7 Şubat 2016 Pazar

Yaklaşma Çabası
*
İnsan hakları savunucularını kim savunacak?
*
Şubat 2016  #BarışİçinHerkes
*
Barış Açısını Savunmak, Metis Yay., Ekim 2015.
*
Barış, aştî, peace,  la paix,  السلم, la paz...
*
2014
Barış Eşittir... 
Bu blogdaki yazılarımı belki "Barış Eşittir" adlı bir kitap olur diye toparlamıştım. Kitap olamayınca buraya yükledim. Yükü uygun bölümler halinde yandaki "Sayfalar"a paylaştırdım. Önsöz aşağıda:
Önsöz
    1950’li yıllarda Türkiye NATO üyeliği çerçevesinde Kore Savaşı’na asker göndermişti. Oradan dönen gazilere mahallede “Koreli” denir ve ganimet olarak getirdikleri öteberi, paraşüt ipekleri filan, ilgi çekerdi. Ama savaşın korkunçluklarını dinlemezdik onlardan pek. Ne de olsa savaş çok uzaklardaydı ve onlar birer ordu mensubu olarak herhalde kahramanlar gibi davranmak zorundaydılar. Benim bildiklerim, madalya sahibi, saygın sayılan kimselerdi. Çok sonra öğreneceğim üzere, Kore Savaşı’na asker gönderilmesine ülke içinde büsbütün tepkisiz kalınmış değildi aslında. Çiçeği burnunda Barışseverler Cemiyeti asker gönderme işine karşı bir bildiri yayımlamış, bildiri nedeniyle dernek kapatılıp aralarında Behice Boran ile Muvakkar Güran’ın da bulunduğu barışçılar 15 ay hapis cezasına çarptırılmışlar, hamile olan Behice Boran bebeğini cezaevinde doğurmak zorunda bırakılmıştı.
   “Kore Nire?” 1970’lerde TKP Genel Sekreteri İsmail Bilen’in bu adı taşıyan bir kitapçığını okuduk. Kitapçıkta Kore’nin sosyalist bir ülke olduğu ve bizim geri bıraktırılmış halkımızın emperyalistlerle işbirlikçileri tarafından oraya sosyalizme karşı savaşmaya yollandığı yazılıydı. Bilen doğru söylüyordu. Gelgelelim, Kuzey Kore’nin sosyalistliği zamanla tartışmalı bir hal aldı ve sonuçta suya düştü. Bugün dönüştüğü hal ise, reel (ulusalcı) sosyalizmin taşıdığı faşizan potansiyellerin canlı örneği olarak işlev görüyor. Eşitlik ve özgürlük mücadelesinin tükendiği iktidar koşullarında ne sosyalizmden eser kalıyor, ne de sonuçta barış fikrinden.



Mart 1965, Ankara SBF-Hukuk fakülteleri önü, Kozlu işçileriyle dayanışma yürüyüşünün başlangıcı. En önde solda Kutlay Ebiri (pardesüsü kolunda), onun sağında Ömer Madra, Ömer'in arkasında ben, benim sağımda Ataol Behramoğlu ("Tarihî uyanış kurşunla durdurulamaz" pankartını taşırken), Ataol'un önünde Ümit Hassan (Ömer'le ikisi, Kozlu'da öldürülen iki işçiyi temsilen iki siyah pankart taşıyorlar), Ümit'in sağında İsmet Özel.

   Yayımlanmış ilk yazım barış konusuyla ilgilidir. Mülkiye öğrenciliğimin ilk yıllarında, ya Fikir Kulübü’nün ya da ömrü üç ayı bile bulmayan Barış Derneği’nin duvar panosu için yazmıştım, 1965 olmalı. Bugün elimde yok o metin, bir yerlerde var mıdır bilmiyorum. Hatırladığım kadarıyla Türkiye’ye uğramaksızın genel olarak barış kavramından, kavramın tarihsel hallerinden ve sosyalizmle olan bağlantısından söz eden bir yazıydı. Neden gerek duymuştum o yazıyı yazmaya, daha doğrusu o sıralar Türkiye herhangi bir savaş ya da çatışmanın içinde olmadığı halde neden bir barış derneğine ihtiyaç duymuştuk? Kendim için konuşacak olursam, “Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” başta olmak üzere savaşı anlatan romanların, Cezayirlilerin Fransa’ya karşı verdiği savaşla ilgili yayın ve çizimlerin, barış fikrini aydınlatan bazı kitapların ve elbette sosyalist arkadaşlarım ile Türkiye İşçi Partisi’nin (dikkat, İP değil, TİP) etkilerini hatırlıyorum. Savaşlar emperyalizmin saldırganlığından ileri geliyordu ve yeryüzünden ancak tüm dünyada sosyalizmin kurulup yerleşmesiyle silinebilirdi. Bütünüyle geleceğe odaklanmış gibi görünse de zihnimin belirleyicileri arasında belki en önemlilerinden biri, bir Balkan Harbi göçmeni olan babaannemin göç yollarında ve işgal yıllarında aile olarak çektiklerine ilişkin anlatısı ve annemin İkinci Dünya Savaşı yıllarında yaşanan kıtlıkla ilgili anlatılarıydı. Cumhuriyet ve Kurtuluş Savaşı konusunda okullarda öğrendiklerimiz evde anlatılanlara deva olmuş gibiydi ama, 1960’lı yıllarda ülkemiz artık geri kalmış ülkeler arasında yer alıyordu işte. Devlet bütçesinin büyük bir bölümü askerî harcamalara gidiyordu, dünyadaki ve bizim toplumdaki eşitsizlikler azalacağına artıyordu. Ve “Kurtuluş Savaşı”mızın gerçekte bazılarımız için pek de “kurtuluş” olmadığını çok sonra Kürt arkadaşlardan işitecektim.
   1965’te Barış Derneği’mizin yönetim kurulu olarak hepimiz Mülkiye öğrencisi ve Fikir Kulübü üyeleriydik[1]: Şahin Alpay (aramızda akrabalık yoktur), Sema Erder, Ömer Madra, Erdal Yavuz, Ayhan Başaran, ben, Kutlay Ebiri. Bir kısmımız aynı zamanda TİP üyesiydik. Birkaç yıl sonra kimimiz Leninist, kimimiz Maocu olacaktık ama, henüz bütün o farklılıklardan haberdar değildik. Kürt arkadaşlarımızla da aynı örgütlerin içindeydik, henüz DDKO’yu kurup kendi başlarının çaresine bakmaya yönelmemişlerdi. Birbirimizin etnik/dinsel kökenini bilmezdik ve önemsemezdik zaten, bu önemsemeyişi erdem sayardık, dikkatimiz yalnızca sınıf meselesine odaklanmıştı. Antiemperyalist mücadeleyi sınıf meselesinin bir uzantısı olarak görüyorduk. En azından, TİP’e yakın ya da üye olanlarımız için durum buydu. Behice Boran, Sadun Aren ve Mehmet Ali Aybar gibi parti yöneticilerinden etkileniyorduk ve onlar ne orduya yakındılar, ne CHP’ye ve Nâzım’ı hapsetmiş olan Kemalistlere, ne de başka herhangi bir ulusçu ya da egemen güce. Ancak, ertelemeci yıllardı onlar: Kürt sorununun çözümü de tıpkı kadın sorunu dahil diğer ayrımcılık sorunları gibi sosyalizmi kuracağımız zamanlara ertelenmişti. Sanıyorum bu toplumun gerçek tarihini bilmeyişimizde, devletin örtücülüğü kadar bu ertelemecilik de rol oynuyordu. Ufkumuzda sosyalizm vardı. Nâzım’ın Dünya Barış Konseyi üyesi olması, sosyalizmin bekası için barışa ihtiyaç olduğu fikri ve Vietnam halkının ABD işgaline meydan okuyan destansı direnişi gibi olgular, bir de 1950’lerin hapse düşmüş barışçılarına duyduğumuz gönül borcu, barış anlayışımızı biçimlendiriyordu. Militarizm, cinsiyetçilik ve insan hakları kavramlarından habersizdik. En azından kendim ve yakın çevrem için bunu söyleyebilirim. ‘İnsan hakları’ kavramını ancak 1970’li yıllarda öğrenecektik ama, tıpkı ‘feminizm’ kavramı gibi ‘burjuva ideolojisinin bir dalıdır’ damgasıyla birlikte. Üstelik, dünya insan hakları girişimlerinin CIA güdümünde olduğu, esas amacının sosyalizmi gözden düşürmek olduğu söyleniyordu ve galiba çok da boş değildi bu söylenti[2]. Her durumda, bu kavramlar ve temsil ettikleri kolektif mücadeleler yalnızca Türkiye’de değil, her yerde reel Marksizmin ve reel sosyalizmin dışında kalmıştır. Kalmasaydı, sosyalizmin yaşama şansı o ölçüde daha yüksek olabilirdi. Bana göre, Küba’nın ve Latin Amerika devrimci süreçlerinin geleceği de bu ölçütle biçimlenecektir.
   1965’e ve Barış Derneği’ne dönelim. Biz dernek çalışmalarına yeni koyulmuştuk ki, TİP yöneticisi hocalarımız bu işe son vermemizi istediler. Yasal harekete zarar gelmesinden korkuyorlardı: “Cuntacılar gençliği kullanmak istiyor”. Yönetim Kurulu’nun ve aslında girişimin başkanlığını yürüten Kutlay Ebiri’nin epey itiraz ettiğini, onu görevden alıp yerine Ayhan Başaran’ı getirdiğimizi hatırlıyorum, ancak derneğin kapatılacağı fikri giderek ağır bastı, dolayısıyla çalışmalara son verildi.
   Çok sonra, 1970’lerin ikinci yarısındaki devrimci yükseliş sırasında İstanbul’da Türkiye Barış Derneği kurulacak ve 12 Eylül askerî darbesi tarafından kapatılarak yasadışı örgüt suçlamasıyla yargılanacak, çok sayıda üyesi, bazıları üç yılı aşkın sürelerle olmak üzere cezaevlerinde tutulacaktı. Ben zaman ve mekân uyuşmazlığı nedeniyle o Barış Derneği’nin dışında kaldım, çünkü dernek İstanbul’da çalışıyordu, benim ise 1970’li yıllarım 78 Kasım’ına kadar Fransa’da ve sonrası Ankara’da geçti. Fransa’daki öğrenciliğim sırasında 1974 Temmuz’unda Türkiye Kıbrıs’a asker çıkardı. Bu konuyu, okumakta olduğunuz blogdaki bir yazıda anlatmış olduğum için burada ayrıca açmıyorum.[3]
   Türkiye Barış Derneği davası 1991’de sonuçlandı. 1990’ların ortaları olmalı, dernek yöneticilerinden bazıları herhalde derneği anmak amacıyla düzenlenmiş bir panelde konuşmacı olarak bir araya geldiler. Aralarında Reha İsvan, Ali Taygun ve Ali Sirmen’in de bulunduğu konuşmacıların hiçbiri Kürt sorunundan ve o sıralar on küsur yıldır sürmekte olan “düşük yoğunluklu savaş”tan tek sözcükle olsun söz etmedi. Türkiye’de ya da civarında herhangi bir çatışmanın olmadığı yıllarda barış uğruna örgütlenmiş olan bu insanlar belli ki şimdi kavramı yalnızca geçmişi anmanın bir vesilesi olarak görmeyi seçiyorlardı. Gerçi “Kürt” demenin o zamanlar hâlâ bir bedeli olabiliyordu ve daha bir süre öyle kalacaktı, ancak bence asıl eleştirilmesi gereken etmen şudur: Kendisini antiemperyalist sayan geniş bir geleneksel “sol”, emperyalizmi yalnızca dışsal bir olgu olarak düşünegeldi ve kendi ülkemizin emperyal yönünü görüp dile getirmekte gecikti, bir bölümü de hâlâ ya görmek istemiyor[4] ya da Osmanlıcıların emperyal eğilimlerini görmekle yetiniyor. Bu kadronun içinde, cumhuriyetin yürürlüğe koyduğu “Türk” tanımının etnik olmayıp hukuki olduğunu ve öylece korunması gerektiğini hâlâ savunan, hatta bu bapta emekli generaller ile Deniz Baykal’ı aratmayanlar var. Peki onların bu fikrini yurttaşlarımızın belirleyici bir kesimi kabul ediyor mu? Devletin bu dayatması belirleyici olan tüm kesimlerin rızasını aldı mı?
   Bu soru halka hiçbir zaman sorulmadı. Ne cumhuriyetin bir tür “asr-ı saadet” sayılan o ilk yıllarında, ne de daha sonra. Cumhuriyet yönetimleri bu soruyu sorup ortak bir yanıt inşa etmek yerine tekçiliği dayattılar, tüm halkları bir potada eritmeye giriştiler. Ne pahasına? Hatırı sayılır kültürel kayıplar, 1938 Dersim kıyımı, 1964 Rum tehciri, yirmi sekiz Kürt isyanı ve nihayet savaş, onbinlerce can kaybı ve yaralı insanlar pahasına. Devlet, insanları standartlaştırmak için alabildiğine zora başvurdu ve tıpkı okullar olmasa maarifi ne güzel idare ederdik diyen eğitim bakanının zihniyeti gibi, halklar ve diller arası farklılıklar olmazsa memleketi rahat idare edeceğinin planını yaparak asimilasyonu adım adım uygulamaya koydu.
   Standartlaştırma esasen kapitalizmin ve modern sanayi ile ticaretin başlıca özelliklerinden biridir. Bunu insanlara, hem de zor marifetiyle dayatmak ise faşizmin özelliklerinden biri. Cumhuriyete bu açıdan yakından bakılınca, ilk iki yılın ardından rejimin faşizan bir niteliğe büründüğü ve bu niteliğin dönem dönem ağır bastığı, 12 Eylül 1980 askerî darbesiyle ise düpedüz faşizme dönüştüğü açıkça görülebilir.
   1984’ün 15 Ağustos’unda başlayan “düşük yoğunluklu savaş”ın faşizan baskı birikiminden doğan bir patlama olduğu yeterince dile getirildi. Basıncın 1980 darbesiyle ulaştığı boyutlar artık büyük ölçüde biliniyor. Patlamanın fitilini kim ateşlemiş olursa olsun, zeminini hazırlayan devlet politikalarıdır. Uygun zeminin olmadığı bir toplumda isyan ya da devrim başlatmayı hiçbir dış güç başaramaz. Özgürlük mücadelesinde silaha sarılmanın doğru mu yanlış mı olduğu (Marx mı haklı, Fanon-Sartre ikilisi mi) tartışması da yapılabilir ve çok yapıldı. Ancak Kürt sorununda o tartışma geride kalalı, yani savaş başlayalı otuz yıl oluyor. Uzun zamandır, çatışmanın nedenlerini ve çözümlerini konuşmamızı ve koşullarını ortadan kaldırmamızı gerektiren aşamadayız, elbette iflah olmaz kıyıcılardan ya da ahmaklardan değilsek.
   Bu ihtiyacı duyan kimseler olarak 1990’lı yılların ortalarında İstanbul’da birbiri ardınca “barış inisiyatifleri” oluşturmaya başlamıştık. İnsan Hakları Derneği’nin öncülüğünde ve katkısıyla sorunu gündeme getiren irili ufaklı kadın toplantıları düzenlendi. Bir toplantıda, Diyarbakır’dan gelen beyaz tülbentli kadınlar yaşadıklarını Kürtçe anlattılar, genç kızlar çeviri yaptı. Onların gerçeğini dinlerken gözyaşlarını tutabilenimiz yok gibiydi. Belki de iki anadili, taşıdığı bütün ruhsal gerçeklikle ve birbirini çeviri aracılığıyla izleyerek ilk kez o toplantıda bir araya gelmişti. O sıralar “Kürt” ve “Kürtçe” sözcükleri üzerindeki yasak devam ediyor, Kürt sorunu kamu önünde konuşulamıyor, sırf bu nedenle açılan davalar hâlâ birbirini izliyordu. Bu bağlamda “barış” sözcüğü bile tepki görüyordu: “Başka bir devletle mi savaşılıyor ki barıştan bahsediyorsunuz?”
   ABD 2003 yılında Bağdat’ı yakıp yıkarak işgal ettiğinde barış meselesine küresel bir düzeyde bakma ihtiyacı öne çıktı. Halepçe Katliamı başta olmak üzere binlerce Iraklı Kürdü katletmiş olan bölgesel emperyal Saddam’ın sultasındaki Irak bu kez dünya düzeyindeki bir emperyal gücün saldırısına uğramış ve savaşta onbinlerce insan öldürülmüştü. 2003 yılında bir grup barış girişimcisi İstanbul’da “Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu”nu (KBAK) oluşturdu ve ABD’nin Irak işgali bir dizi miting vb. etkinlikle protesto edildi. Saraçhane’deki mitingde İpek Çalışlar ve Nadire Mater’le birlikte yürüdüğümüzü hatırlıyorum. KBAK bugün de etkindir, Türkiye’nin çoktan ülke sınırlarının dışına taşmış olan Kürt sorununda da tavır almaktadır[5] ve katılımcısı olan savaş karşıtı gençliğin söylemi ile Gezi gençliğinin söylemi arasındaki sürekliliği görmemek olanaksızdır.[6]
   Irak’ın ABD tarafından işgal edilmesine duyulan küresel tepkinin bir başka sonucu da, 1967’de Bertrand Russel’ın Vietnam Savaşı’nı yargılamak üzere kurduğu, Türkiye’den de TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar’ın katıldığı “Uluslararası Russel Mahkemesi”ne[7] benzer bir uluslararası mahkeme olan “Irak Dünya Mahkemesi”nin İstanbul ayağı oldu. Mahkeme dünyanın çeşitli merkezlerindeki toplantılardan sonra son oturumunu İstanbul’da yaptı ve bu çalışma 2005 yılında kitaplaştırıldı.[8]
   Türkiye’de Kürt sorununu enine boyuna ele alan, kamuya açık ilk büyük konferans ise 2007’nin Ocak ayında “Türkiye Barışını Arıyor” adıyla Ankara’da düzenlendi ve büyük heyecan uyandırdı.[9] Toplumda biriken konuşma ihtiyacı o konferansta belirgin bir biçimde açığa çıktı. Konferansın çok iyi seçilmiş olan başlığı bugün de bir tutamak oluşturuyor. Daha sonra çok sayıda toplantı, panel, çalıştay düzenlendi ve Türkiye Barış Meclisi adıyla uzun erimli bir girişim oluştu. Aynı süreçte barışçılar arasında bugün aralıklarla devam eden bir tartışma da ortaya çıktı: Öncelik “Kürt sorunu”na mı, yoksa “Türkiye’nin demokratikleşmesi”ne mi verilmelidir? Ben buna “tavuk mu yumurtadan... problemi” diyenler arasındaydım, hâlâ da öyle düşünüyorum. Tarih bize halkların bir arada yaşamasının, yani kalıcı bir barışın ancak çok köklü bir demokratik bilinç ve gelenekle mümkün olabileceğini anlamamız için yeterince örnek sundu. Yine de, sorunun varlığı farklı eğiliminlerin varlığına işaret olabilir elbette. Şu kadarını belirtmeden geçmeyeyim: Kürt sorunu başka tür sonuçlara giderse, bunun bir numaralı sorumlusu, atacağı her demokratik adımı “çok geç”in sınırlarını zorlamaya kadar geciktiren devletten başkası olmayacaktır.
   Türkiye Barış Meclisi, Kürt sorunu odaklı bir barış çabasını öngörüyor. Kuruluş sürecinde gerekli emeğin büyük bir bölümünü, 1999 yılında “Barış Grubu” adıyla Kandil’den gelip sınırda resmî makamlara teslim olan gerilla gruplarına mensup gençler üstlendi: Gülten Uçar, İmam Canpolat, Mehmet Şirin Tunç ve sonradan Van İpekyolu Belediye Başkanı seçilen Aygül Bidav, Barış Meclisi çalışmalarında tanıdığım insanlar. Onlar barış için çaba göstermek üzere gelmişlerdi, ancak teslim olduklarında yasadışı örgüt üyelikleri gerekçesiyle tutuklanıp en az beş yıl, kimisi daha uzun sürelerle hapis yattılar ve barış görevlerine ancak çıktıklarında başlayabildiler. Bu insanların sorumluluk ve olgunluk derecelerinin göstergeleri olarak, gazeteci Pınar Öğünç’ün Gülten Uçar’la iki ayrı film vesilesiyle yaptığı röportajlar okunabilir.[10]
   Barış Meclisi’nde ilk yıllar daha çok solun çeşitli kesimleri bir araya gelmişti. Gerçekte barış kavramı için dar bir perspektifti bu, çünkü barış siyasi partileri aşan, bütün toplum kesimlerini ilgilendiren bir meseleydi, özellikle Kürt sorununda ve içinde bulunduğumuz aşamada. Öte yandan, sol bileşenlerin, parlamento dahil her tür seçime katılacak bir oluşuma ihtiyacı vardı ve Barış Meclisi’nin böyle bir amacı/hedefi yoktu. Eski bir deyişle biçim ile içerik arasında uyuşmazlık vardı. Sol bileşenler daha sonra Halkların Demokratik Kongresi’ni kurarak Barış Meclisi’ni bu baskıdan azat etmiş oldular, zaten giderek Kongre’nin içinden de bir parti (HDP) doğdu. Barış Meclisi ise yola bireylerle devam etti ve bu sayede Kürt barışını siyasi yelpazenin çok daha geniş kesimleriyle birlikte ele alabildi, ilgililerle barış açısını esas alan görüşmeler yaptı, paneller, platformlar, çalıştaylar düzenledi. Bu çabaya ‘barışın toplumsallaştırılmasına katkı’ diyebiliriz. Ve yaklaşık yedi yıl süren Barış Meclisi çalışmaları şimdi, 2014 sonlarında, yerini yeni kurulacak bir Barış Vakfı’na bırakmaya hazırlanıyor. Elbette, devam etmekte olan küçüklü büyüklü alevlenmeler arasında eli varırsa.
*
   Gerçekte şu son yıllarda barış bilinci bizim toplumda şimdiye kadar hiç olmadığı kadar gelişme ve boyutlanma sürecine girdi. 1980’li yıllarda fazlasıyla yalnız olan İnsan Hakları Derneği ve Vakfı’na, her biri bir başka ihtiyaca cevap veren Helsinki Yurttaşlar Derneği, Barış Girişimi, Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu, Mediz, nefretsoylemi.org, Barış İçin Kadınlar, Amargi, Lambda, Eşitiz Kadın Grubu, Savaş Karşıtları, Antimilitaristler, Vicdani Ret Derneği, Irkçılığa ve Milliyetçiliğe DurDe, Ceylan Önkol İnisiyatifi, Çocuklar İçin Adalet Çağrıcıları (ÇİAÇ), Hafıza Merkezi, Sıfır Ayrımcılık Derneği gibi sayısız gruplaşma eklendi. Elbette eski yeni bazı tartışma ve çekişmeleri de beraberlerinde getirerek. Ben daha tartışmalara bu önsözde değinsem mi, hangi biçimde değinsem konusunda karara varmamışken, tarihsel-toplumsal burgaç o en usta kurmaca yazarlarına taş çıkaran uğraklarından birini daha yarattı ve hem bağlamla ilgili eski ve yeni tartışmalarımızın tümünü hem de herkesi zorlamaya koyuldu: Işid’in Kobanê kuşatması.
   Geleneksel tartışmalarımız: Haklı savaş var mıdır? Ezilen ulus milliyetçiliği ezen ulus milliyetçiliğine göre daha kabul edilebilir nitelikte midir? Barış için savaşmak sözü bir mantık hatası yaratmıyor mu?
   Kobanê çıkıp gelmese belki de bunları ve benzer soruları yenilemeye çalışacaktım ama Kobanê hepsini bir anda berhava etti, en azından şimdilik. Soruların geçersizleşmesi bir bakıma yanıtların göreceliğini de ortaya koymuş oldu. Yıllardır her tür şiddete karşı olduğunu ilan edip durmuş yazarlar Kobanê direnişine omuz vermekten başka bir tavır alamadı. En azından kendim için söyleyebilirim bunu. Büyük olasılıkla Işid’e açık vermiş olan hükümetin mensupları kem küm ettiler, önce “orada sivil kalmadı” sonra “orada zaten çok az sivil kaldı” diye geveleyip teslim oluverin demeye getirdiler. Eski enternasyonalistler enternasyonalizmlerini unutup sustular. Kürtleri milliyetçilikle suçlayanlar Kobanê karşısında çenelerini tuttular. Yılların ABD emperyalizmi karşıtları ABD Başkanı’na talepler yöneltmekten kendilerini alamadılar. Kobanê direnişini militarizmle suçlayan pek bir kimseye rastlanmadı. Somut ve tekil gerçeklik her tür soyut ve genel bilgiyi, hazır reçete ya da ilkeyi aşacak gizilgücü bir kez daha gösterdi. “Barış İçin Eğitimciler” gibi en yeni ve geniş boyutlu çalışmalardan birini harekete geçiren de, sığınmacı çocuklar gerçekliği oldu.[11]



   Ve Pınar Selek’in kapsamlı çalışması Barışamadık, İthaki Yay., 2004.
   Barışamadık, bu önsözde yer alan pek çok konu için vazgeçilmez bir kaynak. Gadre uğramış bir büyük barış aktivisti sosyoloğun eseri olmasından öte, elinizdeki kitabı pek çok açıdan tamamlayacak ayrıntılı çalışmalardan biri Barışamadık. Orada, 1965 Barış Derneği’ne ilişkin ayrıntılı bilgi ve belgelerin yanı sıra, ufuk açıcı eleştiriler de yer alıyor. Ancak, eleştirilerin dilinde rencide edici, suçlayıcı bir ton olduğunu söylemek zorundayım: “Barış Derneği’nin adı barış idi ama kendisi savaş-karşıtı da değildi. Ulusçuluk sorgulanmıyor, tersine savunuluyor, hatta bu ideolojiye dayanılıyordu” gibi. Hatta, “’Türk İntikam Tugayı’ gibi isimlerle de imzalanabilecek bildiriler çıkarmıştı” (s. 282). Bir tür ‘yarım hakikat’ ve anakronizm var bu söylemde. Elli yıl öncesinin Türkiye’sine ilişkin olgulara o zamanın Türkiye’sinde erişilmesi olanaksız bir bilinçle bakan bir söylem. Sözgelimi, Selek’in “Rumların kovuluşuna dair bir tek söz etmeden barış nasıl inşa edilecekti?” sorusu vazgeçilmezdir ve iyi ki sorulmuştur (s. 278). Ancak, bunun yanına cumhuriyet yönetimlerinin, marifetlerini nasıl ustaca gizlediğini eklemeden yazdığınızda, yaşamsal bir gerçekliğin yarısını anlatmış ve toptancı bir suçlamaya dönüştürmüş oluyorsunuz. Hrant Dink’in diyaspora Ermenilerine seslenirken Türkler için “Bilmiyorlar” diye çırpınması boşuna değildir. Aramızda 1964’teki Rum sürgününü bildiği halde susanlar var mıydı? Yakın çevrem için söylüyorum, hiç sanmıyorum. Eleştiri asıl değerini gerçekliğin belirleyici parçalarını bir arada anarak kazanabilirdi.
   Kitaptan anlaşılan o ki Selek, Barış Derneği için yalnızca iki arkadaşımızla konuşmuş. Aktardığı bildirge ve bildirileri de o arkadaşlarımızdan almış olmalı, kaynak belirtilmemiş. “Derneğin adı geçen üyelerinin hepsine ulaşamadım” (s. 23) derken kastettiklerinin biri de benim. Açıktır ki koşulları (cezaevleri, kovuşturmalar) elvermediğinden ulaşamamıştır. Çıkış bildirgesi (s. 276) dışındaki metinlerin çoğu bugünkü bana tanıdık gelmiyor. Anakronizmden muaf olmak dünyanın en zor işlerinden biri! Sonuçta çalışmasının hangi koşullarda yapıldığını ve kapsamını düşününce, Selek’in kitabını ancak sevgiyle anabilirim, kaynak olarak vazgeçilmezliğini de yeniden kaydederek.

[2] Bkz. “İnsan Hakları Savunucularını Kim Savunacak?” başlıklı yazı.
[3] Bkz. “1974'ten anılarla Kıbrıs” başlıklı yazı.
[4] Bkz. “Toptancı kavramlar, dışlayıcı sloganlar” başlıklı yazı.
[7] http://tr.wikipedia.org/wiki/Russell_Mahkemesi . Ankara’da Mehmet Ali Aybar’ın Vietnam dönüşü mahkeme sürecini anlattığı konferansı hatırlıyorum. Aybar’ın o konferansa ilişkin notları 2012 yılında “Vietnam Günlüğü” adıyla kitaplaştı:  http://www.iletisim.com.tr/kitap/vietnam-gunlugu/8597#.VD5x6Pl_v-o.
[9] Bu konferans da Vecdi Erbay tarafından yayıma hazırlandı: Türkiye Barışını Arıyor, Aram Yay., 2007.
[10] Birinci röportaj, Levent Semerci’nin “Nefes” adlı filmiyle ilgilidir:
   İkinci röportaj, Reha Erdem’in “Jîn” adlı filmiyle ilgili: