de var. Bundan birkaç yıl öncesine kadar, devrimci, sosyalist ya da özgürlükçü muhalif kesimin Kürt sorununu konuşmamak gibi bir tavrı, bir tür örtülü ortak kararı vardı. Bugün de bazı kesimlerce sürdürülen bir tavır. Bilerek seçilmiş, en azından bütünüyle istemli olduğu düşünülen bir tavırdı o. Şu an sözünü etmekte olduğum açık konuşamama durumundan farklıydı.
   Sol muhalefet o tavrına son vereli epey oldu. Ama o dönemin, konuşmama döneminin, daha sonra ortaya çıkan ve hâlâ büyük ölçüde geçerli olan duruma, konuşulamamasına katkısı olduğu fikrindeyim: Söylenecekler yeterince konuşulmadıysa, yazılmadıysa, yeterince düşünülememiş demektir aynı zamanda.
   Sonuçta hüküm süren durum kısmen istemli, ama büyük bölümüyle istemdışı ve çok daha genel bir olgu. Yalnızca televizyon konuşmalarında değil, yazılarda, ortak imzalı çağrılarda, panel ve konferanslarda da geçerli.
   Ortak imzalı çağrılara genel ve soyut bir söylemin egemen olmasında, ortaklaşma ihtiyacının da payı var. Çözüm için hangi önlemlerin istendiği ortaya dökülse, ortak bir söz söyleme olanağı azalacak, herkes ben buna yokum diyecek bir madde bulacaktır. Ama taleplerin somutlaştırıl(a)mamasında, uzun sürmüş baskı ve istemli susma dönemlerinin belirleyici olup olmadığı düşünmeye değer.
   Gelgelelim, asgari müşterektir, olabildiğince geniş bir çevreyi katmaktır derken ortaya çıkan metinler birer konuşamama metni oluyor sonuçta. "Karnından konuşmak" deyimiyle de bunun kastedildiğini sanıyorum. Sonuncu örnek, 13 Eylül 2006 tarihli ortak bildiridir. Bu metinde somut, bulanık olmayan, tek bir talep ve çağrı var: "PKK silahlı eylemlere ön koşulsuz olarak derhal son vermeli." Bunun dışındaki çağrıların tümü soyut. Şöyle:
   "... askerlerimizin, gençlerimizin, çocuklarımızın öldürülmesine ... herkes için barış, herkes için adalet ... şiddetle çözülemediği görülen sorunları barışçı yollarla çözmek ... her türlü şiddet ... sorunların barışçıl ve demokratik yollardan çözümü ... Herkesin demokratik toplumsal, siyasal yaşama katılabilmesi ve toplumsal barışın sağlanması için ... devletin tüm kurumlarının da gerekli yasal düzenlemeleri ve projeleri vakit geçirmeksizin gerçekleştirmesini ..."
   Bu sözler konuşamama durumu dediğim şeyin en tipik örneklerinden. Her birinin bugünkü toplumsal ve siyasal kesimler içinde en az iki farklı yorumu bulunuyor. Şiddet dediğinizde bir kesimin aklına yalnızca PKK geliyor, bir başka kesimin aklına ise hem PKK hem devlet. "Demokratik çözüm", "gerekli yasal düzenlemeler" vb. dediğinizde bir kesim Kürt varlığının yasalarda anılmasını anlıyor, bir kesim ise Kürtlerin şimdiki gibi yaşamasını ("daha ne istiyorlar ki?"). Başka bir deyişle, ortak bir dile ait değil bu sözler. Dolayısıyla, bulanıklar.
   Bulanıklığı az çok giderecek bir anahtar olarak, Taha Parla'nın 10.9.2006 tarihli Radikal İki'de yayımlanan yazısında kurulan iki bağıntıya başvurulabilir. Taha Parla bu yazısında, "şiddet yöntemi" ile "askeri çözüm"ü, "müzakere" ile de "politik çözüm"ü bağıntılandırıyor. Yazıdan çıkan fikir, bunlardan birincisini ikincisinin önüne geçirmemek gerektiğidir; şiddet değil, müzakere.
   Demokratik Toplum Partisi (DTP) bir süredir sözünü az çok netleştirdi. İlkbahara girerken, 10 Mart tarihli bir bildiriyle, Kürt kimliğinin tanınması, "Kürtler'in yoğun olarak yaşadığı bölgelerde Kürtçenin Türkçe ile birlikte resmî dil statüsüne kavuşturulması", temsil hakkı ve siyasal af gibi belirli talepler ileri sürmüştü. Devlet bunların konuşulması yönünde adım atarsa "akan kanın durabileceği"ni söylüyor DTP. Bir yandan da PKK'ya ateşkes çağrısında bulunuyor.


&

Dilsel şiddet[3]


   Soğuk savaş döneminin dünya haberlerinde demirbaş sözcük "gerginlikler"di: Dünyada gerginliklerin azaltılması için şu yapılıyor, bu yapılıyor, nükleer silahların sınırlandırılması, konvansiyonel silahların azaltılması vb vb. Sovyetler yıkılınca dünya haberlerinde "gerginlikler"in yerini "terörizm" aldı. Terör terörü de diyebiliriz.
   Şu aralar ise en azından bizim toplumumuzda ikisi birden devrede. Gerginliğin tırmanışı "linç kültürü" nitelemesini doğuracak noktalara ulaştı, terör terörü de herkesi sindirme yolunda.
   İşin bu noktalara varmasına yol açan birikimin tek nedeni karşılıklı fiziksel şiddet değil elbette. Gerilimin yaratılıp beslenmesinde dilsel şiddetin payı büyük.
   "Dilsel şiddet"in yaygın tanımı, "uyum azaltıcı söz". Uyum azalmasının uzun erimdeki etkilerinden biri, ilişki kurmayı olanaksız kılacak gerginliklere yol açması. Dışlayıcı söylemleri de dilsel şiddet sayanlar var; özellikle sonuçları açısından.
   Bu son cümledeki görüşü kabul edecek olursak, Kürtlerin "inkâr ve imha" adını verdikleri politikaların şiddete bulaşmamış bir yanının kalmadığına dikkat edilmeli. Dışlama politikaları, devletin ve okumuşların "anadili, kültür, tarih, çiftdillilik" gibi kavramlarla ilgili söylemlerinde hâlâ sürüp gidiyor. Okumuşlarla ilgili son örnek için, kitap-lık dergisinin Ekim 2006 sayısındaki "Çiftdilli Yazarlar" dosyasına bakılabilir. "Nedenlerin oldukça özel" bulunduğu "Editör'den" başlıklı yazıyla ve çerçeve yazılarla birlikte bakıldığında, Mehmed Uzun'la ilgili yazı dosyada iyiden iyiye yama gibi kalıyor.
   Öyle görünüyor ki tıpkı diğer toplumsal sorunlar gibi dilsel şiddetin yıkıcı etkilerinden kurtulmanın yolu da bilinç yükseltme mücadelesinden geçiyor: Şiddetten arınmış bir toplum isteyen herkesin, acaba sarf ettiğim söz kastımı (amacımı, niyetimi) aşıyor mu, kimseyi haksız yere dışlıyor mu diye, dönüp kendi sözüne ve karşılaştığı söylemlere bakması.
   Dilsel şiddete başvuranlardan bir bölümü bunu verili değerler (erkeklik, vatanperverlik) çerçevesinde kendini göstermenin ya da kanıtlamanın bir yolu gibi görüyor olabilir. Bir bölümü de düpedüz gerginliklerin kopacak kadar artmasını amaçlıyordur belki. "Ruh hastası ideolojiler, köpek, şeytan" gibi nitelemelerden geçilmeyen, "yırtıcı" sıfatını olumlayan "modern vaiz"lerin dilindeki şiddet bu açıdan özellikle incelemeye değer. Ama herhalde dilsel şiddete başvuranların büyük bir bölümü ne dediklerinin gereken ölçülerde bilincinde olmayan kimselerdir.
   İnsan dediğimiz varlığın içindeki mağmayı ve sözlerimizin genellikle katışıksız bilinç ürünü olmadığını göz önüne aldığımızda bile hedeflenebilecek belirli bir bilinç düzeyi var ve çoğu toplum gibi bizim toplumumuzda da sözün/ dilin neliği konusundaki bilinçsizlik had safhada: Çoğu kişi "dil bilinci" denince ya "dilbilgisi"ni anlıyor, ya "dil bilgisi"ni, ya da Dil Bayramı gibi etkinlikler için ezberlenenleri.
   Son zamanlarda, gerginliklerin artmasıyla birlikte olumlu bir gelişme olarak dilsel şiddetten de söz edilir oldu. Gerçi kavramın farkında olmak, aynı paragraf içinde saldırgan duyguların da dile gelmesine her zaman engel olmuyor. Yine de ilk adımlar önemli. Özellikle, bir reklamdaki (üstelik "hedef kitlesi" çocuklar olan bir reklamdaki) militarist sözlere itiraz edilip sonuç alınması gibi çabalar.
   Bilimsel düzlemde de çeşitli çalışmalar var. Çukurova Üniversitesi'nden  Prof. Dr. Tahir Balcı ve Doç. Dr. Nazire Akbulut'un "Küreselleşme ve Dil" başlıklı çalışmaları gibi: "Dilsel güdüleme"den ve bunun dilsel teröre dönüşebildiğinden söz eden bir sempozyum bildirisi. Verilen örnekler arasında, "Bu memleket için kurşun atan da kurşun yiyen de kahramandır" ve "Ne yaptıysak bu memleket için yaptık" da yer alıyor.
   Mehmet Ağar son günlerde herhalde bir seçim kazası olarak tüm annelerden söz edince, Genelkurmay Başkanı tarafından "cumartesi anaları"nı dışlayan sözlerle yanıtlandı. Bu sözler üzerine derinlemesine, özellikle feminist kuram açısından düşünmek isteyenler için yeni ve vazgeçilmez bir kaynak: Meltem Ahıska'nın, "Kayıp Annelerinin Şiddete Tanıklığı" başlıklı yazısı (Amargi dergisi, Güz 2006).
   Kaçırmamakta yarar olan bir başka kaynak da, Reşat Çalışlar'ın ‘gönüllü sözel şiddet kurbanlığı’ diye adlandırılabilecek, herhalde benzersiz tabukırıcılığı: www.resatcalislar.com sitesinde "zazie"yi tıklayın.


&

Çok dikkatli olmak[4]


   Şu aralar toplumsal/ siyasal düzlemlerde dil meseleleri yine revaçta. Bu kez öne çıkan meseleler daha çok söylemle ilgili.

   "Siyasetçiler de biz de şu sıralar kullandığımız terminolojide çok dikkatli olmalıyız. Bu sıralar oy almak isteyen her politikacı her kelimesinde çok dikkatli olmalı, Başbakan dahil."

   Bu sözler, BirGün gazetesinin "'Kürt Sorunu'nda Tarihi Dönemeç" başlıklı dizisinde İnci Hekimoğlu'nun sorularını yanıtlayan emekli General Rıza Küçükoğlu'na ait (29.10.2006). Daha çok "hassasiyetler" diye anılan türden bir duyarlığı yansıtıyor.
   Öte yanda, militarizm karşıtı, ayrımcılık karşıtı, diyalog yanlısı muhalif kesimde de söylem meseleleri konusunda artan bir duyarlık gözleniyor. Muhaliflerin derdi, kamu önünde sarf edilen sözlerin barış açısından olası etkileri, çağrışımları, olumsuz ve olumlu yönleridir; amaç, çatışmacı etkilerden, giderek çatışmacı zihniyetlerden kurtulmak. 20.10.2006 tarihli Dil Meseleleri'nde değindiğim üzere, geçenlerde bir reklam, militarist niteliği nedeniyle eleştirildi ve yürürlükten kaldırılması sağlanabildi örneğin. Önümüzdeki dönemde reklamcılara, her tür basına, seçimler yaklaştığına göre devlet siyasetçilerine, kısacası kamu önünde söz söyleyen herkese, yalnızca "doğru Türkçe" ve "hassasiyetler" açısından değil, barış açısından da eleştiriler gelebilir. Barış açısından, hemen herkesin uyanmasını, ezber bozmasını gerektiren kavramlar var.
   Toplumumuzun önündeki güncel tehlikeleri dikkate alarak düşününce, terimler ve kavramlar açısından bir tür önem sıralaması bile çıkıyor ortaya. İlk sırayı, yaygın bir biçimde yanlış anlaşılan "militarizm" ve "ayrımcılık" terimleri alıyor.
   Militarizm deyince "asker" geliyor akla. Gelmesi olağan ama, militarizm "asker" demek değil, "her sorunu askerî yöntemle çözmek, askere öncelik tanımak, askerliği en yüce uğraş saymak eğilimi" demek. "Militer" (=asker) olmanın tanımı ile, militarist olmanın tanımı birbirinden farklı. Oysa toplumumuzda hâlâ, bilerek ya da bilmeyerek, her militarizm eleştirisini "asker düşmanı", "ordu düşmanı" gibi sözlerle karşılayanlar var. Kavramın üzerinde düşünmeyi istemiyor sanki bazı okumuşlar. Örneğin, bir militarizm sorgulamasına bile gerek duymadan, "asker millet" olmayı olumlayabiliyor, "asker doğmak"la övünebiliyorlar. Tarihin diğer iki büyük militarizminin (Almanya ve Japonya) deneyimleri düşünülebilir oysa.
   Önem sıralamasının başlarında yer alan "ayrımcılık" terimine kaç kez değindim, "ayrılıkçılık"la, bölücülükle karıştırıldığına kaç kez dikkat çektim bilmiyorum. Emekli General Rıza Küçükoğlu, yukarıda sözünü ettiğim röportajda bu terimi şöyle kullanıyor:

   "Yapılan yanlış şu: Kürt-Türk kardeştir. Zaten bunu diyerek siz ayrımcılık yapıyorsunuz."

   "Kürt-Türk kardeştir" demenin, yerine göre diğer yurttaşları dışlamak gibi bazı sorunlar içereceği savunulabilir. Ama sayın generalin buradaki kastı o değil: 12 Eylül anayasasına, yürürlükteki Anayasa'nın "değişmez" 64. maddesine gönderme yapıyor. Bir toplumsal kategorinin adını anmayı ayrımcılık sayıyor. Oysa ayrımcılık, toplumsal kategorilerin adını anmayı değil, anmamayı da içerecek bir biçimde, kategorilerden birine ayrıcalık tanımak anlamına geliyor.
   "Siyasallaşma" terimi de yerleşik tanımlar, hatta mantık ihlal edilerek  kullanılan önemli güncel terimlerden: "terörün siyasallaştırılması/ örgütün siyasallaştırılması" vb. Bu örneklerde sözü edilen terör ve örgüt zaten baştan beri siyasal nitelikli değil midir? Söz konusu olan, "trafik terörü"nün siyasallaşması değil ki? (Gerçi trafik bile günümüzün bazı kuramlarına göre siyasete dahildir ama, ona geniş anlamdaki siyaset diyebiliriz; burada yerleşik anlamıyla siyasetten söz ediyoruz.) "Terörün siyasallaştırılması/ örgütün siyasallaştırılması" sözlerini terimleştirmeye çalışanların bu sözlerden kastı, yanlış anlamıyorsam, teröre başvuran örgütün bundan böyle yasal yollardan siyaset yapar duruma gelmesidir. Ama bunu böylece söylemek yasal siyaset olasılığını kabul etmek anlamına gelebilir kaygısıyla, bu kez mantık dışı bir söylem oluşturuluyor.
   Liste böylece uzayıp gidiyor ne yazık ki.


&

                                    Kavşakta[5]


"Ateşkes" süreciyle birlikte Kürt sorunu farklı bir noktaya geldi. Ateşkes sürecini bir fırsat olarak gören barışseverler çeşitli çalışmalar yapıyor. Gerek bu çalışmalarda, gerekse başka plaformlarda bu süreçte kullanılan dilin önemine dikkat çekiliyor. Bu dönem açısından nasıl bir dil kullanılmalıdır? Nelere dikkat edilmelidir?"

   Kürt sorununda gerçekten de belirleyici olabilecek bir kavşaktayız. Demokratik bir toplum isteyenlerden çatışmacı yöntemlere karşı olanlarla olmayanların yollarının kesiştiği bir kavşak. Bu zemini Kürt sorununun çözüm yoluna dönüştürmenin olanakları toplumumuzun önünde duruyor. Bunun için çözümsüzleştirici eğilimlere dikkat etmek önem taşıyor.
   Çözümsüzleştirici eğilimlerin başında "şahinler", yani militarist eğilim geliyor. Bu eğilim, yapıp ettikleri açısından, kurumuş topraktaki çatlakları beton dökerek önlemeye çalışmaktan hiç farklı değil.
   Şahin dilinin değişmeyen özelliği ise kesinleyiciliktir. Kesinlik değil, kesinleyicilik. Denebilir ki bu bir tür meslek hastalığıdır, tıpkı mutfaktaki kavanozlara kadar her kavanoza etiket yapıştırmadan rahat edemeyen bazı eczacıların ya da her hastalığı kesip biçerek iyileştirmeyi düşünen kötü cerrahların durumu gibi.
   Ama bazı militaristler de var ki onların dili, hasmının ölüsüne hakaret etmeye kadar varan, korkunç ve kötü kokulu tonlara bürünüyor.
   Düşünülürse, yalnızca kestirip atan, hakaret etmeyen bir dil, sonuçta bir düşünceyi dile getiriyor olabilir; bu açıdan, hakaret dilinden farklıdır. İçeriğine katılmasanız da, militarist de bulsanız, üzerinde düşünülüp tartışılacak söylemlere dahildir bunlar. Sözgelimi, ya öl ya teslim ol, böyle bir sözdür. İki askerî seçenekten başka bir seçeneğe yer bırakmadığı için militaristtir bu söz. Zerrelerine kadar şiddet içermektedir. Ancak, hakaret içermemektedir.
   Hakaret sözleri yalnızca ve yalnızca nefret yaratır. Nerelere kadar uzanacağı, hangi birikmiş hınçları harekete geçireceği hiç belli olmayan bir nefret.
   Hakaretlere örnek vermeyeceğim. Şu an aklımdan geçiyor elbette o sözler. Ama onları yinelemeyeceğim. Öyle sözleri, kınamak, "böyle denmesin" diye önermek için bile olsa yinelememek gerekir.
   Nefret sözleri konusunda bilinçli olmak, toplumsal (ve kişisel) yaşamın en derin temelleriyle ilgili. Dolayısıyla, zaman içinde uluslararası bir sözleşmeye de konu olmuş bir sorun. 23 Mart 1976 tarihinde yürürlüğe girmiş olan "Uluslararası Kişi Hakları ve Siyasal Haklar Sözleşmesi"nin, konumuzu ilgilendiren 20. maddesi şöyle:
   "1. Her türlü savaş propagandası yasayla yasaklanır.
    2. Ayrımcılığı, düşmanlığı ya da şiddeti kışkırtıcı nitelikteki her tür ulusal, ırksal ya da dinsel nefret savunuculuğu yasayla yasaklanır."
   Türkiye herhalde bu sözleşmeyi imzalamıştır. Ama buradaki "nefret" öğesi konusunda yaygın bir bilinçten söz edemeyiz. O kadar ki, bazı çevirilerde "nefret" sözcüğü atlanmış, yerine yalnızca "karşıtlık" denmiş. Oysa bu sözcük belirleyici önemde. Savcılar bu sözleşmenin farkına varıp ciddiye alacak olsalar, ki eğer toplumun temellerini önemsiyorlarsa almaları gerekir, kendilerine nasıl görevler düştüğünü fark edeceklerdir.
   Nefret söylemleri konusu elbette yalnızca hukuk açısından değil, gündelik kamusal söylem açısından, uzun erimde ilkeli ve rızaya dayalı bir toplum olmak açısından, yurttaşların birbirine duyarlı ve sezgili olması açısından da belirleyici önemde.
   Böyle bir dönemeçte herkesin kamu önünde, hatta kendi kendine söylediği sözlerin "yan etkileri"ne dikkat etmesi, kendini muhataplarının yerine koyma çabasına girişmesi gerekir. Ünlü sözdür: Çıktığın kapıyı çarparak çıkma, geri dönmen gerekebilir. Ülke, bölge, hatta dünya olarak "hepimiz aynı gemide" olduğumuza göre, yeniden aynı kapılardan geçmek zorunda kalma olasılığı yüksektir. Dolayısıyla, gitgide daha fazla dil bilincine ihtiyaç var; en azından enerji bilincine olan ihtiyaç kadar.


&

Kürt sorunu, kim konuşacak sorunu[6]


Radikal İki'de bundan önce yayımlanan yazımın başlığı, "Kürt sorunu,konuşamama sorunu"ydu. Aradan geçen üç aya yakın sürede PKK'nın "ateşkes" adını verdiği kararıyla birlikte çözüm arayışları çoğaldı, sorun da kim konuşacak sorununa dönüştü.
   "Ateşkes" teriminin yersizliği tartışması bir yana, silahlı eyleme son verilmiş olması demokratik çözüm isteyenler için bir araya gelmenin asgari koşullarını yaratmış oldu. Sonradan "Mayıs ayına kadar" diye tarih verilmesi bu olumlu havayı fazlasıyla tatsız bir tehdit öğesiyle bulandırdıysa da, bunu zorluyor olabilecek psikolojik etmenleri göz önünde tutmakta yarar olabilir.
   Her durumda, Kürt sorununda demokratik, barışçı, diyaloğa dayalı bir çözüm isteyenlerin yollarının kesiştiği bir kavşaktayız. Bu kavşakta aklın yolunu birleştirmek olanaklı görünüyor. Akıllar pazara çıkmış, herkes kendininkini almış der eskiler ama, umalım ki bu kez herkes yine öyle yapmasın.
Benim görebildiğim başlıca akıllar şunlar:
   I) Bir gruba göre, savaşı kimler verdiyse, silah kullanan taraflar hangileriyse, konuşması gerekenler de onlardır. Diğerlerine düşen, masaya oturulup konuşulsun diye baskı grubu oluşturmaktan ibarettir.
Bu mantık, farklı toplumları temsil eden iki silahlı gücün varlığına dayalı. Unutulan nokta ise, Kürt sorununda söz konusu olanın iki devlet ile onların orduları arasındaki bir savaş ve o savaşın sonunda yapılacak barış görüşmeleri olmadığı. Ortalıkta bir savaş var ama, iki ayrı toplum yok. Toplum olmaya çalışmış ve bunu gereğince başaramamış, geniş anlamdaki bir toplum var. İç içe ve yan yana yaşayan topluluklar da diyebiliriz. Ve büyük bir çoğunluk, gelecekte daha iyi bir topluma dönüşme arzusunu dile getiriyor. Dolayısıyla, sorun yalnızca silaha başvurmuş olanları ilgilendirmiyor. Onlar dahil, son bireyine kadar, toplum olmak isteyen herkesi ilgilendiriyor. Sorun, Kürtlerin toplum dokusunda Kürt olarak yer almasını biçimlendirme sorunu.
   II) İkinci bir gruba, daha doğrusu yüksek askerî yetkililere göre, PKK'lıların teslim olması ya da son ferdine kadar etkisiz duruma getirilmesi dışında çözüm yoktur.
  Bu ürkütücü fikrin tek su götürür yanı, "genel af"fın olanaksızlığı çerçevesinde dile getirilmiş olması. "Çözüm yok"tan kasıt, "genel af"fın kabul edilemeyeceğidir. Burada "genel af" terimi ve vurgusuyla ilgili bir soruna işaret etmek gerekiyor. "Genel af" terimi yaygın bir yanlış olarak, herkesin ve tüm suçların af kapsamında olması biçiminde anlaşılıyor. Oysa terimin hukuktaki tanımı böyle değil. Buradaki "genel"den kasıt, suçun sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırılmasıdır. Başka bir deyişle, hukuk disiplininin "genel af"tan anladığı, belirli cezaların hem hapsetme bölümünü hem de sabıkalılık, kamu hizmetlerinden men gibi hukuki sonuçlarını ortadan kaldıran aflardır. Kısmi afta ise cezanın yalnızca fiili (hapsedilme) bölümü ortadan kalkıyor. Hapiste yatmıyorsunuz ama, sabıkanız sabıka olarak kalıyor, kamu hizmetlerinden men edilmişseniz, bu men kararı da yürürlükte oluyor vb. Kısacası, genel afların da, kısmi afların da kapsamı değişebiliyor, belirli suçları kapsayıp diğerlerini kapsam dışı bırakabiliyor. Sözün kısası, Kürt sorunu ile ilgili olarak çok kullanılacağı besbelli olan "af" ve "genel af" terimleri arasındaki farka dikkat edilmesinde, terimin bilerek kullanılmasında yarar var.
   III) Benim de aralarında bulunduğum üçüncü bir grup ise, herkesin konuşmasından yana ve Kürt sorunu diye bir sorun yokmuş gibi davrananları eleştiriyor. Bu grup, tahmin edilebileceği üzere, henüz ortak bir ses çıkarabilmiş değil.

   Ne yapmalı?
   Görebildiğim eğilimleri kabaca sıraladıktan sonra, kişisel olarak şu uğraktaki "ne yapmalı" sorusuna verdiğim yanıtları açıklamak gereğini duyuyorum:
- Siyasal sorunları silah ve şiddet yoluyla çözmek yönündeki tüm girişimlere son verilmelidir. "Silahlı çözüm" diye bir çözüm yoktur. Bir yandan, başta devlet tarafından olmak üzere örgüt ve yurttaşlar tarafından geçmişte, bugüne kadar yapılan hataların adı konulup özür dilenmeli, bir taraftan da geleceği kandan ve acıdan arındırmak için barışın inşasına başlanmalı, bu çerçevede bir af çıkarılmalıdır.
- Tüm hoşnutsuzluk ve sorunların tek çözüm yolu konuşma ve anlaşma olmalıdır. Bunun için, dolaysız şiddet çağrısı ve hakaret içermeyen hiçbir söz kısıtlanmamalı, ifade özgürlüğü eksiksiz olmalıdır.
Hiçbir ulusal, etnik ya da ırksal varlık aşağılanamaz. Bu nedenle, "Türklüğü aşağılamayı" yasaklayıp diğer ulusal adların aşağılanmasından söz etmeyen 301. madde, ırkçı bir maddedir; derhal
kaldırılmalıdır.
- Nefret ve hakaret içeren sözlerden kaçınılmalı, böyle sözlerin sahiplerine dikkat edilmelidir.
- Kürt varlığı ile diğer dilsel ve kültürel varlıklar, toplumumuzun hukuki, siyasal, kültürel ve eğitsel tüm kamu yaşamına dahil edilmeli, yasalarda ve tarih ile edebiyat başta olmak üzere tüm ders kitaplarında yer bulmalıdır.
- Hiç kimse anadilini kullandığı için kovuşturmaya uğramamalı, yaşayan anadillerinin korunup geliştirilmesi için gerekenler yapılmalı, "artırıcı çokdillilik" temeline dayalı eğitim derhal gündeme alınmalı, konuyla ilgili bilimsel çalışmalar için eğitimcilere çağrı yapılıp olanak sağlanmalıdır.
- Yurttaşlarımızın dilsel ve kültürel varlıklarına haksızlık edildiği duygusuna kapılması mutlaka önlenmeli, taleplerine kulak verilmelidir. Öyle ki hiç kimse kendi kültürünü kamusal yaşamdan dışlanmış hissetmesin. 


&

Irkçılığın barınağı[7]


   26.11.2004 tarihli Dil Meseleleri'nin başlığı, "Dildeki ırkçılık ve ayrımcılık"tı. Türkçedeki ırkçı sözlerden örnekler veriyordum orada: "Ne Arabın yüzü ne Şam'ın şekeri; Çingene çalar Kürt oynar; alavere dalavere Kürt Memet nöbete; Ermeni dölü; sütü bozuk..."
   Hrant Dink cinayeti, bir tabancadan çok, bu tür deyimlerle, 301. maddeyle, tektipçi politikalarla biriktirilen duyguların patlamasıydı. Bu cinayetin hazırlayıcıları arasında "Ermeni dölü" küfürü de var, Hrant Dink'e 301. madde uyarınca 'Türklüğü aşağıladı' bahanesiyle parmak doğrultulması da.
   Tektipçi nefret, ırkçı nefret, çöp dağları gibi. Hem biriktirilip hem bastırılınca, en zayıf yerinden patlak veriyor. Patlak vermesi için, birilerinin o yere bir kibrit çakması yetiyor.
   301. maddenin ırkçı bir madde olduğu fark edilmiyor olabilir mi? Her 301. madde diyen, adı her nedense "solcu"ya çıkmış olan "ana muhalefet" partisinin de, iktidar partisinin de, tüm ilgililerin de imzasını taşıyan bir ırkçılıktan söz etmiş oluyor.
   Daha kaç kez yinelemek gerekecek bilmiyorum: Türklüğü aşağılamayı yasaklayıp diğer ulusal adların aşağılanmasından söz etmemek, ırkçılıktır. 301. maddede ısrar etmek, ırkçılığın apaçık bir biçimidir. Her tür ulusal varlığı kapsayan, her tür ırkçılığı yasaklayan bir madde yerine bu maddede ısrar eden herkes ırkçılık suçundan yargılanabilir.
   İkinci Dünya Savaşı'ndan beri kimse ırkçıyım demiyor artık. Irkçılık yok mu oldu peki? Kimse kendi ırkının üstünlüğü ya da başka bir ırkın "aşağı"lığı savında değil mi artık? Böyle savlar yok olmadıysa, başka bir etiketle bir yerlerde gizleniyor olmaları gerekir. Hangi etikettir bu? Irkçılık kendine hangi ideolojik sıfatı mesken seçmektedir?
   Naziler, "national sozialist" kavramında barınıyorlardı. Türkçesi: Millî sosyalist ya da ulusal toplumcu. Başlangıçta bulanıktı bu kavram; ne de olsa, o sıralar kitlelerin gözdesi olan bir yanı vardı. Aynı kavram daha sonra "nazizm" biçiminde terimleşerek tarihin en tipik ırkçılık olgularından birinin adı oldu. Herhangi bir bulanıklığı da kalmadı.
   Bugünkü ırkçılık ise, en azından bizim ülkemizde bulanıklığını hâlâ sürdürmekte olan "milliyetçilik" kavramında barınıyor. (Bu bulanıklığı çok iyi anlatan incelemeler olarak, Tanıl Bora'nın gerek Kemal Can ile birlikte, gerekse bir başına yazdığı, İletişim Yayınları'ndan çıkan kitaplarını ve Birikim dergisinin ilgili sayılarını anmalıyım.)
   Milliyetçilik kavramı antiemperyalizmle birleşsin diye habire zorlanıyor. "MHP milliyetçiliği/ Atatürk milliyetçiliği/ antiemperyalist milliyetçilik" gibi sınıflandırmalara başvuruluyor. Gelgelelim, bütün bu ayrımların ortadan kaldıramadığı ortak içerik, tekçi Türklük politikasıdır. Son derece içselleştirilmiştir bu içerik; ırkçı bir duygu ve düşünce olduğu bilgisinin bilinç düzeyinde yerini almasını zorlaştıracak ölçüde içselleştirilmiştir. "Ulusal bilinç yoksunluğu" gibi yakınmalarda hep yeniden üretilen bir bulanıklıktır.
   Toplumcular toplumu unuttu. Mutlakçı ve tekçi kavramların, ikili karşıtlıkların sultasındayız. AB mi? Ya emperyalisttir, ya dünyanın en gelişmiş demokrasisi. Belirli bir tarihsel uğrakta bu ikisinin birden geçerli olabileceği, AB'nin bir mücadele alanı olduğu fikri pek az yankı buluyor.
   Türk kavmini diğer kavimler arasında, onlarla eşit ve kardeş bir kavim gibi düşünmek fikri fazlasıyla susturulmuş bir fikir. "Yaşasın halkların kardeşliği!", "Susma, haykır, halklar kardeştir!" gibi sloganlarda beliriyor yalnızca.
   Bu haftaki Dil Meseleleri bir devam yazısı olacaktı ama, Dink cinayeti, bazı kavramlar üstüne epeydir söylemek istediklerimi şimdi söylememi kaçınılmaz kıldı.
   Geçen haftaki yazının bir yerinde, bizim toplumumuzda her şeyi bire bir anlama huyunun yaygınlığından, ironinin tehlikelerinden dem vurmuştum. O gün, kullandığı bir mecazdan hüküm giydirilmiş olan Hrant Dink öldürüldü.
   Dünyada şu boz bulanık "milliyetçilik" kavramını olumlayıcı tonda kullanmaktan vazgeçmeye başlayan toplumlara rastlanıyor. Buralarda ise, ayıklayın milliyetçiliğin taşını. Ayıklayabilirseniz.


&

Kürt sorunu, ne sorunu?[8]


17.2.2007 Cumartesi günü İstanbul'da bir Mehmed Uzun Konferansı yapıldı. Bütünüyle Uzun'un yaşamına ve yapıtlarına odaklanan bir konferanstı. Şu aralar ağır bir hastalıkla uğraşmakta olan Mehmed Uzun, dünya edebiyatı açısından taşıdığı önemden öte, yaşamı ve tavrı ile Kürt sorunu açısından bir turnusol kâğıdı gibi. Özellikle Uzun'un konferans bitiminde yaptığı konuşmayı dinlerken, bu konu zihnimde biraz daha netleşti: Kürt sorunu en temelde gerçekten de bir terör sorunu. Ne var ki, genellikle kastedildiği gibi PKK'ninkinden ibaret değil bu terör, çok daha öncesi var: Zora dayalı asimilasyon politikasıyla başlamış olanı.
  Kürtçe konuşmak, bugün hâlâ soruşturma ve ceza konusu olabiliyor. Tam da bu yazıyı biçimlendirmeye çalışırken Hak ve Özgürlükler Partisi Genel Başkanı Sertaç Bucak'tan aldığım bir mektupta, Ankara 3. Asliye Ceza Mahkemesi tarafından 14.2.2007 tarihinde Hak ve Özgürlükler Partisi'ne verilen Kürtçe cezasından söz ediliyor. Bucak'ın bildirdiğine göre, partisinin 4.1.2004 tarihinde Ankara'da yapılan kongresinde Kürtçe konuşulduğu ve devlet protokolüne Kürtçe davetiye gönderildiği için 13 eski yöneticisine ve Kongre Divanı üyelerine 1 yıl ile 6 ay arasında değişen hapis cezaları verilmiştir. Üstelik, iddianamede, yapılan konuşmaların "kin duygusu yayan, şiddeti öven ya da isyana teşvik teşkil edecek ibarelerin bulunmadığı tespit edilmiştir" denmesine karşın!
   Benzer soruşturmaların Diyarbakır belediye başkanları ve daha başkaları için de açılmış olduğu herhalde hatırlardadır.
   Bu uygulamalar, zora dayalı asimilasyon politikasının esas olarak sürdürülmek istendiğini gösteriyor. Mehmed Uzun'un ve Türkiye egemen çevrelerinde adı pek az edilen diğer modern Kürt yazarlarının deneyimleri de bunu gösteriyor: Dilin en yüksek taşıyıcısı olan edebiyat da "terörle mücadele" adını taşıyan terör rejimiyle karşı karşıya.
   Bu son cümleden kastım ve aslında bu yazıdan muradım şu: Mehmed Uzun gibi Kürt dilinin ve kültürünün bir yaşatıcısı ve yaratıcısıysanız, şiddet ve terör yöntemlerine her zaman karşı çıkmış ve dolaysız politikadan her zaman uzak kalmayı seçmiş olmak sizi baskı ve teröre maruz kalmaktan kurtarmıyor.
   Bunun galiba en somut kanıtı, yazı dili olarak Kürtçeyi seçmek isteyen aydınların cumhuriyet tarihi boyunca bu ülkede barındırılmamış olmalarıdır. Son dönemlerde bu durum biraz değişiyor gibiyken, 13-14 Ocak 2007'de Ankara'da yapılan "Türkiye Barışını Arıyor" konferansı sırasında aynı politikanın bir örneğini daha gördük: Ankara Emniyeti, konferans konuşmacılarından ikisinin konuşmalarını kaydedeceğini bildirmişti, biri Mehmed Uzun olmak üzere. Sonradan, düzenleme komitesinin itirazlarına rağmen yalnızca iki konuşmacı değil, bütün toplantı kaydedilmiş, o başka. Oysa yeni mevzuat, yanılmıyorsam, Emniyet'e böyle bir yetki vermiyor. Kamuya açık, bütün televizyonların çekim yaptığı bir toplantıyı ayrıca kaydetmekteki ısrar doğallıkla hem komik, hem de her zamanki gibi, gözdağı olarak algılanıyor.
   Mehmed Uzun'un zaten doktorlarından Diyarbakır'dan kalkıp Ankara'ya gelme izni alıp alamayacağı kuşkuluydu, nitekim alamadı, konuşmasını yazılı olarak gönderdi.
   Burada asıl dikkat çekmek istediğim nokta, Mehmed Uzun'un, üstelik de ağır hasta olduğu bir dönemde, resmî tepkiye herkesten çok maruz kalmasıdır. Öncesini de unutmayalım: Hastalığından önce, ortalıkta Uzun dahil 250 Kürt aydınından oluşan bir kara liste ile bu aydınların PKK'nin hedefinde olduğu söylentisi dolaşmıştı. Uzun, yıllardır kaldığı sürgünden dönüp İstanbul'a yerleşmeyi planlarken gazetelerde manşet olan bu haberler üzerine İsveç'e geri dönmek zorunda kaldı. Hemen ardından, Gündem gazetesi, söylentilerin PKK tarafından yalanlandığını yazdı. Uzun bundan bir süre sonra hastalandı ve İsveç doktorları kendisine çok az ömrün kaldı deyince, hastalıkla Diyarbakır'da uğraşmak (ve bence, tehditler karşısında bağrı açık durmak) üzere geldi ve Diyarbakır halkının sevgilisi oldu. O arada onu hedef ilan etmek biçimindeki terör edimi de faili meçhullere karışmış durumda.
   Yineliyorum: Söz konusu olan, bir edebiyatçıdır. Büyük bir romancı ve Kürt edebiyatının en önemli tarihçilerinden. Her türlü şiddete karşı olduğunu defalarca yazdı ve söyledi, yıllardır doğrudan siyasal eylemden uzak duruyor.
   Kürt sorunundaki resmî söylemin elinde iki damgası var: "terörist" ve "bölücü". Devletin kırmızı çizgileri, laik, demokratik, sosyal ve üniter olmak biçiminde sıralanıyor. Toplumumuzun vazgeçilmez referansı Genelkurmay Başkanı da en son ABD'de yine böyle dedi.
   Peki ya Kürt kültürü? Kürt dili ve edebiyatı? Resmî ya da gayriresmî, yerleşik söylemin hiçbir köşesinde böyle bir konu, böyle bir kaygı yer almıyor. Kürt kültürü, terörizm ve bölücülük suçlamaları dışında herhangi bir ilgiye mazhar olmuyor. Bütün bir kültürel varlığın karşılığı şu göstermelik TV programları olabilir mi?
   Asimilasyon politikasının başlıca gerekçesi hâlâ "Ne mutlu Türküm diyene" formülü. "Türküm" demek, Kürt olma özgürlüğünü sağladı mı peki cumhuriyet boyunca? Yurttaşların Kürt olma ihtiyacını karşılayıp Kürt kültürünü koruyabildi mi?
   Ne koruyabildi, ne de yok edebildi. Hep dendiği üzere, bastırılmış olan geri dönüyor. İnsanların böyle özgürlüklere ihtiyacı var. Yunanistan ve Bulgaristan Türklerinin Türk olmaya ne kadar ihtiyacı varsa, Türkiye Kürtlerinin de Kürt olmaya o kadar ihtiyacı var. Merak ediyorum, Yunanistan ve Bulgaristan Türkleri bu iki ülkeyi bölmek istedikleri için mi Türktürler? Dillerini ve kültürlerini koruyup geliştirme hakları onun için mi savunulmalı?
   Türkiye Kürtlerinin bazılarında bölünme eğilimlerinin olması, dillerini ve kültürlerini koruyup geliştirme haklarını ortadan kaldırmaz. Tersine, dillerinin ve kültürlerinin hep yok sayılmış olması bölünme eğilimlerine zemin hazırlar. Kişisel olarak, emperyalizmin Türkiye'yi bölmek isteyebileceğinden hiç kuşku duymuyorum. Emperyalizm bölücüdür. Ama ona bu olanağı sağlayanın zora dayalı asimilasyon politikası olduğundan da kuşkum yok. Zora dayalı asimilasyonun kendisi emperyaldir.
   Her durumda, Kürtler, dillerine, kültürlerine ve Mehmed Uzunlarına dört elle sarılmış durumdalar. Biz ölümlüler bunu ancak saygı ve sevgiyle karşılayabiliriz. Devletin sözünü ettiği irtica ve bölücülük tehlikesine gelince, bizim açımızdan bakıldığında bunlara en az bir tehlike daha eklemek gerekiyor: Savaş ve militarizm tehlikesi. Militaristler, tıpkı her hastalığı ameliyatla iyileştirmeyi arzu eden cerrahlar gibiler. Söylemleri ise toplumsal yarara değil, "ulusal çıkar"a dayanıyor.
   Bu "çıkar" kavramı, bireyler için kullandığımız "çıkarcı" sıfatının çok iyi gösterdiği tehlikeleri içeriyor. Bush ve ona payanda olan korkunç büyüklükteki çıkarların sahipleri "ulusal çıkar"cıdırlar: "Ne pahasına olursa olsun ulusal çıkar"cılar. Bu pahayı her gün ibretle izliyoruz. Biz dünya halkları Bush'un dilindeki "interest" sözcüğünü kendi dilimize "ilgi ve yarar" diye çevirmeliyiz. Bizim gözettiğimiz nokta her zaman ulusal ve evrensel yararlar olmalı. Ulusal, "ülke düzeyinde" anlamına gelmek üzere.
  PKK epeydir üniter devleti benimsediğini ilan edip duruyor. İzleyebildiğim kadarıyla devletin kırmızı çizgilerine aykırı bir talep ileri sürmüyor. PKK şu an, tarihinde terör ve ayrılıkçılık olan, bugün ise eğer talepleri gerçekleşmezse yine terör ve ayrılıkçılık politikalarına dönme tehdidinde bulunan bir örgüt konumunda. Devlet ise, üniter yapıda anayasal tanınma diye özetleyebileceğimiz şu anki taleplerden, "aşama aşama bölünme planının bir parçası" kuşkusuyla uzak duruyor; bugün bunu tanırsak yarın federasyon, öbür gün de bağımsızlık isterler ve her seferinde aynı tehdide başvururlar tezini savunuyor. Ama bu, bir niyet okuma olarak yorumlanmaya elverişli, görünürdeki kısır döngüyü pekiştiren bir tez.
   İçerisinde bütün kültürlerle birlikte Kürt kültürünün özgürce var olup gelişebileceği bir demokrasiye ulaşmak. 324 imzalı bildirgenin ve Ankara'da yapılan "Türkiye Barışını Arıyor" konferansının iradesi bu yönde. Kürt olsun olmasın aklı başında her yurttaşın istemi de herhalde bu yöndedir. Silah tutan elleri çok başka planlar yönetmiyorsa, gerçekleştirilebilir bir hedeftir bu. Tarık Ziya Ekinci'nin dediği gibi, "tek bir damla kan daha dökülmesin istiyoruz".
   Bazen, hatta sık sık, bütün bunlar için çok mu geç kaldık sorusu zihnimde güç kazanıyor. Tanıdığım Kürtler bu soruya hayır yanıtını veriyorlar: Hayır, hiç de geç değil. Güç, ama hâlâ geç değil.


&

                                    Bazı tutmazlıklar ve tutarlıklar[9]


   Gündem gazetesi bu sefer art arda, "olası benzerleri"ni de kapsayan bir biçimde yasaklandı. Welat gazetesi de yasaklandı. Kürtçe bilmediğim için Welat gazetesini izleyebilmiş değilim, ancak genel bir çizgi olarak Gündem için söyleyeceklerimin, Welat için de söylenebileceğini sanıyorum.
   Bu konuyla ilgili olarak dikkat çeken, birbiriyle ilintili iki ana nokta var: 1) Yasaklamalar karşısında basın camiasının tepkisizliği; 2) Kapatmaların hangi topludurumda (konjonktürde) yer aldığı.
   Kapatma ve toplatmaların ertesinde Gündem yöneticileri Cağaloğlu'ndaki Gazeteciler Cemiyeti Lokali'nde bir basın toplantısı düzenlemişlerdi. Durumdan habersiz biri salondan başını uzatsa, yanlışlıkla basına kapalı bir toplantıya geldiğini sanabilirdi; katılımcı TV ve gazete sayısı açısından o derece tenhaydı o "basın" toplantısı. Bir gazete yasaklanıyor ama, ülkede yayımlanmakta olan diğer gazeteler ile gazeteciler kıyameti koparmıyor. Neden?
   Olası yanıtlardan biri, "andıçlanma" korkusudur elbette. Yıllar önceki ilk andıçtan bu yana bu tür durumlarda akla gelen ilk neden bu oluyor.
   Belki bu birincil nedenin etkisiyledir, bir başka neden de, ülkemiz demokratlarının düşünce özgürlüğüyle ilgili ufkunun darlığı, özgürlüğü içeriğe bağlı olarak savunması olabilir: Herkesin yalnızca kendine Müslüman olması, içeriğinden rahatsız olunan yayınların özgürlüğüyle ilgilenilmemesi.
   Benim bildiğim, yayın yasakları, günümüz "dünya" standartlarına göre doğrudan doğruya düşünce özgürlüğünün sınırlanması anlamına gelmektedir. Hakaret, ırkçılık ya da savaş kışkırtıcılığı içeren yazılar yayımlandığında bile, bunun yaptırımı, gazetenin toptan yasaklanması değildir.
   Son yasaklarla ilgili olarak dikkat çeken ikinci ana nokta ise, Gündem ve Welat gibi Kürt sorununda yeri olan yayın organlarının, tam da kamuoyunun geniş kesimlerinden gelen demokrasi ve barış çağrılarını duyurdukları bir dönemde kapatılmış olmasıdır.
   İlk bakışta burada tuhaf bir tutmazlık var gibi görünüyor. Hem "terörle mücadele"yi öne çıkarıyorsunuz, hem de barış ve demokrasi çağrılarını duymak ya da görmek istemiyorsunuz.
   Ne var ki, gazete yasaklarıyla eşzamanlı olgular, "gidişat"ın barış, yani diyalog ve çözüm yönünde olmasını değil, baskı ve imha yönünde olmasını isteyenlerin ağır bastığını gösteriyor. Eşzamanlı dediğim başlıca olgular şunlar:
- Demokrasi ve barış konusunda her zamankinden çok daha geniş kesimlerin katıldığı çağrılara rağmen, devletin, dolayısıyla egemen medyanın Kürt sorunundaki söyleminde temel bir değişiklik gözlenmemesi; yarını düşünmeyen, düşmanca bir dilin sürüp gitmesi.
- Kürtlüğün bütün bir kültürel varlık olarak değil, yalnızca bir köken ve folklor öğesi düzeyinde algılanmak istenmesi.
- Kürt varlığının kamuda yankı bulmasının hâlâ mutlak bir biçimde reddedilmesi, kültürel, saygı, sevgi, ilgi ve eşitliğin söz konusu bile edilmemesi.
- Faili meçhul cinayet ve tehditlerin faillerini meçhul bırakma politikasına devam edilmesi. 301. madde aracılığıyla açılan düşmanlaştırma yolunda devam edilmesi. Hrant Dink'in ardından, son örnekleri Orhan Pamuk ve Ferhat Tunç olmak üzere çeşitli aydınlara yönelik tehditlerin üstüne gidilmemesi.
- "Sayın" gibi standart bir adlandırma bahane edilerek çok sayıda DTP'linin, haklarında soruşturma açılmasından da öte, gözaltına alınması.
   Liste uzatılabilir ama esası şudur: Diyalog ve karşılıklı ikna yöntemleri yerine, baskı ve dayatma yöntemleri seçilmektedir.
   Ne zaman bir ülkede bu anlayış egemen oluyorsa, o ülkede karar verici mekanizmaların çapı, sorunları çözmeye yetmiyor demektir; sorunlar karar vericilerin çapını fazlasıyla aşmaktadır.
   Bu ise, ne yazık ki, önümüzdeki zamanlarda bizi daha beter baskı ve dayatmaların beklediği anlamına geliyor. Dolayısıyla, hiç değilse Voltaire ölçüsünde demokrat olunup "fikirlerine katılmıyorum ama, onları savunabilmen için gerekeni yapmaya hazırım" demenin her zamankinden daha çok zamanıdır. Evrensel gazetesi başta olmak üzere demokratik basının çabası umut vericidir. Gündem ve Welat özgür olmalıdır.


&

Siyasal söylem sorunları[10]

...................
*
Son zamanların siyasal söylem sorunlarından biri de, "Akan kanın durması için" diye başlayan ve daha çok DTP yöneticilerinden gelen açıklamalarda yatıyor. "Akan kanın durması için" sözünde bir sorun var: Kan, akıyor mu yoksa akıtılıyor mu? Gerçeğin tam olarak söylenmediği yerde barışın inşa edilemeyeceği doğruysa, bu sözün üzerinde durmak gerekiyor.
   Neden böyle söyleniyor acaba bu söz? Gerçeklik dile getirilecek olsa, "Akıtılan kanın durdurulması için" demek gerekmez mi? Daha da doğrusu, "Kan akıtılmaması için"? DTP yöneticileri neden bunun yerine edilgen bir kip kullanıyor olabilirler?
   Gerçeklik acı verdiği için ondan kaçınıyorlardır belki. Bu, akla gelebilecek birinci neden.
   İkinci bir neden, "Akıtılan kanın durdurulması için" dense, doğrudan doğruya savaş ve pazarlık mantığına girileceği sezgisi olabilir. DTP yöneticileri bu mantığın dışında durmak istiyor olabilirler.
   "Akan kanın durması için" sözü, dar anlamdaki gerçekliğe uymuyor. Ama daha geniş anlamdaki gerçekliğe hiç uymadığını söylemek de zor: Diyarbakır zindanlarını, devlet terörünü ve PKK terörünü kapsayan uzun bir döneme ait gerçekliğe uyan bir yanı var bu sözün. Ok yaydan çıkıp kan bir kez "akıtıldı" mı, savaş kendi mantığını yürütmeye başlıyor ve kan, esaslı bilinçli müdahaleler olmadıkça, "akıyor" artık. Şiddet sarmalı denen durum.
   Bir kısırdöngü ve bir güven bunalımı oluşmuş durumda. "Ayrılık peşinde olmadıklarından emin olsam, 'Onları ezmek isteyen önce benim cesedimi çiğnemelidir' diyerek önlerine siper olurdum." Kürt sorununda bu fikirde olan epey kişi var. Bunu söylediğim Kürt arkadaşlar, zaten bu duyguda olduklarına yemin billah ediyorlar. "Ölsem de ayrılmam senden" duygusu mu diye soruyorum, canı gönülden böyle olduğunu söylüyorlar. Bu dediklerimin kaynağı, "Sivil Diyalog Platformu", "Türkiye Barışını Arıyor Konferansı" gibi barış çalışmaları çerçevesinde yapılan irili ufaklı toplantılardır. Ama aynı kişiler aynı zamanda Kürt kalmak ve bunu gönüllerince yaşamak konusunda kararlılar. Hakları değil mi?
   Dediğim gibi, bir kısırdöngü ve güven bunalımı oluşmuş durumda. Bundan çıkılması ve akan kanın durdurulması için, bilinçli ve kararlı müdahaleler gerekiyor.

Kitap notu: "Türkiye Barışını Arıyor", Aram Yay., Temmuz 2007. (13-14.1.2007'de Ankara'da yapılan konferanstaki konuşmaların tam metni. Yay. haz. Vecdi Erbay)

&

Anadili, annenin dili[11]


   Annesiz ya da babasız büyüyen çocuklar bizi bağışlasın; konu ne zaman dilden açılsa, "anadili", "anne" deyip duruyoruz. Ne yapalım ki böyle bir gerçek var ve "anadili" kavramının adını koyan, dilbilimcilerdir. Dünyaya gözümüzü açtığımız andan itibaren bize en yakın olan insan ya annemizdir ya da onun yerini tutmaya çalışan birileri. Onlardan edindiğimiz dile bütün dünyada "anadili" deniliyor. İngilizcesi "mother tongue". Kürtçesi, Zana Farqînî'nin sözlüğünden öğrendiğime göre, "zimane maderî".
   Anadilleri, doğal diller. Genellikle "dil" derken kastedilen, "anadili"dir. Siyaset alanında ise diller, "resmî dil, bölgesel dil, yerel dil" olarak sınıflandırılıyor. Dünyada altı bin küsur anadili var ve gerçekte hiçbir ülke tekdilli değil. Gelgelelim, günümüz dünyası son iki yüz küsur yıldır tekdilcilik yönünde evriliyor. Güç ilişkileri açısından bakıldığında diller, "egemen dil/ ikincil dil" ayrımına göre konumlanıyor. Dünyanın egemen dili İngilizce. Ayrıca her ülke düzeyinde de genellikle bir, bazen daha çok, resmî dilin egemen olduğu görülüyor. Bunlar aynı zamanda ortak dil olarak işlev görmekle birlikte, dil bilincinin yeterli olmadığı durumlarda, farklı anadillerinin konuşucuları için bazı sorunlar ortaya çıkıyor.
   Dilbilimciler anadili için, "öğrenmek" fiilinden önce, "edinmek" fiilini kullanır. Dilbilime göre, bebek büyürken anadilini öğrenmekten çok, edinir. Henüz tam anlamıyla "öğrenmek" değildir bebeğinki, çünkü öğrenebilmek için, öğrenmeyi bilmesi gerekir. Bu nedenle, öncelikle, öğrenmeyi öğrenmesi gerekmektedir. Böyle bir bilinç temeli atılmamışsa ya da yeterince sağlam değilse, dil öğrenmek de, başka konuları öğrenmek de zorlaşır.
   Öğrenmek etkin (aktif) bir süreç, edinmek ise daha edilgen. Ruhbilimcilere göre, ruhsal yaşamımızın temellerinin atıldığı dönem aynı zamanda dil edinme dönemimiz: Dünyaya gelişle başlayan dönem. Ruhumuza ilk ses kayıtları o zaman düşüyor: En dost, en sıcak, ya da tam tersine en soğuk, en irkiltici seslerle birlikte o seslerin taşıdığı duygular bizde yer ediyor ve tüm yaşamımızı etkiliyor.
   Anadilimizi edindiğimiz dönem aynı zamanda annemizle -ya da bizi besleyen, temizleyip ısıtan kişi her kimse onunla- iletişim dönemi. Tepkilerimiz sese dönüşüyor. Ağlıyoruz, zırlıyoruz, seyrek de olsa kıkır kıkır gülüyoruz, sonra hecelemeler, sonra sözcükler... Annemizin dilinde ya da bize annelik edenlerin dilinde. Ruhsal derinliklerimizin, rüyalarımızın, duyularımızın, duygularımızın, sonra da düşüncelerimizin dili, anadilimiz.
   Bununla birlikte, herhangi bir biçimde karşılaştığımız diğer diller de etkiliyor bizi. Hayatı boyunca anadilinden başka bir dille karşılaşmamış pek fazla kimse yoktur, günümüzde belki de artık hiç kalmamıştır.
   Öyle görünüyor ki diğer dillerle karşılaşmamızda belirleyici olan, bu karşılaşmanın ne tür ruhsal ve toplumsal koşullarda olup bittiğidir. Dilimizle ve dillerimizle ilgili tüm sorunlar (fizyolojik olanları saymazsak), ruhsal ve toplumsal koşullarla bağlantılı.
   Sözgelimi, çocuk kendi anadiline üstünlük taslayan, dayatılan bir dili öğrenmeye zorlanıyorsa, o ikinci dil kötü bir üvey anaya dönüşebiliyor. Bazen de biz kendimiz, farkında olarak ya da olmayarak, anadilimizi başka bir dil karşısında ikincil, eksik, yetersiz hissedebiliyoruz. Böyle durumlarda her iki dille olan ilişkimiz de sorunlu duruma gelebiliyor. Dilbilimcilerin "eksiltici ikidillilik" dedikleri durum bu.
   Kültür, teknoloji gibi açılardan gözlerimizi kamaştıran batının dilleri karşısındaki durumumuz genellikle böyle. Geleceği de daha parlak gibi görünüyor o dillerin. Ayrıca, egemen dillerin daha gelişmiş yönleri olduğu da bir gerçek: Sözcük dağarcığı, kavramlar, terimler, dilbilgisi daha gelişmiş durumda. Sözün kısası, anadillerimiz güçlü rakiplerle karşı karşıya. Bu duruma bir de devletlerin zora dayalı asimilasyon uygulamaları eklenebiliyor.
   Gerçekte hiçbir anadili, taşıdığı olanaklar bakımından diğerinden daha üstün değil. Her dilin iç mantığı ve yapısı farklı, özellikleri farklı. Tıpkı insan bireyleri gibi. Bazı diller diğerlerinden daha çok gelişip güçleniyorsa, bunun nedenini dilin yapısal gücünde değil, tarihsel ve toplumsal yönlerde aramak gerekir.
   Toplumsal deyince, "öğrenmek" fiilinden çıkıp "öğretmek" fiiline geçmiş oluyoruz. Yukarıda dili önce edinip sonra öğrendiğimizi söylüyordum. Edindiğimiz dili öğrenmekten kasıt, dilin yazısını, kurallarını ve yapısını (dilbilgisini) öğrenmek, sözcük dağarcığını gündelik yaşamın ötesine geçecek ölçülerde geliştirmektir. Bunlar çocukların kendi başlarına altından kalkabilecekleri işler olmadığından, burada öğretme faslı devreye girmek zorunda.
   Dil öğretimi çocuğun diğer eğilimleri gibi anadilini de hesaba katmadan, bir dayatma biçiminde yürütülüyorsa, çocuğun ruhsal yapısı bu dayatma karşısında önlem almak zorunda kalıyor. Bu önlemler, ruhsal yapıda bir ketlenme, öğrenmeye direnç, ya da duyulan tepkiyi bastırma gibi biçimler alabiliyor. Elbette, daha sonraki süreçleri etkileyecek oluşumlar bunlar.
   Bunun tersine, çocuğun edinimlerini ve toplumsal konumunu dikkate alan, uyumlu, dostça bir ortam yaratıldığında, çocuğun hem anadiliyle hem de karşılaştığı diğer dillerle olan ilişkisi daha sorunsuz oluyor ve genel öğrenme sürecinde de dilden kaynaklanan aksamalar azalıyor. Bunda, ailenin ya da yakın çevrenin durumu da rol oynuyor: yönelimi, dille ve yaşadığı ortamla ilişkisi, önyargı sahibi olup olmaması, kültürel farklılıkların çatışma olarak algılanıp algılanmadığı vb.
   Bizim cumhuriyet tarihimizde resmen benimsenmiş olan asimilasyon ve inkâr politikasının anadili alanında sorunlara yol açtığı artık genel kabul gören bir gerçeklik. Şimdi hem İngilizce karşısındaki sorunlarımızı, hem de asimilasyonun yarattığı sorunları çözmek gibi esaslı görevlerle karşı karşıyayız.
   Burada geçenlerde yitirdiğimiz Mehmed Uzun'u ve onun gibi çokdilli yazarları anmadan geçemeyeceğim. Zorunlu çokdilliliğe verilebilecek en yakın örnekler onlar. Mehmed Uzun, Türkçeyle ilk kez ana kucağında değil, ilkokulda karşılaşanlardan. İlk yazı dili Türkçe olmuş Uzun'un. Sonradan, sürgün yıllarında İsveççe, Fransızca, İngilizce de öğrenip konuşmakla birlikte, yaratıcı yazı dili olarak Kürtçeyi seçmiş. Romanlarını ve incelemelerini Kürtçe, anılarını Türkçe yazıyor. Ondaki dil bilinci son derece gelişkin; birkaç dili birden sevmesine ve zihninde birkaç dile yer ayırmasına elverecek kadar yüksek bir bilinç sahibi. Dilbilimciler bu durumdaki ikidillilik olgularına "artırıcı ikidillilik" diyor. Ya da, "artırıcı çokdillilik".
   Bizim toplumumuzun da tüm toplumlar gibi ve ayrıca dünya toplumu gibi, ortak dil ihtiyacının yanında, anadillerine gerekli yeri vermeye ihtiyacı var. Bunu nasıl başaracağız? Bu sorunun yanıtı ve çözümü hepimizi ilgilendiriyor. Çocuklarımızın sorunları yalnızca annelerin işi değil. Annelik etmek, babaların, öğretmenlerin ve her meslekten yetişkinlerin de işi. Kaldı ki anadili sorunları, eğitimden de öte, tüm kültürel ve toplumsal alanlara uzanıyor.
   İçinde bulunduğumuz siyasal ortam anadili sorunlarımızla gerektiği gibi ilgilenmemizi güçleştiriyor. Bölünme ve bölücü sanılma korkusu, tekdilciliğin elini güçlendiriyor. Bizim için, ayrımsız tüm çocukların, tüm insanların ve tüm kültürlerin ve gerçeklerin bir değeri varsa, ikidilli ve çokdilli olmak zorundayız, tıpkı UNESCO'nun önerdiği gibi. Bunun en sevecen biçimlerini arayıp bulmak zorundayız.


KAYNAKÇA

Aksan, Doğan, Her Yönüyle Dil, TDK Yay., 1998.
Alpay, Necmiye, Dilimiz Dillerimiz, Metis Yay., 2004, s. 198-238.
Crystal, David, Dillerin Katli, Profil Yay., Ekim 2007.
Günel Tekin, Gülçiçek, Dilimiz Kimliğimizdir, Aram Yay., Mart 2002.
İmer, Kâmile, Dil ve Toplum, Gündoğan Yay., 1990.
Kilimci, Ayşe, Anadilinde Çocuk Olmak, Papirüs Yay., 1998.
Nettle, Daniel ve Romaine, Suzanne, Kaybolan Sesler, 2002.
Sadoğlu, Hüseyin, Türkiye'de Ulusçuluk ve Dil Politikaları, İstanbul Bilgi Üni. Yay., 2003.
Şavkay, Tuğrul, Dil Devrimi, Gelenek Yay., 2002.
Uzpeder, Ebru (yay. haz.), Dil Hakları, Helsinki Yurttaşlar Derneği Yay., 2003.


&

                                    Bitlis'te Barış Meclisi[12]


   Bitlis'te Barış Meclisi girişimi çerçevesinde anayasa taslağının konuşulacağı bir panele çağrıldığımda, panelin tarihi konusunda ikircime düşüyorum: 19 Ocak, Hrant Dink'in anılacağı gün. Anma sanki yalnızca İstanbul'da olabilirmiş gibi, Bitlis'ten arayan girişimciye acaba ertelenemez mi diyorum telefonda. Olmaz diyor, zaten izin almak bir mesele, iznimizi aldık, hem de kentin resmî Kültür Merkezi binasında; duyuru çalışmaları da yapıldı (bir yolunu bulup belediye hoparlörünü bile kullanmışlar). Barış Meclisi sözcülerinden, insan hakları savunucusu Yüksel Mutlu ile, Diyarbakır girişiminden Yrd. Doç. Dr. Ahmet İnal da gelecek. Çare yok, panel o gün.
   Çok duyduğumuz bir saptama, "Türkiye dinamik bir ülke" saptaması, Bitlis için fazlasıyla geçerli. Batmanlılar beni bağışlasın, geçen kış Batman'da yapılan paneli dinlemeye gelen bir koca salon dolusu erkeğin arasında çok az kadın bulunması, konuşmacılar olarak Suzan Samancı ile benim içimize oturmuştu. Katılım yelpazesi diğer açılardan genişti, ama kadınlar yoktu. Hemen söyleyeyim, Yüksel Mutlu ile benim Bitlis'te de aynı manzara mı olacak endişemiz haksız çıktı; salonun yarısı değilse de, en az üçte biri kadınlardan oluşuyordu. Hem de figüran nitelikli değil, soru soran, dinamik kadınlardan.
   Bitlis'te kadınlar hareketli, evet. Tıpkı tütün işçileri, sağlıkçılar, öğretmenler ve diğer meslek mensupları gibi. Tütün işçileri sigara fabrikasının özelleştirilmesine karşı direnişte, sivil toplum örgütleri anayasa sorunlarına kafa yoruyor, kadınlar Güldünya Kadın Derneği'nin kuruluş işlemlerini tamamlamış, derneklerine yer arıyorlar. Aralarında türbanlılar var, kendilerine kuaför ve çamaşır dükkânı gibi bağımsız işler kurmanın, işçi olarak çalışmayı kocasına kabul ettirmiş olmanın heyecanını yaşayanlar var.
   Barış Meclisi girişimi de tüm bu kesimlerden insanların katılımı ve emeğiyle oluşmuş. Bitlis tarihinde ilk kez bir panel düzenlemekten dolayı yüksek bir heyecan duyuyorlar. Bir başarısızlık endişesi seziliyor panel öncesinde: Salon dolmazsa, bir şeyler aksarsa, vb. Oysa iki yüz elli kişilik salon doluyor, ayakta duracak yer kalmıyor.
   Hrant Dink, Orhan Doğan ve Mehmed Uzun: Barış Meclisi'nin yitirdiğimiz bu üç kurucusu, tam Hrant'ın öldürüldüğü saatte uzun alkışlarla anılıyor. Her üçü de, panel için girişimcilerin hazırlayıp başlangıçta sundukları kısa barış CD'sinde de anılıyorlar ayrıca. Bugüne değin gördüğüm en iyi barış filmi bu: Hiç edebiyat yapmayan, kısacık bir CD. İkinci Dünya Savaşı'ndan, Vietnam Savaşı'ndan, Filistin direnişinden, Halepçe'den, Hrant Dink cinayetinden ve bizim "düşük yoğunluklu savaş"ımızdan seçilmiş birer ikişer fotoğraf, anlatım gücü yüksek bir müzik...
   Barış Meclisi girişimlerinin sayısı artıyor. 26 Ocak 2008 Cumartesi günü de, Muş girişiminin paneli var. Nasıl inşa edilir barış? Kalıcı bir hâle nasıl getirilir? Hangi sözün hangi tarafı iyi, hangi tarafında bir yanlışlık var? Anayasa nasıl olmalı? Bunların en sivil biçimde, "taban"da düşünülüp konuşulması için her yerde panellere, forumlara, konuşmalara ihtiyaç var. Barış ihtiyacı. Cesur ve çatışmasız. Eşitlik, saygı ve adalet için. 9-10 Şubat'ta da Ankara'da Türkiye Barış Meclisi'nin "olağan" toplantısı yapılacak.
   Barış Meclisi'nin arkasında kim var? Geçen yılın [2007] ocak ayında Ankara'da yapılan "Türkiye Barışını Arıyor" konferansının çağrıcıları, Barış Grubu, insan hakları savunucuları, kişiler. Barış Grubu'nu hatırlayınız: Yıllar önce bir avuç insan, barış için uğraşacaklarını bildirerek dağdan inip teslim olmuşlardı. Yargılandılar, hapis cezaları aldılar, bir bölümü beşer altışar yıl yatıp çıktı, bir bölümü hâlâ cezaevinde. Çıkanlar gerçekten de birer barış aktivisti olarak uğraşıyorlar. Dünyanın en sade, en demokrat insanları.
   Barış Meclisi'nin "Kuruluş Bildirgesi" ve "İç İşleyiş Kuralları" ise, son yıllarda okuduğum en iyi ortak siyasal metinler.


&

Barışa hazır mıyız?
Hakan Tahmaz’ın sorularına yanıtlar [13]


Geniş kesimlerde 22 Temmuz 2008 seçimlerinde DTP mecliste grup kurmasıyla Kürt sorununun şiddet dışı yöntemlerle çözümü arayışının artacağı beklentisi oluşmuştu. Ancak süreç tam tersine işlemeye başladı. Çatışma ve şiddet arttı.
  Barıştan her gecen gün daha mı uzaklaşıyoruz?

  Barıştan uzaklaştığımızı söylemek zor, çünkü zaten gerçek anlamda bir yakınlaşma olmamıştı. Bir olanak doğmuştu yalnızca. DTP hâlâ mecliste, dolayısıyla bu anlamdaki bir olanak hâlâ yerinde.

  Toplum olarak barışa, çözüme ne kadar hazırız?

   Bana kalırsa Kürt sorununun çözümündeki zorlukların başında, 1) "Kürt" sözcüğüyle ilgili yaygın tedirginlik; 2) devletle Kürt hareketi arasındaki güven bunalımı; ve 3) iç ve dış emperyalizm geliyor.
   Dış emperyalizmin ne olduğunu açıklamak herhalde gerekmiyordur. İç emperyalizm de onunla aynı mantığa dayanıyor: Stratejik çıkar hesapları, bu hesapların dar görüşlü, mutlaklaşmış, saldırganlığa dönüşmek için fırsat kollayan hali. Çıkarlar, petrole, toprağa ve güç/iktidar mevkilerine ilişkin. Kürt halkı haklarını ve özgürlüklerini istiyor, Kürt muktedirleri dahil diğer tüm muktedirler ise petrolün, toprağın ve iktidar mevkilerinin sahibi ya da ortağı olmak istiyor.
   Bu etmeni, unutmamak kaydıyla bir yana bırakıp devletin "Yurtta sulh cihanda sulh" istediğini varsayarsak, ikinci zorluk öne çıkıyor: Devletle Kürt hareketi arasında oluşan güven bunalımı.
   Daha önce yazmıştım, bu konuda bir kısırdöngü oluşmuş durumda: Devletin karar vericileri, Kürt hareketinin eninde sonunda bu ülkeyi bölmek istediği fikriyle hareket ediyor. Medyaya da sirayet ettirilen "bölücü teröristler" söyleminin nedeni herhalde budur. İzleyebildiğim kadarıyla Kürt hareketinin ana akımı başlangıçta ayrılıkçıydı, ayrı bir devlet kurmanın peşindeydi. Bugün ise ana akımın öyle olmadığına, sorunları varolan sınırlar içinde çözme isteğinin ağır bastığına inanıyorum ben. Federasyon söylemi bile bunu yalanlayan bir söylem değil. Arap ülkelerini düşünürsek, birbirine bitişik topraklarda yaşamalarına ve birçok kez birlik girişiminde bulunmalarına karşın, tek bir devlet kurmanın kolay ya da şart olmadığını anlamış durumdalar. Her biri farklı açılardan farklı bir yapıda. Ama Araplara tarih boyunca, sizin hiç devletiniz olmasın, hakkınız da olmasın, siz aslında yoksunuz, Araplık diye bir şey yoktur gibi bir muamele yapılmış olsaydı, tek devlet çatısı hayalleri herhalde çok daha büyük bir güç kazanırdı.
   Türkiye Kürtlerinin ana akımı her şeye rağmen Türkiye'yi seviyor ve bugünkü sınırlar içinde özgürce Kürt olmak konusunda etkin bir çaba gösteriyor. Ancak, özgürlük sağlanmazsa ayrılıkçı eğilim güç kazanabilir. Gelgelelim, devlet henüz tavrını değiştirebilmiş değil. Devlet tavrını değiştirmedikçe Kürtler kendi bildikleri gibi Kürt olmalarına yani özgür olmalarına devletin hiçbir zaman izin vermeyeceği kuşkusuna kapılıyorlar. Kısır döngü dediğim bu. Öyle görünüyor ki, devlet erkini ellerinde bulunduranlar, tarih önünde kendilerine "ülkeyi böldürdü" denmesinden ölesiye korkuyor. Kısır döngüyü aşabilecek bilinç yüksekliğinden ise hâlâ uzaklar. Adım atmakta her zaman çok geç kalıyorlar. Kürtlerin ve Kürtçenin varlığını kabul etmekte çok geç kaldılar örneğin, o da yalnızca "evet var" düzeyinde bir kabul oldu.

  Operasyon sonrasında çözüme dönük adımların atılmasının zamanının geldiği ifade edilmekte. Çözüm için atılması gereken öncelikli adımlar sizce nelerdir?

   Toplumda "Kürt" sözcüğüyle ilgili tedirginlik sona ermiş değil. Onyıllar süren yok saymanın sonucunda, yasakların sonucunda oluşmuş bu tedirginlik. Giderilmesine yönelik ilk adımlardan biri üniversitelerde Kürt Dili ve Edebiyatı bölümlerinin kurulmasına hemen, vakit yitirmeden başlamak olabilir. Bilimin temsil ettiği gerçekliğe böyle bir borcumuz var, bu borcun ödenmesi toplumdaki tedirginliğin giderilmesinde de önemli bir rol oynayabilir. Türkiye Barış Meclisi'nin Kuruluş Bildirgesi'nde belirtilen diğer adımları da destekliyorum ben.   

  Çatışma ortamının dili barış sürecini nasıl etkisi altına alıyor?
  Özelikle K. Irak’a yönelik operasyon döneminde yazılı ve görsel medyanın tutumunu nasıl yorumlamak gerek?

  Medyada ana akımın Kürt sorunundaki dili devletin diline endeksli. Ne yazık ki, devletin vur dediği yerde öldürmeyi görev biliyorlar. Demagoji satışlarını mı artırıyordur, nedir. Bu konuda son günlerde görülen özeleştiri eğilimi tarihsel bir önem taşıyor bence.


&

Kişiselleştirme ve taraflaştırma
Evrensel gazetesinin “Kürt sorununda çözüm” konulu soruşturmasına yanıt[14]


   Bana göre Kürt sorununda devletin kendi mantığı içinde yaptığı, dolayısıyla düzeltmesi gereken iki büyük tarihsel hata var. Bunlardan birincisi, Kürtlerin haklı olarak "inkâr ve imha" dediği, zora dayalı asimilasyondur. İkincisi ise son yıllara ait bir büyük "hata": PKK karşısında, şehit ailelerini özel olarak öne sürmek ve taraf haline getirmeye çalışmak.
   Bu ikinci "hata"nın dünyada başka örneği var mıdır, bilmiyorum. Ancak, Abdullah Öcalan'ın duruşmalarından itibaren böyle bir politikanın güdüldüğü çok açık. Devlet bu politikanın "çatışmayı sivilleştirmek" gibi sonuçları olabileceğini gerçekten düşünmemiş midir? Sormaya değer.
   Bildiğim kadarıyla, polisin, jandarmanın ve askerin edimlerini kişiselleştirmemek, kişisel "taraf" haline getirmemek, modern devletin hiç değilse görünüşte uymak zorunda olduğu ilkelerindendir. İki nedenle:
   Birincisi, çatışmalı durumların en temelinde kişiselliğin ya da özgül bir kurumsallığın zaten bulunmamasıdır. İsyan, terör ve kişisel suç olguları bir bütün olarak devleti karşısına alır ya da ilgilendirir, devletin kişisel ya da kurumsal mensuplarını değil. Bu nedenledir ki, yargıç, kendi evini soyan suçluyu yargılayamaz, örneğin.
   Taraflaştırmama ilkesinin ikinci nedeni, yukarıda da belirttiğim gibi, kişisel ya da kurumsal taraflaşma durumunda, iç savaşa yol açabilecek düşmanlık duygularından kaçınılamamasıdır. Çok yazılıp çizildi: Bu tür duygu birikimlerinin ne tür patlamalara yol açabileceğini kimse bilemez.
   Bizim ülkemizde böyle bir devlet bilinci ya gerçekten yok, ya da yokmuş gibi yapılıyor. En yetkili ağızlar taraflaştırma işini "kanı yerde kalmadı/ kalmayacak" gibi sözler etmeye kadar götürebiliyor ve bunların kan davası mantığına dayalı sözler olduğunun farkına bile varılmıyor.
   Devlet, nefret birikimini enaza indirmek, "yarın yüz yüze bakamayız" kaygısını ciddiye almak istiyorsa, bu özgül kişiselleştirme politikasından en kısa sürede vazgeçip, şehit aileleri ve gazilerle bilinç yükseltme çalışmalarını başlatmalıdır. Bir iç savaşa yol açmamayı, Kürt sorununu çözmeyi gerçekten istiyorsa elbette. Kaldı ki, kişiselleştirmeme ve taraflaştırmama ilkesi uzun erimde de gerekli olacaktır devlete.
   Çözüm için ilk elde atılması gereken diğer adımlar son günlerde epey tartışma konusu edildi, epey yol alındı. Bunlar, devletin iki büyük hatasından ilkine, zora dayalı asimilasyon politikasının sona erdirilmesine ilişkin. Demektir ki "inkâr ve imha"nın tersi olan, yani gerçekliğin kabulüne ve gereğinin yapılmasına yönelik politikaların yürürlüğe konulması söz konusudur. Ben bu konuda 1 Eylül 2007'de kurulan Türkiye Barış Meclisi'nin Kuruluş Bildirgesi'nde yer alan ve pek çok politika yazarı tarafından da desteklenen önerilere katılıyorum. Ek olarak söyleyeceklerim şunlar olabilir:

- Devlet zora dayalı asimilasyon politikaları ve devlet terörü konusundaki özeleştirisinde emekli asker mensuplarının açıklamalarıyla yetinmeyip kamu belgelerinde yer alacak kalıcı bir değerlendirmede bulunmalı.

- Kürt gerçekliği, yasalarda, yönetmeliklerde, kararnamelerde; tarih, toplumbilim, dilbilim, hayat bilgisi, yurttaşlık bilgisi gibi disiplinlerin eğitime yönelik kitaplarında; kamu kurumlarının ve okulların yapılandırılmasında açıkça dile getirilerek yer almalı ve Anayasa'da bunu engelleyecek bir hüküm bulunmamalı;

- Talep olan her yerleşim yerinde ve talep olduğu ölçüde ikidilli ve üçdilli eğitim olanakları sağlanmalı; üniversitelerde Kürt Dili ve Edebiyatı bölümleri açılmalı;

- Çatışmalı dönemde işkence, terör, yaralama ve öldürme suçları işlemiş olanlar yargılanıp cezalandırılmalı, bunun için adalet mekanizmasının tam anlamıyla güvenilir olmasına dikkat edilmeli, gereken saydamlık sağlanmalı; ancak, salt örgüt üyeliği nedeniyle kimse cezalandırılmamalı, bunu sağlamak için teknik adıyla bir "siyasal af" çıkarılmalı;

- Bir tür savaş sürecinden geçtiğimiz gerçeğinden hareketle, süreç boyunca herkesin onurunu koruyan bir dil kullanılmasına dikkat edilmeli, Kürt sorununun esaslı bir demokratik mücadele yönü olduğu kabul edilmelidir.


&

                        Duyduk duymadık demeyin: 1 Haziran 2008 Kadıköy[15]


   Barış Meclisi 1 Haziran Pazar günü Kadıköy'de miting yapıyor. Yıldırım Türker'in bu konudaki 12 Mayıs Pazartesi tarihli Radikal yazısını okumamış olan varsa, o yazıyı da duyurmuş olayım. Mitingin sivil toplum örgütlerinden ve siyasal partilerden oluşan destekçi listesi epey uzun ama, pankart tek, slogan tek: "Kürt Sorununda Demokratik Çözüm İstiyoruz!"
   Bir irade beyanı mitingi bu. Her kesimden, "Yeter artık" diyen herkes orada olacak. Ölüm değil, çözüm istiyoruz. Bunu diyenler fiziksel olarak bir araya gelecek. Konuşmacı listesinin başında Yaşar Kemal var. Kendisi rahatsız, büyük olasılıkla gelemez, gelemese bile biz onu orada sayacağız, zaten gelemezse konuşmasını gönderecek.
   Yıllardır sayısız barış toplantısı yapıldı, girişimler oluşturuldu, imzalar toplandı. Onların biriken deneyimi ve katkısıyla olmalı, Barış Meclisi bugün hatırı sayılır genişlikte bir desteğe ulaştı ve bu kez çok daha fazla sayıda insan ses çıkarmaya hazır. Bunda, "Barış Grubu"nun oynadığı tarihsel rolü her fırsatta anmak gerekir. Kişisel olarak, barış sözcüğünü duyduğumda ilk aklıma gelenler onlar oluyor.
   Ama bu sözü tersane işçilerinin ne kadar iyi anladığına da bizzat tanık oldum. 17 Mayıs Cumartesi günü, Selah Tersanesi işçisi Deniz Kaşıkeman'ın dev bir sac plakanın altında kalıp ağır yaralandığı haberi geldiğinde, Limter-İş'li sendikacılarla aynı yerdeydim. Sendikacıların, haberi aldıklarında bir anda nasıl yalnızca bedenden ibaret kaldıklarını, bütün canlarının ve ruhlarının oradan çekilip herhalde arkadaşlarının yanına gittiğini, bir süre öylece kalakaldıklarını gördüm. Hayat boyu unutamayacağım anlardan biriydi. Az önce konuşmuştuk Kürt sorununu ve ölüm sorununu. Aynı akşam, yaralı arkadaşlarının da ölüm haberi geldi.
   Gazeteler, dünyanın en huzurlu ülkeleri listesinde İzlanda'nın ilk, Irak'ın ise son sırada yer aldığını yazıyor. Türkiye mi? Geçen yıl 92’nciyken, bu yıl 115’inci sıraya gerilemiş.
   Bazı zihinlerde barış sözcüğü huzur sözcüğünün ikiz kardeşi, tıpkı İngilizcedeki gibi. En çok da vicdan huzuru anlamına geliyor. Barış sözcüğüne tepki duyanlara da rastlanıyor. Ya birer vurdumduymaz oluyorlar, ya da sözcüklere fazlasıyla duyarlı kimseler: Kavramın teraneleşmesinden, söylene söylene anlamını yitirmesinden korkuyorlar. Hele bir iradeye dönüşsün ülkemiz ve dünya için, anlamını o zaman yitirsin yitirebileceği kadar. Ama buna daha çok var. Bir inşaatı başlatmak gerekiyor, biraz gayret.
   Gazeteciler, çeşitli görüşlerden politika yazarları, son haftalarda şu fikri epey dile getirdiler: "Silahlı müdahalenin de, silahlı mücadelenin de sınırlarına ulaşıldı; artık yeni açılımlar gerekiyor." 1 Haziran Pazar günü Kadıköy'de söylenecek olan söz, beyan edilecek irade de tam tamına bu. Artık yeter! Ölüm değil çözüm istiyoruz! Tuzla'ya da, dağlara da, doğuya da, batıya da! Ey karar vericiler, duyun sesimizi! Her durumda Kürt sorununda korkutucu kopuşları engelleyebilecek tek yol bu: Ülke gerçeklerine ve vicdanlarımıza kulak vermek.
   Bu iradenin oluşması, birbirinden çok farklı kesimlerin yollarının kesiştiği bir asgari müştereğe işaret ediyor. Yakın zamanlara kadar, Kürt sorununda ölüm değil çözüm diyenlerin kendilerini ortaklaşa ifade edebilecekleri bir yer yoktu ortalıkta. Belki de ortak bir çözüm iradesi oluşmamıştı. Şimdi var böyle bir yer. Yıllardır gösterilen çabalar sonucu, bugün bir uçtan bir uca, başka türlü kolay kolay bir araya gelmeyen çok geniş ve çok farklı kesimlerin barış iradesini bir araya getirebilen bir yer oluştu: Barış Meclisi.
   Miting tertip komitesi, dünya ve ülke barışı için mücadele etmiş ve etmekte olan herkesin de orada olacağını umut ediyor. Hakların ve özgürlüklerin bütün boyutlarını savunmak için bu olanağı değerlendirecek miyiz? Canı yanan doğu illerinin gösterdiği ilginin hiç değilse yarısı kadar ilgi gösterecek mi diğer herkes barış çağrısına? Gazete sayfalarından, salonlardan, kapı arkalarından, kafelerden, kahvelerden, evlerden ve işyerlerinden çıkıp gelebilecek misiniz? Şu ölüm getiren umutsuzluk toprağını silkelemeye?


&

                                    Terörist demek ya da dememek[16]


   "Ergenekon"dan da "terör örgütü" diye söz ediliyor. Sanıklarına 'terörist' dendiğine ise henüz tanık olmadım.
   DTP yöneticileri sık sık PKK'ye terörist dememekle suçlanıyor ve bu gerekçeyle, devletin yöneticileriyle görüştürülmedikleri gibi, bizzat terörist ilan edildikleri de oluyor. Bu konudaki soruları ise her seferinde şöyle yanıtlıyor DTP'liler: 'Bizi destekleyenlerden çoğunun bir yakını dağda. Neredeyse her aileden bir kişi. Biz onların çocuklarına nasıl terörist deriz?'
   Bu yanıtın, ilk iki cümlesiyle gerçekliğe işaret ettiği anlaşılıyor. Üçüncü cümlesiyle ilgili ilk eldeki yorum ise ancak şu olabilir: DTP, PKK'nin terörist olduğunu düşünmekte ama oy ya da destek yitirme kaygısıyla bunu dile getirmemektedir.
   'Biz onların çocuklarına nasıl terörist deriz?' cümlesinin, dil dışı bağlam göz önüne alınarak yapılabilecek ikinci bir yorumuna göre ise, DTP, PKK'nin terörist olduğunu kabul etmemekte, ama bilinen siyasal baskılar nedeniyle, bunu belirtmekten kaçınmaktadır.
   Her iki yorum da, yanıtın net olmadığını gösteriyor.
   PKK'nin niteliği konusunda resmî makamların yaptığı açıklamalar net sayılabilir mi peki?
   Bir süredir, bu konudaki resmî açıklamalar bende her seferinde şu soruyu uyandırıyor: Dağlarda gerilla yok mu? Gerek örgütün kendisi için, gerekse yakalanan militanlar için her koşulda tek sıfat kullanıyor resmî makamlar: terörist. Hiçbir koşulda 'gerilla' demiyorlar. Hatta, yanılmıyorsam bu kış yapılan sınırötesi harekâtla ilgili açıklamalarda bazı bölümler sözcük olarak değil ama içerik olarak 'gerilla' olgusunu anıştırıyor gerekçesiyle Devlet Bahçeli tarafından eleştirilmişti.
   Oysa yıllardır dağlarda sözlüklerin 'gerilla' adını verdiği konumdaki insanlar bulunuyor. Bu insanların mensup olduğu PKK, bir yandan gerilla savaşı verirken, zaman zaman da kendi içindeki cezalandırma eylemlerine kadar varan terör eylemlerine başvuruyor. Gerçek (olgusal) durum bu. Resmî söylem, savaş mantığının bir sonucu olmalı, gerçek duruma uymuyor.
   Adı uzun süre anılmayan her sorun, şaşmaz bir biçimde büyür gider. Düşünsel güç yitimine mal olur ayrıca. Farklı adlandırmalar ancak yeni ulaşılmış bir düşünsel katkıya işaret olduğunda olumludur çünkü. Bunun dışındaki durumlarda, ya Türkçedeki gibi terim birliği sorunlarından birine işarettir, ya da bir saptırma/gizleme ihtiyacına.
   ABD yönetimi çok uzun süre Filistin Kurtuluş Örgütü'nden "terörist örgüt" diye söz etmişti. Diyaloğun kaçınılmazlığına karar verdiği anda bıraktı bu adlandırmayı. Bugünkü Irak'ta kent ortasında bomba patlatanlar, bizimki dahil pek çok ülkenin haber bültenlerinde terörist diye değil, direnişçi diye anılıyor. Aynı ana akım basının dilinde, Basklılar direnişçi, Tamiller ve Tupamaros gerilladır vb.
   "PKK is a terrorist organisation."
   Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın son ABD ziyareti sırasında televizyonlar George W. Bush'un bu sözü söylediği sahneyi tekrar tekrar yayımladı, tonlaması bile belleğimize kaydoldu. Belli ki bir pazarlık öğesiydi bu. Bush, kendi payına düşeni bir güzel ödemekteki kararlılığını belli etmek için, bizim halkın bir yabancı gördü mü ona diyeceklerini yüksek sesle ve tane tane söylemesi gibi söylüyordu, üstüne vazife olan formülü.
   Türkçede '-ist/ -ci' sonekine gerekli dikkat gösterilmiyor. Özellikle toplumsal-siyasal gerginlik eksenleri söz konusu olduğunda varlığı ve yokluğu yaşamsal bir önem taşıyor bu ekin oysa. Mesleki bozulma diyebilirsiniz ama, 'terör'ün olduğu her yerde otomatik olarak 'terörist' diyenlere, 'İslamcı' demeleri beklenen yerde 'İslamcı' yerine 'İslam' ya da 'Müslüman' diyenlere öfkelenmekten kendimi alamıyorum.
   Son milletvekili seçimleri sırasında Baskın Oran'ın adaylığını destekleyenler İstanbul Mecidiköy taraflarında yürüyüş yaparken atılan sloganlardan biri "Milliyetçiliğe hayır!"dı. Dükkânlarının kapısına çıkmış meraklı esnaftan birinin gerçek bir şaşkınlık içinde diğerine "Bunlar milliyetçilikten ne istiyor yahu?" diye sorduğunu işittim. Çoğu yurttaşımızın bu slogandan ötürü aynı duyguya kapılmış olduğunu tahmin etmek zor değil. Tıpkı sözünü ettiğim esnaf gibi, milliyetçiliği olumlu bir değer sayıyor insanlar çünkü. Sorgulandığına hiç rastlamamışlar.
   Son bir nokta olarak, 'milliyetçilik'teki üstünlük öğesinin yalnızca diğer milletlerle ilgili olmadığına dikkat çekmeliyim: Boyut üstünlüğü de içeriyor bu kavram. İnsan yaşamının boyutlarından ya da var olma biçimlerinden 'bireysel, aileyle ilgili, yerel, topluluksal, bölgesel, ulusal, evrensel' dizisi içinde, 'milli/ulusal' olanı üstün saymak anlamını taşıyor. Ünlü '-ist/ -ci' sonekinin marifeti bu: öncelik tanımak ya da üstün saymak anlamını katıyor eklendiği sözcüğe.
   Bencilin 'ben bencilim' dememesi gibi, diğer milletler karşısındaki üstünlük duygusu da dolaysız bir biçimde dile getirilmiyor. Yaygın olan, övünme biçimindeki görüntüleridir daha çok. Her birimiz dünyaya bedelizdir vb. Çerçeve böyle olunca, "Dünya milletler ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi" sözündeki "aile"den kastımızın da, yoksul ve ezik yakınlarımızı içerdiği yorumu yapılamaz bence. Buradaki eşitlik iddiamız, küresel gidişatı belirleyen parlak milletlerin 'ailesi'ne yöneltilmiştir; 'eşitler arasında daha eşit' olanlara.


&
Bir TSE yayınında açık ırkçılık[17]


   Bir TSE (Türk Standartları Enstitüsü) yayınındaki açık ırkçılıktan söz edeceğim. Tam on dört yıldır süren bir ayıp belki düzeltilir ve özür dilenir umuduyla.
   Konuyu ilk kez Mıgırdiç Margosyan, 19 Temmuz 1996 tarihli Agos gazetesindeki "Zurna" adlı köşesinde yazmış. Ben o yazıyı görmemiştim. Margosyan, günlük Evrensel gazetesindeki "Kirveme Mektuplar" adlı köşesinde geçen yıl yeniden yazdı konuyu; 22 Haziran 2007'den başlayıp yedi hafta süren bir dizide.
   Söz konusu olan, bir tür 'insan standardı'dır: Ermenilerin standart kişiliği nedir, Yahudilerin standart kişiliği nedir, Türklerin standart kişiliği nedir vb.
   TSE (Türk Standartları Enstitüsü) yayını. Kitap Adı: "Türk ve Türklük". Yazar Adı: Ömer Naci Bozkurt. S. no: 1. Basım Yılı: 1994. UDC 930(560) BO. Konusu: TARİH-TÜRKİYE.
   Margosyan'ın 19 Temmuz 1996 tarihli yazısının, bir utanç, kınama ve özür tsunamisi yaratmadığını biliyoruz. Onun ardından galiba yalnızca Nebil Özgentürk yazmış konuyu. Özgentürk, internette bulduğum 6 Nisan 1997 tarihli Sabah gazetesindeki "Onları seviyoruz..." başlıklı yazısında, Ermenilere yönelik bir başka ırkçılık örneğini kınarken, söz konusu TSE yayınını da kınıyor ve Margosyan gibi o da mahut kitaptan şunları alıntılıyor:
   "Türkiye'de sizi aldatan birine mi rastladınız, bilin ki bu muhakkak Ermeni'dir."
   "Bir Türk'e mi iş yaptıracaksınız, mukaveleye lüzum yok, sözü kâfidir. Ama Rum veya başka bir Hristiyan'la iş yapacaksanız mukavele yapınız. Ermeni ile yazılı veya sözlü hiçbir mukavele yapmayın. Zira onların yalan ve hilelerine karşı hiçbir mukavele garanti sağlayamaz."
   Kitapta ayrıca Yahudilerin "azınlık ve dönme ırkçılığı"yla, Kürtlerin bölücülükle, Ermeni ve Rumların hırsızlıkla damgalandığı anlaşılıyor.
   Ben neden şimdi yazıyorum peki bunları? Kitap, TSE'nin yayın listesinden hâlâ çıkarılmadığı, gereken özür açıklaması hâlâ yapılmadığı için. Bugünlerde 'standart' kavramının dil alanındaki yerinden söz eden bir yazı tasarlarken, bu 'insan standardı' zihnimde gerilere itemeyeceğim kadar önlere çıktığı için. Gecikmiş olarak yazıyorum gerçekte. Ve her gecikme ayıbın sürüp gitmesine katkıda bulunduğu için, utanarak.
   Birisi daha yazmıştı: Keşke azınlıkların haklarını çoğunluklar, zayıfların hakkını zayıf olmayanlar savunsa. Türkiye Kürtlerinin hakkını Türkler, Almanya ve Yunanistan Türklerinin hakkını Almanlar ve Yunanlılar, sakatların hakkını sakat sayılmayanlar, kadınların hakkını kadın olmayanlar, eşcinsellerin hakkını eşcinsel olmayanlar, Afroamerikalıların hakkını diğer Amerikalılar savunsa vb. Bu işler, insan hakları savunucularıyla, 'bir kısım aydınlar'la ya da mağdurun mahallesiyle sınırlı kalmasa.
   Biraz ütopik görünebilir ama, düpedüz ahlaki bir mesele bu.
   Gerçeklik bize her an her tür etnik gruptan, her tür insanın ve davranışın çıkabildiğini gösterirken yukarıda alıntıladığım cümlelerin yazılıp yayımlanmasının tek adı olabilir: Açık ırkçılık.
   Hatalı TSE'den, o kitabı yayın listesinden çıkarmasını ve kamu önünde tüm yurttaşlardan özür dilemesini talep ediyoruz.
  

&
Ayıp
                                    TSE'den ses seda çıkmadı[18]

   14.8.2008 tarihli yazımda, Türk Standartları Enstitüsü (TSE) yayını olan ve içinde açık ırkçılık yapılan "Türk ve Türklük" adlı kitaptan söz etmiştim. Okurlar ilgilendi ama, resmî ilgililerin dikkatinden kaçmış olmalı ki onlardan ses çıkmadı. Bir yanıt alıncaya kadar yinelemek niyetindeyim ben bu çağrıyı:
   TSE'den, o kitabı yayın listesinden çıkarmasını ve kamu önünde tüm yurttaşlardan özür dilemesini talep ediyoruz.


&

Ayıp
TSE'den yanıt geldi.[19]

   14.8.2008 tarihli yazımda, Türk Standartları Enstitüsü (TSE) yayını olan ve içinde açık ırkçılık yapılan "Türk ve Türklük" adlı kitaptan söz ederek, TSE'den, o kitabı yayın listesinden çıkarmasını ve kamu önünde tüm yurttaşlardan özür dilemesini talep etmiştim. TSE Genel Sekreteri Mustafa Ağuş'tan faks yoluyla bir yanıt geldi.
   Yanıtta, kitabın 1994 yılında Enstitü Müdürü Mehmet Yılmaz Arıyörük'ün bilgisi dahilinde, merhum Ömer Naci Bozkurt tarafından kaleme alınmış olduğu bildirildikten sonra şöyle denmiş:
   "14 yıl önce yazılmış ve tamamıyla yazarına ait olan bilgi, belge, görüş ve düşüncelerin yer aldığı bir kitapta yazılanların TSE'ye mal ediliyor olmasının üzüntü verici olduğunu ifade etmek isterim.
   Söz konusu kitap, basıldığı yıl tükenmiş ve yeniden bastırılmamış olup Enstitümüzün yayın listesinde de bulunmamaktadır.
   Saygılarımla bilginize sunarım.
   Mustafa Ağuş
   Türk Standartları Enstitürü Genel Sekreteri"

   Türkiye Cumhuriyeti'nin devlet geleneklerine tam tamına uygun bir yanıt Mustafa Ağuş'unki: Kurumla ilgili kişisel sorumlulukları dar anlamıyla ele almak; hukukta dendiği gibi 'hükmi şahsiyet' olarak kurumun sorumluluğu konusuna ise hiç girmemek.
   Ağuş da, şimdiki yöneticilerin kişisel sorumluluğu bulunmadığını belli ediyor ve kitabın kimin zamanında yayımlanmış olduğunu bildiriyor, hepsi o kadar. "Üzüntü verici" bulduğu nokta, böyle bir kitabın TSE tarafından yayımlanmışlığı değil, yazılanların TSE'ye "mal ediliyor olması".
   Sayın yetkilinin, bu cümlesiyle, bir kitabın yayımlanmasında yayıncısının hiç payı yoktur demek istemediğini umuyorum. Kullandığı anlatım öyle ki, boş bulunsam, acaba hata bende mi diye kuşkulanacağım.
   Yeni bilgi olarak, kitabın yeniden basılmamış olduğunu ve yayın listelerinde bulunmadığını öğreniyoruz Mustafa Ağuş'un faksından. Gerçekten de, TSE'nin internet sitesindeki yayınlar bölümüne yeniden bakıyorum, kitap artık orada değil; en azından, ben göremedim. Konuyu yazdığım sıralar listedeydi, künyesiyle birlikte. Sessiz sedasız çıkarıldığı anlaşılıyor.
   Kitabın listeden çıkarılmış olması iyidir ama, sessiz sedasız çıkarılmış olması, kurumsal sorumluluk açısından bir gelişme olmadığını gösteriyor. Acaba bizlere "devlette devamlılık esastır" biçiminde yansıyan tutum, görevliler katında "kurumların hatasızlığı esastır" biçimini mi alıyor?
   Böyle bir tutum günümüzün demokrasi standartlarına ne derece uyar dersiniz? Irkçı içerikli bir kitabı yayımlamış olmak, kurum adına özür dilenmesini gerektirmez mi?


&

12 Eylül cezaevleri ve barış[20]


   Ali Sirmen Cumhuriyet'te 12 Eylül cezaevi anılarını anlatıyor. 15.8.2008 tarihinde yayımlanan bölümde şöyle diyor:

   "Okumaktan söz etmeyeceğim, bizim konumumuzdakilerin hemen hepsi için hapishane bir okuma cennetidir. Barışçılar için olduğu kadar, diğer siyasiler için de durum aynıydı."

   Mamak ve Diyarbakır için de aynı şeyin geçerli olduğu sanılmasın diye yazıyorum. Mamak Askeri Cezaevi'ni bir okuma cenneti kılmak için elimizden geleni yapıyorduk ama, bunu başarabildiğimiz anlar sayılıdır. 12 Eylül'ün Mamak Cezaevi, okumak meselesi dahil her açıdan tam bir cehennemdi. Oraya cehennem demekte ikircime düştüğümüz tek bir an olmuştu: Diyarbakır Cezaevi'nde olup bitenleri öğrendiğimiz zaman... Karar vermemiz uzun sürmemişti: Diyarbakır'ı anlatmaya cehennem sözcüğü yetmez, cehennemin yedi kat dibi demek gerekir. Kürt sorununun sonraki biçimlenmesinde büyük payı olan olgulardandır.
   Biz Mamaklı kadınlar, dayatılan "askerî tutuklu" statüsünü kabul etmeyip kendimizi "siyasî tutuklu" saydığımız ve ona göre davranılmasını talep ettiğimiz için, asker tutuklular gibi sabah akşam marşlar okumamız, tekmil verip talim yapmamız dayatıldığında bunları yerine getirmiyorduk. Direnme hakkımızı kullanıyorduk kısacası. Bunun karşılığı günde beş altı sefer coplarla ölümüne dayak, yataklarımızı deşip diğer eşyalarla birlikte koğuşun ortasına yığarak üstlerine mutfak malzemelerini boşaltmak gibi uygulamalardı. Bunlardan başımızı alıp da okumaya zaman ayırmamız gerçekten de cennet duygusunu uyandırıyordu bizde. Elbette, içeriye ders kitaplarından başka kitap alınmasının yasaklanmadığı o ender dönemlerde.
   Bireysel ceza olarak ayrıca tabutluk ve tecrit vardı. Bunun bir üst kademesi ise tabutluk denen hücrelerin zeminine su bağlanmasıydı, kış ayları dahil. Uyumak için uzanmak zorunda olduğunuz beton zemin bir metreye bir metre boyutlarında, üstelik bazen sürekli ıslak; battaniye verildiyse battaniye su içinde...
   Dayatmaları yerine getirip tutuklu birer er gibi davranan arkadaşlar da kurtulamıyordu kesintisiz işkencelerden. Amaç bizleri gerçekten asker yapmak değil, ezmekti çünkü. Ayrıntılar için, sevgili koğuş arkadaşım Pamuk Yıldız'ın "O Hep Aklımda" adlı kitabına başvurulabilir. Yeni baskısı, Penta Yay., 2007. Anlattıklarının tanığıyım.
   Kitap ve gazete yasağımızı kaldırdıkları okuma cenneti dönemleri hiç uzun sürmedi Mamak'ta. Mahkemeye ya da hastaneye giderken göz ucuyla bir gazete manşeti görenlerimiz, bir radyo sesi duyanlarımız, sevindirik olurdu.
   Anlaşılan o ki İstanbul Sağmalcılar'da o zamanki Barış Derneği tutuklularına siyasal tutuklu muamelesi yapılmıştır. Belki de çoğunun tanınmış kimseler olmasındandır. Ama dönemin bütün siyasi tutukluları için durumun aynı olmadığı unutulmasın.
   Bir de, o zamanki gibi şimdi de barış çalışmalarına ihtiyaç olduğu unutulmasın. O zamanlar hiç değilse ülke içinde savaş yoktu...
   Barış konusunda bir sitemim de Radikal yazarı Gündüz Vassaf'adır. "Cehenneme Övgü"nün unutulmaz yazarı, "barış hareketlerimiz"in inandırıcı olmadığını söylüyor:
   "ABD başkanı ülkesinde protestocuları gösterip, 'İşte bunun için Irak'da savaşıyoruz' diyor. Böyle bir hareket olmasa kendisi icad edecek ki, gerekçesine kılıf uydursun." (3 Ağustos 2008)
   Soru: Bush'un Irak'ta savaş karşıtları protesto gösterisi yapabilsin diye savaştığına inanacak bir tek Allah'ın kulu çıkar mı? İnandırıcı olmayan hangisi, barış hareketleri mi, Bush mu?
   Çifte standartlı ya da göstermelik barış hareketleri olabilir. Peki, böyleleri de vardır belki diye bırakalım mı yani ipin ucunu? Bush'a mı inanalım? Vitrin süsü müdür gerçekten barışçılar?
   Yeterince etkili olunamadığı konusunda haklı elbette Vassaf. Barışın türlü türlü karşıtları daha etkili görünüyor şimdilik. Yine de, Barış Meclisi'nin 1 Haziran 2008'de Kadıköy'de yaptığı ve 31 Ağustos 2008 Pazar günü Kadıköy dahil üç yerde yapacağı mitinglere bakan herkes, bunların süs olmadığını görmekte herhalde zorlanmayacaktır. Barışa susamış insanlar, kitleler halinde geliyor oraya. Ya da kitleler, insanlar halinde geliyor...


&

Bilmediğimiz barış[21]


   Herhalde duymayan kalmamıştır: Türkiye Barış Meclisi önümüzdeki pazar, 31 Ağustos 2008 günü, üç yerde "Kürt Sorununda Demokratik Çözüm" mitingi düzenliyor:
   Diyarbakır İstasyon Meydanı, saat 16.00;
   İstanbul Kadıköy İskele Meydanı (Tepe Nautilus'un önünden başlıyor), saat 14.00;
   Adana Uğur Mumcu İstasyon Meydanı (Mimar Sinan Tiyatro Alanı'ndan başlıyor), saat 16.00.
   Başka pek çok yerde, yürüyüşler, basın açıklamaları...
*
   1 Eylül Dünya Barış Günü bu yıl pazartesiye denk geliyor. Mitingler bu nedenle pazar günü. Pazartesi de gösteriler var: "Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu" ve "Savaş Karşıtları" gibi girişimler dahil İstanbullu barışçılar 18.30'da Beyoğlu Tünel'de buluşuyor.
*
   Dünya Barış Günü'nün kaynağı, 1 Eylül 1939. İkinci Dünya Savaşı'nın başladığı gün. O tarihte Hitler yönetimindeki Alman orduları Polonya'yı işgale girişmişti.
*
   'Barmak' fiilinin 'gitmek' anlamına geldiğini söylüyor Andreas Tietze'nin "Tarihi ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lugatı": 'Barışmak', 'bar-' kökünden işteş fiil; 'birbirine gitmek' anlamına geliyor. Barış da aynı aileden.
   Biz buna, 'birbirinin gerçekliğine varmak' diyelim.
*
   Her şeyden önce, sorun çözmede bir yöntemin adı barış: Zamanın bilinci yalnızca ona yettiği için, bencil çıkarlar öyle gerektirdiği için, ya da saldırganlık üstün geldiği için kaba kuvvete dökülmüş sorunları, kaba kuvvetin pençesinden kurtarmanın tek yolu.
*
   Erkek cinsindeki başta olmak üzere, saldırganlık eğiliminin ya da üstünlük güdüsünün üstesinden gelmek hiç kolay değil. Yüksek bir toplumsal bilinç düzeyi gerektiriyor.
*
   "Onurlu bir barış" sözünü 'kimsenin erkekliğine halel gelmesin' biçiminde anlayacaksak, bunu silaha başvuranların tümü için düşünmek gerekiyor.
*
   Barışın iyisi, kalıcı olanı. Yapılar gibi, sağlam bir temele dayananı. Bizim buradaki inşaatın çukuru derin, dinamitleyeni çok, durup seyredeni de az değil.
*
   Taraflardan biri, AKP, barışı din birliği temelinde sağlamak peşinde. Tekboyutçu.
*
   AKP gibi, seyredenlerin çoğu da tekboyutçu. Kötü matematikçiler gibi, denklemin tek bilinmeyenli olmasını istiyorlar. En büyük bizim boyut, başka boyut yok! AKP'ye göre, varsa yoksa sünni/Hanefi İslam! Kimine göre, ekonomi düzelirse Kürt sorunu çözülür! İşsizlik sona ererse Kürt diye bir şey kalmaz! Kimine göre, etnik sorun sınıf savaşını saptıran bir engeldir! Kimine göre, etnikçilik ABD'yle AB'nin marifeti! Kimine göreyse her şey eğitimde olup biter...
*
   Bana göre, Kürt sorunu temelde ideolojik/psikolojik bir eşiğin aşılması anlamına geliyor. Kürt olmak, Kürtlerin istencine aykırı olarak ikincilleştirilmiştir. Bunun son bulduğu an, eşik aşılmış olacak. Esas olarak, temelde bir yerde son bulduğunu hissettiğimiz an. Tıpkı diğer tüm ayrım eksenlerindeki gibi.
*
   "An" diyorum diye, 'bir anlık mesele' dediğim sanılmasın. Bir dönüm noktası var elbette; örneğin, iyi bir anayasa, eğitimin tüm aşamalarında Kürt diline gereken yerin ve önemin verilmesi, bir siyasi af çıkarılması; bunlar kaçınılmaz bir dönüm noktasını oluşturmakla birlikte, esas olan, barış çabalarının kesintisizliğidir. Bir kuşaktaki 'zihniyet devrimi', sonrakileri garanti etmiyor. Neyin kim tarafından ne kadar içselleştirildiği belli olmuyor.
*
   'İkincil' sözcüğü, 'madun'un Türkçesi. Madun (A uzun, U uzun), Arapça; İngilizcesi 'subaltern'. Egemenlik altında olan grup, anlamına geliyor. Fiil, 'ikincilleştirmek'. Kavramın toplumsal alandaki kullanımını Antonio Gramsci'ye, geliştirilmesini Ranajit Guha ve Gavatri Spivak'a borçluyuz. Tüm ayrımcılıklarda ikincilleştirme söz konusu: mağdur etme, üzerinde egemenlik kurma, egemenlikten dışlama... 
*
   "Kürt sorunu"ndan söz ederken "Kürtler-Türkler" ikileştirmesinden kaçınmak gerekir: Dışlayıcı ve çoğunlukçu bir ikileştirme bu.
*
   Bazı 1 Mayıslara ve barış gösterilerine kadar sızan o ırkçı "Kana kan" sloganını bir daha hiç duymamalıyız. Barış, ırkçılıkla en bağdaşmayan kavram.


&

"Ateş etme, konuş!"[22]


   Demokratik Toplum Partisi'nin (DTP) kapatılmasına karşı imza kampanyası açıldı. Metin şöyle:
   "DTP'yi kapatmayın, Vekillere dokunmayın!
   Siyasal demokrasinin sınırlarının kısıtlanması değil genişlemesi için, adalet duygusunun güçlenmesi ve yaygınlaşması için, Kürt sorununda demokratik barışçıl çözüm umutlarının körelmemesi için Demokratik Toplum Partisi kapatılmamalıdır.
   DTP'yi kapatmayın
   Vekillere dokunmayın!"
   Umarım, "Ateş etme, konuş!" diyenlerin sesi kesilmez, DTP kapatılmaz. İmza vermek için adres:


&

Yarın Avrupa Diller Günü.[23]


   26 eylüller Türkiye'de 76 yıldır Dil Bayramı, Avrupa'da ise 2001'den bu yana Avrupa Diller Günü olarak kutlanıyor.
   Türkiye'deki Dil Bayramı programlarına bakılırsa, kof törensellik cephesinde yeni bir şey yok: Avrupa Diller Günü'nün esamisi okunmuyor. Dil Derneği, AKDTYKTDK ve MEB, başka dillerle yalnızca onlardan nasıl kurtuluruz çerçevesinde ilgileniyor. Kürtçe ve diğer anadilleri zaten birer tabu, birer 'var olmayan dil'. Doğu illerinde 'anadili' diye kitlesel gösteriler yapılırmış, insanlar bu uğurda birbirine girermiş, ne gam...
   İngilizce, Kürtçe ya da Türkçe. Tümünün yeri aynı bizde; ya başımızın üstünde, ya ayağımızın altında. Kısacası, dillerin kitabımızda yeri yok. Belki de gerçekte kitap çantası diye bir yerimiz olmadığından.


&

                                    Savaş mantığına son verilmeli[24]


   PKK ve Kürt sorunuyla ilgili son olaylar konusunda, haklı olarak, ünlü "Ne yapmalı?" sorusunu gündeme getiriyorsunuz. Benim bu soruya vereceğim yanıtın özü şudur: Savaş mantığına son verilmeli, barışın ve gerçekliğin mantığına geçilmeli. Savaş mantığı bizi uçurumun kenarına kadar getirdi. Bundan ötesi yalnızca akbabalara hizmet eder.
   Savaş mantığı dediğim, silahtır, şiddettir, çatışmadır, baskıdır ve terördür. Bunlar tüm dünyada feodal dönemlerden kalma politika araçları. İyi eğitilmemiş bireyler gibi, demokratikleşmemiş devletler ve toplumlar da anlaşmazlıkları kaba kuvvet yoluyla çözme eğiliminde oluyor. Elbette buna güçlü çıkarlar, akbaba çıkarları ve erkeklik kültürü de ekleniyor. Demokratikleşme süreci gerçekte bütün bunlarla başa çıkma süreci.
   Bizim toplumumuzda 1920 devriminin sıcağındaki o kısa demokratik dönemin ardından devlet temel sorunlarda bir gizleme güdüsüyle baskı ve terör politikasını benimsedi. "İç düşman" anlayışı bugün hâlâ egemen.
   Oysa demokrasi tam da bu tür farklılıkların korkmadan bir arada yaşayabilmesi demek. Bizde ise sosyalistler, şeriatçılar ve “Kürt mürt”, “Ermeni mermeni” olanlar 'biz'den sayılmıyor. Fena halde içselleştirilmiş durumda bu mantık.
   Savaş mantığının en korkunç yanı ise kendi kendini besleyen bir mantık olmasıdır: En iyi savunma saldırıdır ilkesini benimsemiştir bu mantık ve başka çözüm yollarını tıkamaktadır. Öyle sanıyorum ki bizi uçurumun kenarına getiren de bu kısır döngüdür.
   Demokratik bir çözümden yana olan bütün kişi ve güçlerin talepleri ise bugün artık belirlenmiş durumda:
- Ateş etme, konuş! Bu talep acildir ve hem devlete hem de PKK'ye yöneliktir.
- Nefret yayma, eleştir! Bu talep, başta medya ve siyasetçiler olmak üzere tüm yurttaşlara yöneliktir.
- Gerçekliğe saygı duy! Kürtlerin var olduğu çok gecikerek kabul edildi. Daha fazla gecikilmeden:
1) Kürt ve diğer kültürlere ilişkin bilgilere yalnızca belirli ve dar alanlarda değil, toplumsal kültürün tüm alanlarında yer verilmeye başlanmalı.
2) Yeterince talep olan bütün diller hem eğitim konusu olmalı, hem de o dilde eğitimin yolu açılmalı.
3) Tüm alanlarda tam bir fikir özgürlüğü güvencesi ve duygusu sağlanmalı.
4) Yeni anayasada, Türk etnikçiliği olarak anlaşılabilecek sözler yer almamalı, tüm kültürleri kapsayabilecek bir temsiliyet gözetilmeli.
   Kısacası, Türkiye Barış Meclisi'ne kulak verilmelidir.


&

Oralarda kimse yok mu?[25]
  

   Diyarbakır Valisi, Türkiye Barış Meclisi heyetiyle görüşmeyi kabul etmemiş. Oysa tarihsel bir fırsattı bu: Barış Meclisi, çok sayıda ilgiliyle görüşerek bölgedeki sorunları saptamaya ve duyurmaya çalıştı.
   Barış Meclisi Sekretaryası'nın 28 Ekim 2008 günü açıkladığı "23-24 Ekim 2008 Tarihli Diyarbakır Ziyareti Değerlendirme Raporu", bir tür intifadaya benzeyen son olayların dipten gelen dalgalar olduğunu, kimsenin, ne DTP'nin ne de başkalarının suyu karıştırmasıyla yaratabileceği ya da denetim altına alabileceği türden olmadığını gösteriyor.
   Tepeden bakanlar ise, Süleyman Demirel'inden Recep Tayyip Erdoğan'ına, Deniz Baykal'ından Talabani ya da Barzani'sine kadar, basiretsizliğin son perdesini sergilemekle meşgul. Onlara barışa gidebilecek son yolları da elbirliğiyle tıkamakta olduklarını anlatabilecek kimse yok mu? Oralarda hiç kimse yok mu?

&

Bedeller ve ceremeler[26]


   Epey oluyor, İsmail Beşikçi çoğu zaman olduğu gibi yine cezaevindeyken, bir yazar, cezaevindeki birini eleştirmeyi etik bulmadığı için Beşikçi'nin yazdıklarını eleştirmekten kaçındığını ima eden bir şeyler yazmıştı. Beşikçi'nin buna verdiği yanıt, düşünce özgürlüğünün ve eleştirel düşüncenin neliği konusunda okuduğum en iyi metinlerden biridir.
   Ne yazık ki ilgili gazete kesikleri elimin altında değil. Beşikçi özetle diyordu ki, eğer her şeyi göze alarak yazıp çizmezsek, kendi fikir özgürlüğümüze kendi elimizle son vermiş oluruz; ben ne düşünüyorsam öylece yazıyorum, bunun bedeli hapiste yatmaksa, hapiste yatıyorum. Sizin eleştirilerinizden mahrum kalmayı da hak etmiyorum...
   Cümleler herhalde farklıydı ama içerik böyleydi. Bu sözlerde eleştirel düşünceye dair, temel önemde iki saptama yatıyor: Bedel meselesi ve mahrumiyet meselesi. Beşikçi Kürt sorununda bu toplumu eleştirilerinden mahrum bırakmadı ve bunun için kendisine biçilen bedeli ödedi. Meslektaşlarının ve Türkiye okuryazarlarının geniş bir kesimi, Kürt sorununda gerek Beşikçi'yi gerekse bu toplumu eleştirilerinden mahrum bıraktı, çünkü bedel ödemek istemiyordu. Giderek, karşı argümanların avukatına dönüşenler de oldu.
   Kürt sorunu demek, cumhuriyet dönemi Kürt politikasının yarattığı sonuçlar demek. (Öncesi de vardır elbette, ama devam eden dönem cumhuriyet dönemi olduğu için, bu sorunun ilk elden ilgilisi de odur.)  Beşikçi'den başka kimler hangi bedelleri ödedi ve ödüyor bu politikanın sonucu olarak?
    Beşikçi gibi, gerçeklikle ilgilenmeleri sonucu yazdıklarından dolayı baskı görenler, kovuşturulanlar, hüküm giyenler, yıllarca cezaevinde kalanlar;
   Anadilleri yasaklanıp horlananlar; o dilde konuştukça susturulanlar; bilmedikleri bir dille gittikleri okulda başarısız muamelesi görenler; anadillerinde okuma yazmayı cezaevinde öğrenenler;
   Kürt olma özgürlüğüne sahip çıktıkları için etnikçilikle, ırkçılıkla ve milliyetçilikle suçlananlar;
   Korucu olmayı kabul etmedikleri için köy meydanında kabir azabından geçirilenler; dışkı yedirilenler;
   12 Eylül'ün cezaevlerinde cehennem azabından geçirilenler; kafaları dışkılı sulara batırılıp her sabah kendi analarına küfre zorlananlar;
   Türkçe ya da Kürtçe çıkardıkları günlük gazeteler bombalanıp yerle bir edilenler, gazeteleri, dergileri ve kitapları -hâlâ- yasaklananlar;
   Musa Anter başta olmak üzere, Batman'da, Diyarbakır'da ve daha birçok yerde arkalarından vurulanlar;
   Ufukta başka tür bir mücadele yolu olmadığından yıllardır gerilla savaşı vermek için dağlarda yaşayan, ölen ve yaralananlar;
   Ufuklarında başka tür bir davranış yolu olmadığından yıllardır PKK'ye karşı savaşan, ölen, yaralanan ve sakat kalan askerler;
   İntihar bombacıları dahil, terör eylemlerinde ölenler, yaralananlar, sakat kalanlar;
   Her parti gibi bir amblemi ve bayrağı olan partilerinin bayrağına, düşman devlet bayrağı muamelesi yapılanlar;
   Milletvekili seçildiklerinde bile geleneksel renkleri ile anadillerini kullandıkları için Meclis'te yaka paça edilip bölücülükten cezaevine atılan Leyla Zana, Hatip Dicle,  Orhan Doğan, Selim Sadak...
   Eminim bu korkunç listenin bile çok eksiği vardır.
   Bedel konusunda tarihsel bir söz: Leyla Zana, Hatip Dicle, Orhan Doğan ve Selim Sadak, on yıldan fazla süren hapisliklerinin ardından 19 Haziran 2004 tarihinde Ankara'da bir açıklama yapmıştır. Bu söz o açıklamadan:
   "İnsan hayatında verimlilik ve üretim açısından oldukça önemli olduğunu düşündüğümüz kayıp yıllarımızı; demokrasi, barış ve özgürlük adına ödenmesi gereken bir bedel olarak algılıyor ve bu bedelin Türkiye'nin demokratikleşmesine katkıda bulunduğuna inanıyoruz."
   Kürt sorununa yukarıdan bakanlarla aşağıdan bakanlar bambaşka şeyler görüyor. Yukarıdan bakanların büyük bir bölümü, ABD ve Britanya emperyalistlerinin jeostratejik hedeflerinden başka bir şey görmüyor; kişi refiğini kendi gibi bilirmiş.
   Kişisel olarak, yukarılarda çevrilen dolapları görmezden gelen bir zihniyeti de anlamakta güçlük çekiyorum. Kürtler onyıllar boyunca Saddam-İran-Türkiye üçgeni tarafından görünmez adam olmaya, yok olmaya zorlandı. Bu amaçla, kıyım dahil kullanılmayan yöntem kalmadı. Bu yol Irak Kürtlerini ABD'nin tuzağına iten yol...
   Barış Meclisi'ni destekleyiniz. Türkiye Barış Meclisi, bu yolda biraz daha ayak direnirse olabileceklerin önüne geçmeye çalışıyor.


&

Bilime ve barışa olan borcumuzdur 
Erdal İmrek’in sorularına yanıtlar[27]

Üniversitelerde Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümleri açılması için, TBMM’ye verilen kanun teklifi tartışılıyor. DTP Siirt milletvekili Osman Özçelik’in Meclis’e sunduğu İstanbul ve Dicle Üniversitelerinde Kürt Dili ve Edebiyatı bölümlerinin açılmasına ilişkin kanun teklifi üniversitelerde tartışılmaya başlandı. Mardin Artuklu Üniversitesi Rektörü bu yönlü bir çalışmalarının olduğunu ve YÖK’e başvurmaya hazırlandıklarını söylerken, birçok üniversite rektörü de yapılacak yasal düzenlemeye göre hareket edeceklerini belirtti.
........................

Alpay: Gecikme için özür dilenmeli

Necmiye Alpay da, Kürt Dili için, 2008 yılında meclise bir teklif verilmiş olmasının, kuruluşunun üzerinden 85 yıl geçmiş olan bir cumhuriyetin, kendi coğrafyasında en çok konuşulan ikinci dil üzerinde bunca yıl boyunca hiçbir çalışma yapmadığı anlamına geldiğini belirtti.
   Bütün bu süre içinde Kürtçe’nin ve Kürt kültürünün varlığının bile yadsındığını, zaman içinde silinip gideceğinin umut edildiğini belirten Alpay, “Bu amaçla olmalı, o dilin merak ya da ilgi konusu edilmesi, hatta genel bir bilimsel çerçeve içinde iki dillilik sorunlarına eğilinmesi bile ihanet havaları estirilmesine yetmiştir” şeklinde konuştu.

Dilbilimciler yapmalıydı
   Kürtçeyle ilgili görevin bir siyasal partiye, hem de ağırlıklı olarak Kürtleri temsil eden bir siyasal partiye düşmüş olmasının utanılacak bir durum olduğunu belirten Alpay, “Bu konudaki öncülük, alanın birinci elden ilgililerine, yani filologlarla, dilbilimcilere düşerdi. Ama ne yazık ki ağır baskılar, ihanetle suçlanma ve işinden edilme korkusu gibi nedenler, bilim insanlarının bu konularda öne çıkmasını büyük ölçüde önledi. Böyle bir ortamda İsmail Beşikçi gibi bir toplumbilimcinin çıkabilmiş olması bir mucizedir” dedi. Türkiye bilim tarihine daha fazla olumsuzluk eklenmesini istemeyen her okuryazar ve her akademisyenin, cesaretini toplayıp konuya sahip çıkması gerektiğini ifade eden Alpay, Kürt Dili ve Edebiyatı bölümlerinin kurulması için yasa çıkmasının da yeterli olmayacağını söyledi. Uygulamaya dair bazı önerilerde bulunan Alpay, Türkiye düzeyinde, konunun tüm boyutlarıyla ele alınacağı sempozyum ya da kurultay biçiminde bir dizi çalışmanın yararlı olacağını ifade ederek, “Öncülüğü ve evsahipliğini bu konuda çalışmaları olduğunu bildiren Mardin Artuklu Üniversitesi ile bir İstanbul ya da Ankara üniversitesi birlikte üstlenebilir” dedi.
“Her durumda, Kürt Dili bölümlerinin kurulması ve geliştirilmesi yönünde gösterilecek çabalar, hem bilime hem de barışa olan borcumuzun yerine getirilmesi anlamına gelecektir” diyen Alpay, “açılacak ilk bölümün kapısına zarif bir de plaka çakmalıyız bence: ‘Gecikmemiz nedeniyle özür dileyerek, Kürt diline derin saygılarımızla’ imza gerekmez, yeter ki imzayı bilelim; Türkiye toplumu” şeklinde konuştu.(İstanbul/EVRENSEL)

&

Vicdani ret[28]


"Bedeller ve ceremeler" başlıklı yazıda, Kürt sorunuyla ilgili olarak bedel ödeyenleri bir arada anmaya-anımsatmaya çalışmıştım. Atıl Ulaş'tan aldığım mektupta, vicdani retçileri unuttuğum için sitem ediliyor. Şöyle diyor Ulaş:
.......
"... aşağıda alıntıladığım bölümde biz vicdani redcilere yönelik büyük bir haksızlık ya da en azından ilgisizlik var diye dusunuyorum.
'Ufuklarında başka tür bir davranış yolu olmadığından yıllardır PKK'ye karşı savaşan, ölen, yaralanan ve sakat kalan askerler;'
bizler vicdanımızı dinleyerek; kimseyle savasmamayı ve kimse için ölmemeyi tercih ettik. bunu da diğer insanlar ufuklarında böyle bir davranış yolu olduğunu bilsinler diye de yaptık. yıllardır bir çok arkadaşımız bu uğurda işkence gördü, tecrit edildi, hapis yattı. yani sizin deyiminizle bedel ödedi.
umarım bizi de duyar ve konuyla ilgili bir dahaki yazınızda anarsınız, ..."
.......
   Yazıda vicdani retçileri anmayışımın nedeni, onların Kürt sorunuyla bağlantısının dolaylı olduğunu düşünmemdi. Bildiğim kadarıyla vicdani retçiler yalnızca PKK karşısında değil, hiçbir koşulda asker olmak istemeyen bir felsefenin sahibi. Bu açıdan, Kürt sorunuyla bağlantıları, diğerleri gibi dolaysız değil.
   Bir başka açıdan bakarsak, anılmayı en çok hak edenler arasındadır elbette vicdani retçiler; insanlığın kendi kendisine önerebileceği en iyi ortak yaşam kavramlarından birine sahip çıktıkları, "haklı savaş/ haksız savaş" ayrımındaki soruna dikkat çektikleri için.
   Vicdani ret beyanında bulunmuş bir kişiyle ilk kez 1985 yılında karşılaşmıştım. Ege sahillerini gezmekte olan bir Alman turistti bu. Vergi tahsildarı bir genç adam. Vicdani reddin, yani inançları ya da yaşam felsefesi dolayısıyla askerlik yapmamanın Almanya'da yasal bir hak olarak tanındığını, ancak uygulamada bu hakkı kullanmanın hiç kolay olmadığını anlatmıştı.
   Uygulamadaki zorluk, geçilmesi gereken bir sınavla ilgiliydi. Hâlâ öyle midir bilmiyorum ama o zamanlar bu hakkı kullanabilmeniz bir sınavı başarmanıza bağlıydı. Sınav bir ruhbilimciler, toplumbilimciler ve felsefeciler ordusunun karşısında bir yığın ahret sualini sözlü olarak yanıtlamanız biçimindeydi. Reddinizin gerçekten iyi düşünülmüş bir dinsel ya da felsefi inançtan mı, yoksa düz bir haylazlıktan mı kaynaklandığını saptamaya yönelikti bu sınav. Sorular sizin açıklamalarınızdaki bilinç ve içtenlik düzeyini ölçme anlayışıyla düzenlenmişti. Tek bir soruyu bile yanıtsız bırakmanız başarısız kalmanıza yetebiliyordu ve zaten başaranlar devede kulak mertebesindeydi.
   Turist vergi memurunun anlattığı sorulardan birinin konusu, "Sophie'nin Seçimi"ndeki probleme benziyordu:
   Siz, anneniz ve kızkardeşiniz, bulunduğunuz geminin batması sonucu suların içindesiniz. İkisine birden yardımcı olmanıza olanak yok, yalnızca birine yardım edebilecek durumdasınız, diğeri okyanusun buzlu ve karanlık sularında kaybolacak. Ne yaparsınız?
   Elbette çok zorlanmıştı Alman arkadaş. Fena halde bocalamıştı. En sonunda bunun, yanıtı olmayan bir soru olduğunu bildirmişti. Diğer sorular da insana kök söktürüyordu ama onlara yanıt ve gerekçe bulunabiliyordu. Vergi memuru genç, sınavı başaran ender Almanlardandı.
   Türkiye'de ilk retçiyi 1989'da işittik, adı Tayfun Gönül'dü. Ardından başkaları da çıktı ve Atıl Ulaş'ın dediği gibi hatırı sayılır ceremeler çektiler, hâlâ çekiyorlar. Vicdani ret bir hak olarak Yunanistan dışında tüm AB ülkelerinde yasallaşmış. Barış izleği Avrupa Birliği'nin kurucu ilkelerinden ne de olsa. En azından, hem emperyal olmayan toplum kesimleri açısından, hem de kâğıt üzerinde öyle. Ama devletler kendi militarizmlerine bahane bulmanın ustası olmuşlar. Baş bahaneleri ise diğer devletler ve devlet benzeri örgütler.
Ayrıntılar için: www.savaskarsitlari.org


&

Barış ve karikatür[29]


Fransızların uluslararası kanalı TV5 uzun süredir her pazar Türkiye saatiyle 18.00'de "Kiosque" adlı bir program yayımlıyor. Gördüğüm en iyi televizyonculardan biri olan Philippe Dessaint'in yönetiminde, dünyanın çeşitli yerlerinden beş gazeteci, büyük bir hızla, haftanın başlıca olayları üstüne kendi ülkelerinde yapılan yorumları konuşuyor. En çok, Faslı, Hindistanlı, ABD'li, Rusyalı, Almanyalı, Çinli ve İsrailli katılımcıları görüyoruz. Türkiye'den ise çok ender olarak Ali Sirmen, ama genellikle, keskin beyanları ve değişmeyen beşuş çehresiyle Mine Kırıkkanat katılıyor.
   Kiosque arada bir gazeteci yazarlar yerine basın çizerlerini konuk ediyor. Son konuklar, "Barıştan Yana Karikatüristler"den Dilem, Plantu, Kichka, Kroll ve Caro'ydu: Sırasıyla, Cezayirli, Fransız, İsrailli, Belçikalı, İsviçreli karikatüristler. Bir yandan konuşup bir yandan çiziyorlardı. Aralarında tek bir kadın (Caro: Caroline Rutz) olmasından hareketle, tüm dünyada kadın karikatürcü sayısının azlığından söz ederlerken saydıkları birkaç ad arasında Ramize Erer de vardı.
  Ve karikatür ile barışın ilişkisi konuşulurken, savaş koşullarında karikatüristlerin tavır değiştirip değiştirmediğine değinildi. Birinci Dünya Savaşı sırasında karikatüristler genellikle kötü bir sınav vermiş, 1915'te kurulan Canard Enchainé dergisi gibi pek az istisnayla, resmî düşmana düşmanca davranmak konusunda kraldan çok kralcı olmuşlar vb. İsrailli karikatürcüyle Filistinli karikatürcünün aynı masada ortak şeylere gülmeleri ve bir ruh ortaklığı içinde olmaları iyi geliyor doğrusu insana.

Fikritakip
------------
20 Aralık, "Devlet Cinayetlerine Karşı Uluslararası Eylem Günü". 2008 ilk. Çağrı Yunanistan gençliğinden.


&

Öz...[30]


Germili Kanıt


Gökte akşam yüksekliğine dalmak
tepelerin ürpertisiyle
pencereden aşarak
süzülen ova yeşil koyusu
yoncalığın ora bir kara nokta
karşı dağın yamacı, Karşılar
yemiş bolluğuna boğulmuş idi
arada dereden geçip tırmanıp
bağ bozumunda bahçeler talan
çit çalısı ekmeyi Ermeniler bilirdi
taze bağırsak içinde
bu çitler, bu bahçeler onlardan kalmış idi
Köyün Başı'nda dört konak, Konaklar
bahçesinde mermer havuz
yüz yıl var aşılanmış kayısılar
Mustafa emmi gibi (doğuşunda Digran)
sağlıklı ve saygındılar
Küçük Digran, kaç küçük Digran, boğazlanmaktan
kaçırıldı Türk anneler tarafından
köylüler bilir
gizli erdem, sır, suç ortaklığı
kesildi büyükler
kan aktı koca dere
arada dereden geçilir
Karşılar'ın bahçeleri, Konaklar'ın evleri
bozulmaz çitleri, dokunulmaz, saygı
olduğu gibi eskir
meyveleri yenir, yazın taze kışın çir
eken ellere hayır dua edilir
Germili'de gömülüdür iki halkın dostluğu
taze bağırsak içinde ekilidir
Gelsin bağ bozumu, aşılsın çitler
birlikte ağlanacak kan akan derelere
bir ad konulacak birlikte ölmelere
eski ve yeni
haramilere
*   *   *
Bu şiiri 1984 yılının Ocak ayında yazmıştım. Mamak Cezaevi'nde vahşet düzeyindeki uygulamalara karşı yaptığımız, kırk gün süren açlık grevinin ileri bir aşamasında, hayatımın bir film şeridi gibi gözümün önünden geçmesine benzeyen bir süreç içinde yazdığım inanılmaz miktardaki şiirsel metinlerden biridir. Ölüm sinyalleri alan organizma beyinde ve bellekte yoğunlaşıyor belki de, bilmiyorum.
Şimdi düşününce, bu şiir için bir başka tetikleyici daha buluyorum: Yakalanan bir Asala mensubunun, Mamak Cezaevi'ne getirilmesi ve onu idamının öncesindeki günlerde avluya çıkardıklarında uzaktan, kısacık bir süre görmüş olmamız.
Yalçın Küçük bu şiiri görünce, alıp 1987 yılının Temmuz ayında çıkan Toplumsal Kurtuluş dergisinin bir sayısında yayımlamıştı. (Evet, bildiğimiz Yalçın Küçük.)
Şimdi "Germili Kanıt"ı özellikle "bir ad konulacak birlikte ölmelere" dizesi için alıntılıyorum; çünkü, imzaya açılan özür metninde bana en önemli görünen noktalardan biri, 1915 olaylarına ortak bir ad konabilmesi oldu: Büyük Felaket. İnancım o ki, ortak bir adlandırma, konuşabilmenin, diyaloğun ve giderek barış dediğimiz şeyin temel taşlarından biridir. Tutunulabilecek bir daldır bu iki sözcük, düşmanlık düşkünü olmayan herkes için. Öncesi ve sonrasıyla 1915 gerçekten bir büyük felakettir.
*
Bana göre, Türkçede "Ermeni dölü" gibi bir küfrün varlığı, büyük bir felâketin açık işareti olarak, Türkçeyi sahiplenen herkes için yeterli bir özür nedenidir. Hiçbir koşulda şakaya gelmeyen, açıkça soya sopa dair bir küfür bu. Türkçedeki diğer ırkçı sözlerin hiçbirinin bu sözle kıyaslanabileceğini sanmıyorum. "Büyük Felaket" de tıpkı Kürtlük gibi yok sayılmasaydı böylesine utanç verici bir küfür herhalde dilimizde bu kadar yer bulamazdı. Hrant Dink'in katline giden akıldışı nefret birikiminin de önüne geçilmiş olurdu.
*
TBMM Başkanı Köksal Toptan, özür kampanyası için, "Tek yanlı olarak Türkiye'yi mahkûm etmeye çalışmak" demiş (22.12.2008 tarihli Radikal). Özür dilemek işteş bir fiil değildir ki iki yanlısı şart koşulsun: Tek yanlı bir fiildir ve taşıdığı erdem de esas olarak buradan kaynaklanır. Her tür pazarlıkçı ya da çıkarcı hesaplaşmayı dışladığı için erdemlidir, tıpkı sevgi gibi.
Özür metninde Türkiye'ye mahkûmiyet yok, eleştiri var: 'Büyük Felaket'e duyarsız kalındığı, olup bitenler inkâr edildiği için. Özür bunun için.
*
Bazı büyükelçiler, özür metnine karşı bildiri yayımladılar ve Asala terörünü anımsattılar. Asala teröristlerinin "Ermeni kardeşlerimiz"den olmadığını en iyi bilmesi gerekenler büyükelçilerdir oysa. Özür metni, "Ermeni kardeşlerimiz" demektedir. Cinayet işleyenler, ırkçılar, faşistler ve savaş kışkırtıcıları kardeşimiz olamaz. Kökeni ne olursa olsun.
*
Tepkiler, onyıllardır nefret biriktirmiş bir gerilimi gösteriyor. Belli ki bu gerilimden  nasıl çıkabileceğimizi düşünmeyip yalnızca  nefrete gerekçe bulmayı iş edinmiş olanların zihninde, işittikleri ya da okudukları her "Ermeni" sözcüğü "soykırım", dolayısıyla düşmanlık olarak yankılanmaktadır. Buna başta Halaçoğlu olmak üzere bazı tarihçiler dahil. Dünya Ermenilerinde iyi etki bırakabilecek her davranışı otomatik olarak kötü bulmayı görev biliyorlar.
*
"Yurttaştan yurttaşa" ilkesi iyi bir ilke. Tıpkı eğitim kültürümüz gibi, fena halde tek yönlü olan, yani babadan oğula, devletten yurttaşa, yukarıdan aşağıya işleyen, bu nedenle de feodaller gibi kasılıp kalmış olan siyasal kültürümüzün çokyönlülük atılımına ihtiyacı var. Bütün dünyada öyle ama, bazı yerlerde daha fazla öyle.


&

Kürt sorunu: Barışa bir şans verin[31]


   Bu toplantının üst başlığı, "Marksizm 2008". Kürt sorununa bakış ile Marksizmin birleştiği ya da kesiştiği noktalarda odaklanmak için iyi bir olanak. Emeği geçenlere teşekkür ederiz.
   Konuşmacıların adları duyurulurken, benim adımın yanına Barış Meclisi üyesi olduğum yazılmış. Bu da, benden Barış Meclisi'nin yerine ve rolüne de değinmem bekleniyor demektir.
   Böylece konuşmamın planı ortaya çıkıyor: Önce, kendi deneyimimle de birleştirerek, son elli kadar yıldır Marksistlerin Kürt sorunu ile ilişkisine olabildiğince kısa tutarak değinmeye çalışacağım. Sonra bunun da ışığında Barış Meclisi'nden söz edeceğim.

Bakış açısının önemi: Kürtler/ Kürt olmayanlar

   "Türkiye'de temel çelişki burjuvazi ile proletarya arasında, baş çelişki ise Türk halkı ile Kürt halkı arasındadır." Bu tezi ilk kez 1969 yılında, Diyarbakırlı Öngören kardeşlerden, tiyatro yazarı ve yönetmeni Vasıf Öngören'den duymuş ve epey şaşırmıştım, çünkü baş çelişkiden kasıt, çözülmesi öncelikli olan, yani kısa erimde çözülmesi gereken çelişkiydi. Temel çelişki ise yapısal, yani uzlaşmaz nitelikte ve uzun erimli olan çelişkilere verilen addı.
   Bu anlayış, 1961 yılında kurulmuş olan, benim de üyesi olduğum Türkiye İşçi Partisi'nin (İP değil, TİP) anlayışına taban tabana zıttı. TİP, çok büyük ölçüde Sovyetlerin sosyalizm deneyiminin etkisinde olduğundan, "ulusal sorun"u devrimin çözeceği fikrindeydi ve o zamanki siyasal ortamın elverdiği ölçüde bu yönde hazırlık çabası gösteriyordu.
   Bu uzun erimli hazırlık perspektifi Kürt arkadaşların ve Kürt halkının beklentilerine tam olarak karşılık vermemiş olmalı ki, o zamana kadar TİP ve Fikir Kulüpleri içinde yer almış olan arkadaşlar 1969 yılında DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları) içinde ayrı olarak örgütlenmeye başladılar. Başlıca konu başlıkları, kabaca, çelişkiler meselesi, ulusal sorun ve örgütlenme sorunu etrafında toplanıyordu.
   Bu tartışmalar 1970'li yıllarda ve daha sonra da devam etti.
   Bugün dönüp o yılların deneyimine baktığımızda çıkarılabilecek olan derslerden en önemlileri şunlar gibi görünüyor bana:
   1) Çelişkileri dışlaştırıyorduk;
   2) Gerçekliğin yalnızca bir boyutunu, sınıf boyutunu öne çıkarıyorduk. Bu bir indirgemeydi. Diğer boyutlarla fazla ilgilenenleri, burjuvazinin ekmeğine yağ sürmekle suçluyorduk.

   O vakit bu vakit, bu bakış açısını kendini Marksist sayan kesimler ne kadar aşabildi, sormaya değer. Özellikle çelişkiler konusunda.
   Çelişkileri dışlaştırmaktan kastım, kendi içimizde çelişki görmek istemeyişimiz, gördüğümüz anda ise onu aşmak (aufhebung) yerine yok saymayı seçmemizdir. Oysa Marksizmin bir varlık felsefesi varsa, o da çelişkinin heryerdeliğidir, 'biz hariç her yerde' değil. Siz kendi iç çelişkilerinizi saptayıp aşmadığınızda, onlara uzlaşmaz çelişki muamelesi yaptığınızda, örgütünüz bölünüyor, "biz"iniz küçülüyor.
   İndirgeme sonucu dışladığınız boyutlar ise, somut durumun birer bileşeni olarak kendisini dayatıyor.
   1960'lardaki somut durum, Kürt arkadaşları bir kez daha ayrı örgütlenmeye itmişti. Kürtlerin Kürt olmaya ihtiyaçları vardı çünkü; bu onların kültürel yaşamlarında, sınıf meselesinin arkasına sığmayacak kadar birikip olgunlaşmış, ivedilik kazanmış bir sorundu. Tıpkı cinsiyetçilik ve inanç gibi, sınıfları kesen diğer bireysel ve toplumsal boyutlar gibi, özgün bir biçimde ele alınmayı hak ediyordu. Cumhuriyet boyunca yok sayılıp en ağır baskılara tâbi tutulmuş ve defalarca isyan etmiş bir halktı söz konusu olan.
   Cumhuriyet devrimi, bütün modern devrimler gibi halka barış vaadinde bulundu. Lenin'in "Ekmek, barış, özgürlük" demesi gibi, Mustafa Kemal de "Yurtta sulh cihanda sulh" diyordu. Bence dünya siyaset tarihinin en güzel sözlerinden biridir.
   Ne var ki barış kavramının bir de  "asayiş berkemal" anlamı var ki, cumhuriyetin "Yurtta sulh" ilkesi hızla buna dönüştü ve hâlâ da resmî makamlarca bu çerçevede anlaşılıyor. Sulh, sükûn.
   Dar anlamıyla barış ve bu açıdan bakıldığında Kürt sorunu.
.......
   Geniş anlamıyla barış: Barış kültürü ve Kürt sorunu.
.......


&

Ayıp[32]


TRT1, 24.12.2008'de yayımlanan “Şahların Labirenti” programında Maraş katliamının bir numaralı sanığı Ökkeş Kenger'i (Şendiller) konuşturmuş. Ökkeş Kenger o programda  katliamın suçunu Hrant Dink ve arkadaşlarına yüklemeye yeltenmiş.
   Tepkiler üzerine olmalı, programın internet sitesinden sessiz sedasız kaldırılmış o bölüm. Yetkililer açığa çıkan her ırkçılıklarını sessizce geçiştirmeye fazla alıştılar. Yurttaşlara açıklama borçlu olduklarını, böyle durumlarda sessiz kalmak diye bir hakları bulunmadığını fazla unuttular. Yanlışı kabul etmenin katkılarından ne kendilerini yoksun bırakmaya hakları var ayrıca, ne de kurumlarını. Açıklama ve özür bekliyoruz.
---
İran Azerbaycanlısı, kadın hakları savunucusu gazeteci Şehnaz Gulami'nin Tebriz'de yeniden tutuklandığı, kimseyle görüştürülmediği ve açlık grevine başladığı haberi, Radikal ve Birgün dışındaki gazetelerde yer bulamadı. Şehnaz Gulami, hepsi düşünce suçundan olmak üzere daha önce de birkaç kez tutuklanmış. Eşini yitirmiş olan Gulami'nin cezaevinde en kötü koşullarda tutulduğu ve 9 yaşındaki kızı Aynaz Hüsna'nın, hasta babaannesiyle kaldığı bildiriliyor.
İran yetkililerine ve Ahmedinecad'a çeşitli vesilelerle epey mektup gittiğini biliyorum. Bu vesileyle de gidiyor. İran'da kadın düşmanlığında azalma yok.
*
Barış

Hepimiz yine Filistinliyiz. İsrail, gücün esiri olmuş, Gazze halkını bire kadar kırmak istercesine saldırıyor. Gazze'de çocuklar öldürülüyor, kadınlar ortalıkta yok, evlerde çocuk doğurmaktalar, savaşa yeni kurban yetiştirmek için.
Kimin bu korkunç horozlanma kültürü? Erkekliğin, fetihçiliğin. Kimin bu kanlı bayram? Silahçıların, azgınlaşmış kârların.
Saldırganlara her yerden lanet yağıyor. Acilen ateşkes istiyoruz. Filistin ile İsrail, kesintisiz konuşmalara başlasın. Tanısınlar artık resmen birbirlerini, tanımak amacıyla konuşmaya başlasınlar. İsrail işgal ettiği yerlerden çekilsin. İşgal dışı sınırlarıyla İsrail'i İran dahil tüm devletler tanısın.
   Ve kimse "Kahrolsun İsrail" diye bağırmasın: Orada da barışçılar, barış için çalışanlar, ayrıca ülkenin yurttaşı olan Filistinliler var. Kahrolsun saldırganlar, diye bağıralım. Kan davası istemiyoruz! Barış istiyoruz! İki tarafta da barışçıları destekliyoruz.


&

                        Kürt Dili ve Edebiyatı bölümleri meselesi[33]

1- bildiğiniz gibi ankara ve istanbul üniversitelerinde kürt dili ve edebiyatı bölümlerinin açılması gündemde ve bir takım adımlar atıldı bu konuda... dil bölümünün açılabilmesi için harhangi bir zemin
hazırlanmadan ve bu konuda kapsamlı bir çalışma yapılmadan bölümlerin açıması kararı alındı..eğitmen yok, bir arge çalışması yok yeterli miktarda materyal yok, kısacası kürt dili bölümlerinin açılması için olmazsa olmaz zemin şu an itibariyle söz konusu değil ancak bölümler
açılacak. bu kararı ve doğuracağı sonuçlar hakkında neler söyleyebilirsiniz?

--  2 Ocak 2009 tarihli Radikal gazetesindeki habere göre, YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan, "meseleye bilimsel olarak yaklaşıyoruz" demiş. Böylelikle, Kürtçeyle ilgili resmi politikaların şimdiye kadar bilim dışı kalmış olduğu, dolaylı yoldan kabul edilmiş oldu. Bu bir yeniliktir ve demokratik mücadelenin bir başarısıdır.
   Ancak, bu kabulün hemen ardından, ikinci bir bilim dışı döneme gireceğimizin işaretleri de veriliyor. Şöyle:
   YÖK Başkanı, aynı konuşmasında, önce akademik düzeyde Kürtçe bilen insanlar yetiştirmeyi planladıklarını, bu amaçla da, Türk Dili ve Edebiyatı bölümlerinde olup Kürtçeyi çok iyi konuşanlardan yararlanmak istediklerini söylüyor. Başkan, TV'de izlediğim bir haberde de, Paris Kürt Enstitüsü'nden söz ediyor, böyle bir şey gerçekten varsa onlarla da temas edilebilir diyor. YÖK Başkanı'nın bu sözünde iki sorun var, ikisi de tipik:
   Birincisi, söylem sorunu. "Böyle bir şey gerçekten varsa" diyerek, muhataplarına güvenmediğini ortaya koyuyor. Ben kişisel tanıklıklarımdan, Kürtçeyle ilgili olarak da, bilimsel sıfat taşıyan kişilerin bile "böyle bir dil varsa" diye konuştuklarını biliyorum. Eğer böyle bir dil, böyle enstitüler yok ise, bu yokluk konusunda, imalarda bulunmak yerine bilimsel inandırıcılık taşıyan yayınlar yapılmalı değil midir? Dil değilse lehçe, lehçe değilse ağız olduğu, bilimsel çalışmalar yoluyla ortaya konulmalı değil midir? Böyle çalışmalar yapılmadı. Dolayısıyla, bu kuşkuculuk bilimsel kuşkuculuk değil, inkâr politikasından kopamamanın işaretidir.
   YÖK Başkanı'nın tavrındaki ikinci sorun, İstanbul Kürt Enstitüsü'nün çalışmalarından, mücadelesinden, yayınlarından, dilbilgisi kitaplarından, Zana Farqînî'nin sözlüklerinden, Diyarbakır'daki Lîs Yayınevi'nin çevirilerinden, Mehmed Uzun ve diğer modern Kürt edebiyatçılarından, Feqiye Teheran'dan vb. hiç söz etmiyor olmasıdır. Kürt kültürü konusunda, sıfıra sıfır elde var sıfırmış gibi konuşuluyor. Bu durum ikinci bir bilim dışı döneme gireceğimizin işareti olabilir.
   Umarım nesnel davranılır ve verili Kürt kültürünün hiçbir bileşeni için dışlayıcı olmamaya dikkat edilir, Zaza dili ve kültürü dahil.

2- daha önce kürtçe eğeitim öğretim istedikleri için yüzlerce öğrenci ceza aldı, okuldan atıldı ya da mahkemelere verildi, ancak şu anda devlet bu dil için bölümler açıyor. bunu nasıl okumak lazım.

--  Devletler hatalarını giderecek adımlar atmak zorunda kaldıkları zaman bunu olabildiğince sessiz sedasız yapmaya, kendilerini hatasız ya da ufak tefek hatalar yapan bir kurum olarak göstermeye yaşamsal bir önem veriyorlar. Kendi yurttaşlarını yüz verilirse şımarıp daha fazlasını isteyecek çocuklar gibi görüyorlar, tıpkı feodal babalar gibi.

3- kürtçeye ilişkin yasalarda ve devletin resmi uygulamalarında gerekli düzenlemeler yok, kürtçe hala 'bilinmeyen bir dil' olarak tutanaklara geçiriliyor. anayasal bir düzenleme yapılmadan fiiliyatta
böyle bir adımın atılıyor olması ne kadar sağlıklı ne kadar uzun süreli olur?

--  Yasalarda ve Anayasa'da gerekli düzenlemelerin yapılması, Kürtlerin yitirdiği güven duygusunu sağlayabilmek için vazgeçilmezdir. Hukuk devleti olmanın da bir gereğidir. Bunun yanı sıra, belki yasalardan da önemli olarak, inkâr zihniyetinin değişmesi gerekiyor. Gerçek bir barış istiyorsak, Türkçe ders kitaplarında Kürt kültüründen söz edilmesi bana en az diğer açılımlar kadar gerekli görünüyor, çocuklarımızın birbirini tanıması, bilmesi ve bilerek sevebilmesi için.
   Kürt sorununda açılımdan çok, bir atılım gerekiyor. Hükümetin amacı partisine iki ay sonraki seçimlerde oy kazandırmak değil de gerçek bir atılım ise, tüm kesimlerin katılımıyla sorunun bütün boyutlarını kapsayan bir demokratikleşme paketi hazırlanıp uygulanmalıdır. 

4- bilindiği üzere türkiye'de şu an kürtçe eğitim söz konusu değil ve bu açılacak bölümler  dışında da bu konuda bir çalışma yok. yani ilkokul ve liselerde böyle bir eğitim öğretim yok ancak üniversitede
bölüm açılıyor. bunu duvarlarını örmeden çatı kurmaya çalışmaya benzetenler de var. alttan gitmesi gerekirken, yukarıdan yani en son eğitim noktasında aşağı geliş var. siz neler düşünüyorsunuz. yapılan bu anlamda doğru bir tercih midir?

--  Kürt Dili ve Edebiyatı bölümleri ile Kürtçe eğitim birbirini tamamlaması gereken öğeler. Duvarların örülebilmesi için duvar örecek usta gerek! İşin iki yönü var: Sözgelimi, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'nde çok uzun süredir Çin Dili ve Edebiyatı, Rus Dili ve Edebiyatı gibi bölümler vardır ama bu diller eğitimin diğer aşamalarında yoktur, olması da gerekmez, çünkü ülkemizde bu dilleri  anadili olarak konuşan topluluklar bulunmamaktadır.
   Kürtçe için ise durum farklı. Kürt Dili ve Edebiyatı bölümleri, dilin ve edebiyatın incelikleriyle uğraşmanın yanı sıra, öğretmen de yetiştirir.
   Eğitim açısından, bu bölümlerin bir başlarına yeterli olmayacağı açıktır. Anadilinde eğitim, insanlar talep ettiği ölçüde vazgeçilmez bir toplumsal işlevdir. Bunun için Bulgaristan ve Yunanistan Türklerinin durumuna bakmak yeter. Oralardaki Türkler, ne zaman okulları açık, yayınları özgür, milletvekilleri rahat olursa o zaman mutlu olduklarını açıklıyorlar. Son derece haklılar. Bütün ülkelerdeki kültürel durum böyle. Aynı durum Kürtler için de geçerli. Anadilinde eğitim isteyen insanlara eziyet etmek ya da kovuşturmayla cevap vermek düpedüz zulümdür. Bunun yerine, yurttaşların eğitim tercihleri tam bir özgürlük içinde araştırılıp eğitimin ona göre düzenlenmesi gerekir. Açılacak ilköğretim, ortaöğretim ve yükseköğretim kurumlarının sayısı ve niteliği, taleplere ve ihtiyaçlara göre saptanır. Bana göre bu okullarda iki ve üç dilli eğitim esas olabilir.

5- trt 6'dan sonra bu bölümler de hemen seçim öncesine denk getirildi ve bir alelacelelik söz konusu. bu da bir seçim yatırımı mıdır acaba?

--  Yukarıda belirttiğim gibi, böyle bir olasılık var, çünkü kapsamlı ve kapsayıcı bir paket yerine cılız ve kısmi bir girişimle karşı karşıyayız. DTP, İstanbul Kürt Enstitüsü gibi çevrelerin dışlanması, bir seçim rekabeti manzarası çiziyor. Oysa dil alanı bu darlıkta bir politikacılığı kaldırmaz.

6- bir dilin üniversitelerde okutulabilmesi için bilimsel anlamda uygulanması gereken yöntem ve izlenmesi gereken yol nedir?

--  Benim bu konuda yapılmış bir çalışmam yok. Dilin okutulmasından ne kastettiğinize bağlı. Şu kadarını söyleyebilirim: Gerek eğitim dili konusunda, gerekse filoloji konusunda, Türkologlardan çok, uzmanlaşmış dilbilimcilerin, eğitbilimcilerin ve edebiyatçıların yetkili olması gerekir. Türkologların tecrübesi önemlidir, ama daha çok kendi alanıyla sınırlıdır.
   Son bir nokta: Zana Farqînî gibi hatırı sayılır yoğunlukta çalışmaları olan dilcilerin, resmî doktoraları olmasa bile öğretim görevlisi olabilecekleri unutulmamalı. Kaldı ki günümüz dünyasında akademik kuruluşlarda "yayın yoluyla doktora" adı verilen bir işleyiş de var. Gerek Avrupa'da gerekse ülke içinde yaşayıp çalışan bu insanların çalışmalarından ve birikimlerinden yararlanmamak, yaptıkları işi onurlandırmamak, büyük bir haksızlık ve dar politikacılık olur.


&

Vicdani retçiler[34]

Farklı siyasal eğilimlerden Yahudi ve Arap kadınların savaş karşıtı ortak bildirileri yayımlanıyor. “Siyahlı Kadınlar” ve çok sayıda İsrailli barış yanlısı kadın Filistin halkının yanında. Bence gerçek bir barış için umut varsa ancak bu sayede var: İhanetle suçlanmak pahasına verilen mücadeleler sayesinde.
   Bu arada "şministim"ler, İsrailli vicdani retçiler; orduya katılmayı ve şiddet kullanmayı reddeden, işgale karşı çıkmayı sorumluluk sayan İsrailli gençler. Ailelerinden, çevrelerinden ve devletten gelen tahmin edilebilecek baskılara karşı direndikleri için cezaevine atılmışlar. Seslerinin duyurulmasını İsrail barışçılarına borçluyuz. İsrail Savunma Bakanlığı'na yüzbinlerce kart gönderilip yalnız olmadığımız belirtilse gibi dileklerde bulunuyorlar. Özellikle de bugünlerde katılınmayacak gibi değil "şministim"lerin bu dilekleri. 18 Aralık'ta on binlerce mektup gitmiş zaten... Ek bilgi ve imza kampanyası için:


&

Kitap[35]


Kürt Sorununda Çözüm Önerileri, haz. Hakan Tahmaz, Kalkedon Yay., Ocak 2009.
Hakan Tahmaz, Kürt sorunuyla yakından ilgilenen, barış aktivisti bir yazar. Daha önce, Şemdinli'den Ankara'ya Kürt Sorunu adlı çalışması yayımlanmıştı. Kürt Sorununda Çözüm Önerileri’nde, 2008 odaklı bir güncel durum değerlendirmesi diyebileceğimiz Önsöz'ün ardından, Adalet Ağaoğlu'ndan Hatip Dicle'ye, Tayfun Mater'den Yıldız Ramazanoğlu'na kadar birbirinden farklı kesimlere mensup bir dizi barış yanlısı ve aktivistiyle yaptığı söyleşileri sunuyor Tahmaz. Çoğumuzun aklından geçen soruları soruyor.
   Bir küçük eleştiri: Bir yayıncılık ilkesi olarak, bu tür gün gün değişen gerçekliklerle ilgili çalışmalarda, her konuşmanın tarihi ve varsa daha önce yayımlandığı yer belirtilmeli bence; süreci gerçekliğe en yakın biçimde vermek ve tarihçilerin işini kolaylaştırmak için.


&

Barış[36]

Türkiye Barış Meclisi bu pazar, "Botaş Kuyuları Açılsın 'Faili Mechul'ler Bulunsun" sloganıyla, tek pankartlı bir kitlesel oturma eylemi düzenliyor.
Tarih: 22 Şubat 2009 Pazar
Saat: 12.30
Yer: İstanbul Taksim Gezi Parkı.
*
Ve "Cumartesi İnsanları" her cumartesi saat 12.00'de Galatasaray Lisesi'nin önünde kayıplarının bulunmasını talep etmeye devam ediyor. Bu hafta 204. kez.


&

Ayıp[37]

Akif Beki'nin 22 Şubat yazısında:
Diyarbakırlı çocuklardan bol bol söz ediliyor, duygu gösterilerinde bulunuluyor, dil ve eğitim sorunlarından çıt yok. Evrensel hukuk ilkeleri çiğnenerek büyüklerle aynı koşullarda aynı hükümlere göre yargılanan, hapisteki çocuklardan da tek söz yok. Faili meçhuller mi, o da ne? Yazı boyunca hınk, hınk ve hınk.
Ve Ahmed Arif, "Ahmet Arif"e çevrilmiş. Hem de iki kez.
Her cümlesi bir paragraf değerindeymiş gibi yazıldığından, mısır patlağı izlenimi uyandıran yazılar.


&

Sahici değişim[38]


Kürt sorununda AKP'nin ve herhalde devletin bütününün tek taraflı biçimlendirme anlayışı sonucu, bir türlü çözüm yoluna girilemiyor. Bu tek taraflı biçimlendirmenin adı, Kürtleri AKP'ye yamama politikasıdır.
   Başbakan Erdoğan, fethe çıkmış komutan diliyle "İzmir'i alacağız, Diyarbakır'ı alacağız" gibi sözler sarfetmek yerine yurttaşlara somut demokratik önlemlerden söz etse, TRT 6'nın açılışıyla aynı zamanda, başta Kürdoloji bölümü olmak üzere anadili, eğitim ve diğer kültür sorunlarıyla ilgili yasal, anayasal ve kültürel düzlemde kaçınılmaz olan tüm değişiklikleri yapsa ya da yapacağına ilişkin inandırıcı bir program ortaya koysa ve en önemlisi, bütün bunları tek taraflı değil, ilgili tüm kesimlerle diyalog içinde davranarak yapsa... O zaman bir çözüm yoluna girilmiş olurdu ve devlet de kendi mantığı içinde asgari tarihsel sorumluluğunu yerine getirmiş sayılırdı.
   Bu, hükümet ve devlet yönünden böyle.
   Kürt sorunuyla ilgilenen, ben dahil diğer yurttaşlar için ise, çözüm sürecine dahil olmak konusunda bundan on on beş yıl öncesine göre epey yol almış olsak da hâlâ bazı düğüm noktaları var. Bunların başlıcası, demokratik bir gelişmeden yana olanların yeterince birlikte davranamayışı ve bazı ketlenmelerdir sanıyorum.
   Barış Meclisi'nden Seydi Fırat'ın, 28 Şubat tarihli BirGün gazetesinde yayımlanan "Gerçek değişim" başlıklı yazısında bu ketlenmelerden birine değiniliyor. Seydi Fırat, Türkiye'den giden 100 kişilik bir grubun 15 Şubat'ta "Irak Kürdistanı Federal Yönetimi"nde yaptığı toplantıda katılımcıların çoktan resmiyet kazanmış olan bu "Kürdistan"lı adı kullanmakta zorlandıklarını yazıyor ve eleştiriler üzerine kullanmaya çalışanların da, "duygu ve düşünce yapılarında sarsılma" ortaya çıktığını söylüyor.
   Kürt sözcüğünü ilk kez yedi yaşımdayken duymuştum. Okul dönüşü, annemin arkadaşlarıyla komşularını her zamanki gibi çocuklarına sahip çıkmak üzere evlere dağılmak yerine odaya tıkılmış hep bir ağızdan heyecan ve üzüntüyle konuşurken bulmuştum. "Mahrumiyet bölgesi", "Kürt" ve "Kürdistan" sözleri havada uçuşuyordu. Haber yeni gelmişti: Küçük bir devlet memuru olan babam, "şark hizmeti" için Çemişgezek'in bir bucağına atanmıştı. "Mahrumiyet Bölgesi"nde beş yıl kalacaktık.
İnsanların kendi aralarında, bir durumun gerçekliğini dile getirme gerekliliği içinde başvurdukları adlandırmalardandı "Kürdistan". Halkın gayriresmî dilinde, özellikle de bölgenin çetin karanlığı kastedilmek istendiğinde, doğunun adı "Kürdistan"dı.
   Bizim gittiğimiz Germili bucağının kendisi ve köylerinin çoğu Kürt değildi. İki ya da üç uzak dağ köyü vardı Kürt olan. Bir de yaz mevsiminde, sarışın çocuklarıyla gelip geçen ve olağanüstü nefasette peynirler satan göçebe Şavak Kürtleri vardı. Germili'de, yine insanların kendi aralarında, bir durumun gerçekliğini dile getirme gerekliliği içinde, elbette çok seyrek olarak kullandıkları "Dersim isyanı" ve "Ermeni katliamı" sözlerini duyacaktım (bkz. "Bir Ucundan Herkes" başlıklı yazım, Ocak 2005 tarihli Virgül dergisi)...
  Seydi Fırat, çok haklı olarak, sözünü ettiği sarsılmayı, "Tekçilik politikasının Türkiye'nin toplumsal ve sosyal kesimleri üzerinde yarattığı ağır tahribat"a bağlıyor. Ama bence bunun yanında, demokrat çevrelerde yeterince dile getirilmeyen, bu nedenle de bilinç düzeyinde geliştirilmeden kalan bir olgu daha var sarsılma nedeni olarak: Savaşmış olanların durumu.
   TRT 6'da gülüp oynamak iyi güzel. Ama ya yakınlarını savaşta yitirenlerin ve gerek bedenleriyle gerekse ruhlarıyla yaralanmış olanların trajik acıları? Onların konuşulması, açıklanması gerekmiyor mu? Konuşulmadığı sürece, demagojik istismar, dolayısıyla kışkırtma konusu edilmeye elverir düğümler olarak kalmıyor mu bu olgular?
   Kendimizi Kürtlerin yerine koymayı öğrenmeye başladık. Ama silahlı mücadeleyle terör eylemlerinin sonucu olarak fiziksel/ruhsal sağlığını yitirenlerin ve onların yakınlarının yerine koymayı öğrenmeye başladığımız pek söylenemez. Onların Kürt düşmanı olmadıklarını, sonuçta tıpkı Kürtler gibi onların da yanlış politikaların kurbanı olduğunu biliyoruz. Bu çatışmada çok fazla "kirli savaş"çı çıktı. Kirli savaşçıların ceza görmesi gerektiğini herkes kabul edecektir. Onların dışındaki herkesin az ya da çok "zamanın ruhu" ya da "çağın bilinci" denen şeye göre davrandığı düşünülebilir. Abdullah Öcalan İmralı'daki duruşmalar sırasında herhalde boşuna özür dilememişti. Çatışmanın birincil sorumlusu devletin, ikincil sorumlusu özgürlük mücadelesinin yanlış politikalarıdır.
   Üçüncü sorumlu ise bizleriz, hepimiz: Bu toplumun tüm mensupları.
   İşimizin çok zor olduğu doğru, hâlâ akla karayı seçiyoruz ve bu arada her şeyi hâlâ çok fazla siyah-beyaz görüyoruz.


&

Leyla Zana niçin özgür olmalı?[39]


Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi eski Milletvekili Leyla Zana için yeniden on yıl ağır hapis cezası isteyince “Leyla Zana’ya özgürlük” kampanyası başlatıldı. Kampanya çağrıcılarının 16 Mart 2009 Pazartesi günü İstanbul'da düzenlediği basın toplantısı anaakım medyadan ilgi görmedi. Belki aynı gün, yığınla yabancı devlet yöneticisi su forumu için şehirde bulunduğu, ayrıca 16 Mart ve Halepçe kıyımlarının yıldönümü olduğu içindir. Oysa Zana'nın yazgısı da hepimizi ilgilendiriyor.
   Basın toplantısına katılan kampanya çağrıcıları arasında ünlü avukatlar var. Onların söyledikleri, Leyla Zana'nın durumunun bizim toplumumuzda demokrasi için bir tür turnusol kâğıdı olduğunu gösteriyor. Avukat Eren Keskin'e katılıyorum: Leyla Zana gibi farklı görüşleri olabilen kişilerin yargılanmadığı bir Türkiye istiyoruz dedi Keskin; Kürt sorununun çözümü ve demokratikleşme açısından, kimsenin görüşlerinden ötürü hapiste olmaması gerekiyor.
   Avukat Ergin Cinmen, düşünce özgürlüğü hem kişisel gelişimde hem de toplumsal gelişimde olmazsa olmaz koşullardandır ve toplumsal gelişmenin asal şartıdır, söz konusu düşünce, diğerlerimiz açısından ne kadar rahatsız edici olursa olsun, dedi: AİHM'nin temel kabul ettiği ilke budur. Hükümet AİHM içtihatlarını da göz önünde bulundurarak düşünce özgürlüğünün önündeki yasa engellerini bütünüyle kaldırmalıdır.
   Yazar Erol Özkoray, düşünce özgürlüğü yoksa, demokrasi de yok demektir, dedi: Yargıçların bir bölümü Anayasa'daki 26. maddeye dayanarak beraat kararı veriyor, 90. madde ise uygulanmadan kalıyor. 90. madde, altına imza atılmış uluslararası anlaşmalar ile aynı konudaki yasalar birbiriyle çeliştiğinde, anlaşmanın üstün tutulacağı ilkesini vazetmektedir. Uygulanması gereken hüküm budur ve Leyla Zana davası böyle çözülebilir.
   Yargılanacak bir söz aranıyorsa, şu ünlü "Ya sev ya terk et" sözü yargılanmalıdır, çünkü bu söz, ırkçılığın simgesi durumuna gelmiş olan Hitler'e aittir ve her kullanıldığında, yürürlükteki yasalar bile ihlal edilmektedir.
   Son olarak söz alan avukat Ayşe Batumlu da, yasalardan çok, uygulamanın önemli olduğunu belirtti: Düşünce özgürlüğünün kırmızı çizgileri olamaz...
Bu veciz basın toplantısında söylenenlere bütünüyle katılıyorum. Kampanyanın çağrısı şöyle:

"LEYLA ZANA’YA BİR İMZA VER!
Leyla Zana, Kürt ve kadın olmanın her türlü zorluğunu yaşamış bir insan.
Çok genç yaşta evlendi, çocuk sahibi oldu. Yine çok genç yaşta iken eşi cezaevine girdi, yıllarca cezaevi kapılarında bekledi.
Aktif politikaya girdi. Mecliste halkının sözcüsü olmak istedi. Ancak Kürt sorununa yönelik çözümsüzlük politikaları sonucu cezaevine girdi. 15 yıl ceza aldı. Cezaevindeyken hastalandı. Tahliye olmasına imkân sağlayan Adli Tıp raporunun varlığına rağmen tahliye olmak istemedi.
Cezaevinden çıktı, yıllarca ayrı kaldığı çocuklarına kavuştu. Bir yandan da fikirlerini toplumla paylaşmaya devam etti. Ancak şiddet yanlıları bir kez daha Leyla Zana'ya tahammül edemediler.
Leyla'ya yaptığı konuşmalar nedeniyle 10 yıl hapis cezası daha verildi. Dosyası Yargıtay'da.
Bu kez izin vermeyelim! Çünkü Leyla Zana ve onun gibi sistemden farklı olan, düşüncelerini dile getiren diğer insanlar hapishanede oldukça, bizler de özgür olamayacağız.
Bu metne imza vererek Yargıtay'ı Leyla Zana'ya ilişkin vermiş kararı bozmaya, TBMM milletvekillerini de, 'düşünceyi ifade' önündeki her türlü yasal engelli kaldırmaya davet edelim."

   Leyla Zana niçin özgür olmalı sorusuyla yakından ilgili bir kitabı da anmalıyım:
Faruk Bildirici, "Yemin Gecesi: Leyla Zana'nın Yaşamöyküsü", Doğan Kitap, Şubat 2008.
İlk çocuğunu on beş yaşındayken doğuran bu genç kadının "film gibi" hayatı ile Kürt sorununu iç içe anlatan, iyi ayrıntılandırılmış, başvuru kaynağı niteliğini kazanmış bir çalışma.


&

İkincil bir itiraz[40]


Baskın Oran Radikal 2'de son derece canlı bir dille güncel konuları düşünen yazılar yazıyor. Bunlardan sonuncusuna ikincil düzeyde olmak üzere bazı itirazlarım var.
   Kısa yani gazete boyu yazıların tehlikesi biliniyor. Yazar olarak her başlığı açamazsınız, bazen anlam farklılığına bile yol açacak kadar kırpmış olursunuz yazınızı. Okur olarak da bunu sezeriz, çoğu zaman yazılarda içimize sinmeyen noktaları dert edinmeyiz, önemli olan, yazının asıl meselesine ilişkin olandır. Ancak bazen epey bir tartı işi çıkar, üzerinde durmadan edemeyiz. Baskın Oran'ın son yazısıyla da böyle oldu, sonuçta, özellikle yazının bitiş paragrafına dair söz almadan geçemedim. Paragraf şöyle:

"AKP kendi derin devletini kuruyormuş. Nasıl olacak hiç anlayamadım ama, en kötüsünden farz et ki doğru. Kağnıyı öküzlerin önüne koymayalım. Her şey sırayla. Elinde silahla 20. yüzyıl başı usüllerini 21. yüzyıla dikte etmeye kalkan Derin Devlet'in defterini dürmekteyiz; 7. yüzyıl usulleriyle 21. yüzyılı etkileyebileceğini sanan silahsızlar çıkarsa onların mı defterini düremeyeceğiz?" (29 Mart 2009)

   Burada bana sorunlu görünen noktaların içinde yüzyıl hesabına dayalı düzçizgisel ilerlemecilik de var. Belki onun etkisiyledir, dolaysız politikaya ilişkin önerisinde "silahsızlar" sıfatını kullanıyor Baskın Oran.
   Ben böyle bir sınıflandırmanın, içinde bulunduğumuz uğrakta işe yarayabileceğini hiç sanmıyorum. Yasalar tarafından silahlandırılan, Türk Silahlı Kuvvetleri başta olmak üzere, polisler, korucular vb. epey "silahlı" güç var ve tümü de kutuplaşmanın arttığı dönemlerde demokratik devlet ilkesinden çok, kutuplardan birine taraf olmaya tehlikeli ölçülerde yatkın görünüyor. Tarihsel SA-SS örnekleri yeterince anıldı. Buralarda da, "Kahrolsun insan hakları" diye bağırılan kitlesel polis gösterilerinin, tabancalarını namlusundan tutup kaldırmış yürüyen öfkeli polislerin, Susurlukların, köyleri cehenneme çeviren korucuların vb. vb. olabildiğini gördük. Darbe deneyimlerimizin ve Ergenekon'un yanında lafı mı olur, denebilir belki. Ama hepsi iç içe bu oluşumların ve ben tablonun bir köşesine "silahsız" denince şaşırıyorum. Bizden başka, yani gerçek sivillerden (devletin ve devlet benzerlerinin dışında yer alan yurttaşlardan) başkasını "silahsız" diye nitelemek iyi bir yorum değil.
*
Fikritakip
   Savcılar ölüm kuyularıyla ilgilenmeye başladılar ama, erişkin hukukuna göre yargılanıp hapsedilen çocukları görmeye başlayamadılar.
   Herhalde Meclis'te de gündeme getirilmiştir; çok sayıda kişi bir çağrı imzaladı ve çağrı 5 Mart Perşembe günü bir basın toplantısıyla duyuruldu:

"Diyarbakır, Adana, Gaziantep, Şırnak, Van, Mersin ve diğer illerde yaşları 12 ile 18 arasında değişen, çoğu ilköğretim öğrencisi yaklaşık 500 çocuk sokak protestolarına katıldıkları, polise taş attıkları vb gerekçelerle tutuklu bulunuyorlar. Hapishanelerde aylardır adalet istiyor ve ailelerine, evlerine, okullarına dönmeyi bekliyorlar.
"Bu cocuklar Türkiye’nin de onaylamış olduğu Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne aykırı olarak 'yetişkin gibi' yargılanıyor ve hapis yatıyorlar.
"Haklarında istenen hapis cezaları dünyada yaşadıkları günlerin iki  katı kadar!"

Yapılması gereken, taş attılar gerekçesiyle toplanıp cezaevinde tutulan tüm çocukları salıvermek ve evrensel çocuk haklarının gerektirdiği tüm yasal düzenlemeleri hemen gerçekleştirmek. Çocukların cezaevinde tutulmalarından doğabilecek zarar hiçbir ölçüye gelmeyecek türden.
   Gelgelelim, yeterli yankı bulamadı bu çağrı. Acaba neden? Aşağıdaki zihniyet öğelerinden hangisi geçerli?
1) Bizim ülkemizde zaten çocuğun sürüsüne bereket, halkta çocuğun bini bir para.
2) Çocuk dediğin bir şeyden anlamaz, özel bir incelik filan gerektirmez.
3) Seçimler var, bir de bunlarla mı uğraşağız?
4) Filistin intifadasındaki gibi burada da çocukların yer edinip dünya kamuoyunda etkili olmaması için şimdiden caydırıcı olmak gerek.
   Bu maddelerin tümünün geçerli olmadığını kim ileri sürebilir? Adını koyalım: Yeni bir "inkâr ve imha" politikasıyla karşı karşıyayız. Bu kez inkâr ve imha edilen, çocukluk olmak üzere.
İletişim için:
*
Erzurum H tipi Cezaevi'nde açlık grevi devam ediyor. Siyasi tutuklu ve hükümlüler, sistemli bir biçimde maruz bırakıldıkları hukuk dışı ve onur kırıcı uygulamalara karşı başka çareleri kalmadığından, 23 Şubat 2009 günü başlatmışlar bu açlık grevini.
   Bugün (2 Nisan 2009 Perşembe) Ankara'da konuyla ilgili bir basın toplantısı var. Geçen yıl, cezaevlerinde yazılmış öyküleri ZulaMavi adlı bir kitapta derleyip yayımlayan ve telif parasından payına düşenle cezaevlerine kitap gönderen gazeteci Esra Çiftçi, konuyla yakından ilgileniyor:


&

Seçimler, inandırıcılık ve yararcılık[41]


Seçim sonuçlarının özgürlükçü, demokratik muhalif kesimler açısından ne ifade ettiğini bana da sorduğunuz için teşekkür ederim. Benim yanıtım, dediğiniz niteliklere özenen biri olarak, yalnızca kendi adıma olacak. İlk saptamam, şu özendiğimiz niteliklere sahip çıktığını söyleyen adaylar ile partilerin bu toplumda devede kulak mertebesinde kaldığı, ikincisi ise bölgeselleşmedir.
   Özgürlükçü demokratik muhalefetin devede kulak kalma nedenlerinin başında, kendi dışımız kadar içimize de bakmayı bilemeyişimiz geliyor bence. Kendi içimize bakmak deyince, birbirimizi yemeyi anlıyoruz daha çok. Oysa bu da kendi dışımıza bakmak anlamına geliyor. Aynaya bakarak "özgürlükçü" kavramının ne anlama geldiğini sorabiliyor muyuz? "Özgürlük ve Dayanışma Partisi" neden durmadan bölünüyor? Neden, partileşme ve bölünme için bunca enerji ve zaman harcanıyor?
   Belki de Türkiye'nin demokratları ve devrimcileri olarak özgürlük kavramıyla yeterince meşgul olmadık. Çeviri kaynaklarımızdaki "liberal" sıfatı da, "liberter" sıfatı da çoğumuza uymadı, uymuyor gerçekten. Bana da uymuyor. Ama bunca yıldan sonra "özgürlükçü" kavramını yaşamsal önemde sayar haldeyim ve bu kavramın sizin sorunuzda yer alması, hem de en başta yer alması da bu yaşamsallığın işaretlerinden biri.
   Günümüzün Kürtleri, kadınları, gençleri, LGBTT'leri, Alevileri, işçileri, aydınları, küçük esnafı, her tür azınlığı... Bunlar hep özgür olma ihtiyacı içinde. Dünya kültürü böyle bir ufuk yaratıyor hepimize. Çatışmalı ve kısıtlayıcı ortam ise ümüğümüze basıyor. Ama seçimlerde bu sorunlar inandırıcı bir biçimde ortaya serilmekten çok uzak kaldı. Yalnızca en dolaysız biçimde ortaya konulan Kürt sorunu ifade bulabildi. O da, ne yazık ki, çok büyük ölçüde yalnızca Kürtlerin oylarıyla...
   Halkın demokrat kesiminde gözlemlediğim bir yararcılığı da, üzerinde düşünülmesi gereken başlıca verilerden biri olarak kaydedeyim: Seçilme şansı olmayan adaya oy vermemek. Seçimleri bir ses çıkarma platformu saymıyor sevgili 'halkımız'.

Bölgeselleşmeyle ilgili bir iki notla bitireyim:
1) Kürt olma özgürlüğü talebi bölgesel olarak öne çıktı ve teyit edildi;
2) Cumhuriyet rejiminin baştan beri ağırlık verdiği kıyı bölgelerinde 'devlet partisi' CHP'nin damgası görüldü;
3) MHP'nin, Balıkesir başta olmak üzere, kıyı bölgelerini kuşatma politikası güttüğü anlaşıldı.




[1] 1.9.2006 tarihli Radikal Kitap.
[2]17.9.2006 tarihli Radikal İki
[3] 20.10.2006 tarihli Radikal Kitap.
[4] 3.11.2006 tarihli Radikal Kitap.
[5] 4.12.2006 tarihli Evrensel gazetesi ("Dosya" sorularına yanıtlar).
[6]21.12.2006 tarihli Radikal İki.
[7] 26.1.2007 tarihli Radikal Kitap.
[8]25.2.2007 tarihli Radikal İki.
[9]4.4.2007 tarihli Evrensel.
[10] 11.11.2007 tarihli Radikal İki.
[11] Kadının Umudu/ Hêviya Jinê dergisi, No.1, Ocak 2008.
[12] 27.1.2008 tarihli Radikal İki.
[13]24.3.2008 tarihli BirGün gazetesi. Gazeteci Hakan Tahmaz daha sonra Türkiye Barış Meclisi’nin Dönem Sözcüsü olacaktır.  Sırasıyla, Cengiz Güleç ve Metin Bakkalcı’dan sonra.
[14] Mart 2008 sonları.
[15] 25.5.2008 tarihli Radikal İki.
[16] 3.7.2008 tarihli Radikal.
[17] 14.8.2008 tarihli Radikal.
[18] 28.8.2008 tarihli Radikal.
[19] 4.9.2008 tarihli Radikal.
[20] 21.8.2008 tarihli Radikal.
[21] 28.8.2008 tarihli Radikal.
[22] 18.9.2008 tarihli Radikal.
[23] 25.9.2008 tarihli Radikal.
[24] 11.10.2008 tarihli Evrensel gazetesi, Forum sayfası.
[25] 6.11.2008 tarihli Radikal.
[26] 4.12.2008 tarihli Radikal.
[27] 5.12.2008 tarihli Evrensel.
[28] 11.12.2008 tarihli Radikal
[29] 18.12.2008 tarihli Radikal.
[30] 25.12.2008 tarihli Radikal.
[31] “Marksizm 2008” paneli, Bilgi Üniversitesi Dolapdere Yerleşkesi, 26 Aralık 2008.
[32] 1.1.2009 tarihli Radikal gazetesi.
[33] İsmail Yıldız'ın 3.1.2009 tarihli sorularına yanıtlar, DİHA.
[34] 8.1.2009 tarihli Radikal.
[35] 5.2.2009 tarihli Radikal
[36] 19.2.2009 tarihli Radikal
[37] 26.2.2009 tarihli Radikal.
[38] 5.3.2009 tarihli Radikal.
[39] 19.3.2009 tarihli Radikal.
[40] 2.4.2009 tarihli Radikal.
[41] 9.4.2009 tarihli Günlük gazetesi.